BİR RÜYA MIYDI ÇOCUKLUĞUM? 1. BÖLÜM -7-
İLK ŞAHİTLİĞİM
Akkale Deresi’nin kıyıcığındaki küçük çimenlik alan, her yaz olduğu gibi bu yaz da abdal çadırlarının zemini olmuştu. Abdallar hem Çukurova’nın sıcak ve sivrisineğinden kurtulmak hem de söğüt dallarından sepet örmek, kenger usaresinden sakız toplamak ve düğünlerde davul zurna çalmak amacının dışında yaylanın keyfini sürmek için diğer yaylacılardan önce at arabalarıyla yola çıkarlardı. Abdal erkekleri para kazanmak için çarşıda piyasa araştırırken, akşam yemeğinin malzemesini toplamak hanımlarının işiydi. Hanımlar dilenmek için sabah erkenden yola koyulup ev ev dolaşıp un, bulgur, dövme toplarlar, öğleden sonra ise ekmek yapıp akşam çorbası için civardan bilindik otları toplar ve karanlık basmadan akşam yemeğini hazırlayıp yemek zorundaydılar. Yani her yerde olduğu gibi yükün fazlası kadınların üzerindeydi.
Güneşin tepemize çıktığı bir öğlen vakti aşağı yoldan bir abdal kadını çıka geldi ve avluya yaklaşırken huuu! Diye seslendi. Ayşe ablanın muhabbet için komşulara gittiği bir anda kadını biz iki küçük çocuk karşıladık.
-Oğlum anneniz evde mi? Sorusuna ben cevap verdim.
-Annemiz yok.
-Sizden başka evde kimse yok mu?
-Yok.
-Yavrum, pek susadım bir tas su verir misin?
İri kıyım kadın, getirdiğimiz suyu yudumlarken avluya bağdaş kurup bir güzel yayıldı.
“Ölmüşlerinizin canına değsin” dedikten sonra, beline bağladığı torbayı andırır çaputların birine elini daldırıp bir avuç buğday çıkardı.
Sonra göz ucuyla zibillikte eşelenen horoza baktı ve buğdaylardan az bir miktarını ona doğru saçtı ve horoz yemi yedikçe daha da yakınına atarak iki yana açılmış bacaklarının aralığına kadar yaklaşınca, çevik bir panter gibi hamle yapıp horozu yakaladı. Ses çıkarmasın diye ani bir hareketle horozun kafasını boynundan geriye büktükten sonra, kanadının altına yerleştirip dallı basmadan yapılmış şalvarının içerisine koyuverdi. Biz olan biteni şaşkınlıkla izliyor ve hiçbir şey yapamıyorduk. İri gövdesini birdenbire kaldırıp geldiği yönde koşar adımlarla uzaklaşmaya başladı. Ben yerden aldığım birkaç taşı arkasında olanca gücümle fırlattım hatta birini sırtına isabet ettirdim ama tınmadı bile. Bizim koca horoz gözümüzün önünde gitmişti. Kadının gittiği yönü görünce onun nereden geldiğini anlamıştım ve artık yapılacak tek bir şey vardı, hemen çarşıya gidip babamı haberdar etmek.
Koşar adım dükkâna vardığımda babam bir işle meşguldü. Bir ara bana baktı ve “hayrola oğlum neden geldin” dedi. Ben de olan biteni güzelce anlattım. Müşterinin işi bitince birlikte Kışla Bahçesi’nin yanı başındaki jandarma karakoluna gittik. Babam kumandanla görüştükten bir müddet sonra, kumandan beni odasına çağırdı. “Gel bakalım delikanlı, neler oldu bir de bana anlat bakalım” dedi. Ben ilk şahitliğim olarak ellerimi yana yapıştırmış hazır ol vaziyetinde acele etmeden tek tek her şeyi anlattım. Kumandan babama dönüp, “usta, koca koca adamları dinliyoruz böyle düzgün konuşup derdini anlatamıyorlar” dedikten sonra bana dönüp, “Aferin sana, sen böyle oldukça kimse size zarar veremez” dedi ve akşamüzeri Akkale’deki çadırlara gitmeden önce haber vereceğini söyledi.
Güneş, Dırıl Dağı’nın arkasına saklanmaya hazırlanırken babam, ben, jandarma kumandanı, bir tüfekli jandarma ve sürücü olmak üzere, üzeri açık resmi jeep ile beş dakika sonra çadırların olduğu yerdeydik. Jandarmanın geldiğini gören çadır sakinleri bir telaşla toparlanıp bizi karşıladılar. En yaşlı erkek kumandana yaklaştı ve “Buyurun kumandan bey! Hoş geldiniz” dedi ve oturdukları yere doğru işaret etti. Hep birlikte çimenlerin üzerine bağdaş kurup oturduk. Oturduğumuz yere en uzak olan çadırın kenarından göz ucu ile bizi süzen iri kadın horozumuzu götürendi ve bizim ne maksatla geldiğimizi anlamıştı.
Abdallarda yırtıcı kuş eğitme ve onları kuş avlamada kullanmak adetten idi. Kumandan konuya girmeden önce hasbıhal kabilinden sohbete girdi. (T) şeklindeki kazığın üzerinde heybetli bir duruşu olan Doğan kuşunu işaret edip sordu. “Nasıl kuş yakalayabiliyor mu?” Esmer delikanlı söze girdi “yeter ki kuş olsun, adım sektirmez komutanım” dedi. Kumandan; “Bağını çözünce size nasıl geri dönüyor?” Delikanlı; “İsterseniz bir gösteri yapalım kumandanım” diyerek yırtıcı kuşun bağını çözdü, deriden yapılmış bilekliğinin üzerine aldığı kuşu kol hareketiyle uçurdu. Kuş etrafımızda bir iki tur attıktan sonra sahibinin “Huuuyyy” diye seslenmesini müteakip döndü ve tekrar delikanlının bileğine kondu. Kumandan gösteriden sonra uzatılan tabakadan bir sigara sarıp birkaç nefes çektikten sonra söze girdi. “Eeee ağa bu akşam sizin misafiriniziz, bize ne ikram edeceksiniz?” sorusuna; yaşlı adam “Allah ne verdiyse kumandanım” diye cevapladı. Çadırın yanında sacayağı üzerinde kaynayan kazanı işaret edip “Hanımına sor bakalım kazanda ne pişiyor?” Adam ne piştiğini bilmiyormuşçasına kalkıp çadıra doğru gitti ve malûm kadınla bir şeyler konuşup döndü “Yemekte bulgur pilavı, tavuk ve ayran varmış kumandanım” dedi. Kumandan alaycı bir eda ile “Tavuk bize yetmez ağa, bu pişen büyük bir horoz olmasın sakın” diyince, İhtiyar sıkıntıdan terlemiş vaziyette “Vallaaa bilmiyom kumandanım” diyebildi.
Biraz sonra büyük bir sini ortasına harman olmuş bulgur pilavı, üzerine de bizim horozun lime lime pişmiş etleri buharı üzerinde arz-ı endam etmişti. Bakır bakraç dolusu ayran ve sulanmış yufkalarla ortam tam bir ziyafet durumuydu. Kaşık yoktu, böyle durumlarda gerek de olmazdı. Herkes yufka ekmeği kaşık gibi kullanıp işe koyuldu beş-on dakika içerisinde ziyafet sona ermiş ve asıl konuya gelinmişti.
Kumandan söze girdi; “Eeee ağa karnımızı doyurduk, teşekkür ederiz. Bunları pişiren hanımı çağır da ona da teşekkür edelim.” Ağa seslendi. “Kııız!! Bak hele, kumandan seni çağırıyor” Kadın sanki birisi kendisini geriye çekiyormuşçasına zorlanarak geldi, elleri göbeğine bağlı, gözleri sininin kenarına yığılmış horozun kemiklerine dikilmiş vaziyette ve kısık bir sesle; “buyurun” diyebildi. Kumandan; “Ellerine sağlık güzel pişirmişsin yemekleri de bu yediğimiz horozu nereden aldınız onu merak ediyorum?” Bir süre sessizlik sürdü. Kadından ses seda çıkmayınca kocası güya kızıyormuşçasına öfkeli bir sesle, “Söylesene kıııız” diye bağırdı. Yine ses çıkmayınca, kumandan beni işaret ederek “Hele şu çocuğa bir bak bakalım tanıdın mı onu? Sana horozu kaptıracak göz var mı onda?” diyince benim koltuğuma neredeyse iki karpuz sığacaktı. Sonra kocasına döndü ve “Bak ağa, kasabamıza geldiniz, hoş geldiniz. Ama yaptıklarınız hiç hoş değil. Bu düpedüz hırsızlık, hatta kısmen gasp sayılır ve cezası çok ağırdır. İsterseniz karakola gidelim, isterseniz meseleyi burada halledelim, ne dersiniz? Kocası; “Kumandan Bey, kadın bir cahallık(cahillik) yapmış, affedin bir daha böyle bir şey olmayacak. Ceremesi neyse razıyık” Kumandan babama dönüp “Usta, bu defa bağışlayalım. Horoz için İki buçuk Lira yeterli mi?” deyince, babam başıyla olur verdi. Kumandan parayı alıp babama teslim etti ve yirmi beş kuruşu bana vermesini öğütledi. Biraz sonra jeep Andırın’a doğru yol alırken, bir atmacanın civcivini kapıp götürürken gurk anasının atmacanın peşinden can havliyle elli metre uçtuğunu hatırlamış ve kendi kendime, Tavuk bile yavrusuna sahip çıkarken biz de elbet sahip olduklarımız için canla başla mücadele etmeliydik diye aklımdan geçirirken bir yandan da yirmibeş kuruşu nerede muhafaza edeceğimi düşünüyordum. Çünkü bir cebim vardı ve o da delikti.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.