- 489 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
GÜN SONU ŞEBEKESİ
Arapça Sınıfıma…
"Bugün her şeyin sonu değil elbette."
Vedalaşırken hediye aldığım üstü yeşil kadife kaplı kitaba baktım. "Dünyanın en pahalı kitabı…" Okumanın yıllar alacağını biliyordum. Olsun. Gözyaşlarımı tutamamıştım. Aklımda minimalist bir merdivenin yan tarafını kaplayan taş duvar ve üzerinde şebekeli pencereleri vardı. Oraya gitmek istiyordum. Sınıfın penceresini açarak oraya doğru seğirtmek… Takıntılı belleğim geçen sene bu zamanların duygularını açığa çıkarmıştı. Aynısını hissetmiştim suyun kenarında kollarımı karşı kıyıdaki beyaz apartman yüzlerine döndürdüğümde. Kiremitlerin arasından sessizce çıkıveren ve kışa kadar kiremitleri yuva belleyen meltem rüzgârına belki de… Sınıfın ortasında öylece bir süre kalmak çok hoşuma gitmişti düşüncelerimle. Tamamen boşaldığını görünce kendimi bir anda toparlayıp beyaza boyanmış kenarları oluklu ahşap kapıdan hemen çıktım. Merdivenleri indiğimde gitme stresini de arkamda bırakmıştım. Solgun dış kapıdan caddeye doğru yürüdüm. Cadde kalabalıktı. Günün bu saatinde kaldırımın sıcak atmosferine büründüm. Karşıdan hızla gelen arabaların görüntüsü birkaç dakika yolun kenarında heyecanla durmama neden oldu. Sanki bir kuvvet tarafından caddenin ortasına çekilerek sinirli yüzlü bir Volksvagen’in şeffaflaşan bedenimden geçeceği sanrısı kapladı aklımı. Ne zaman buradan karşıya geçsem bu korku kaplardı beni. Neden burada bunu hissediyordum? Üst cadde de bu düşüncelerim yok oluyordu. Sınıfın beni terk etmesinden kaynaklanıyordu bütün bunlar. Bir sevgi yumağı tarafından terk edilip aniden acımasız bir dünya ile baş başa kalacağımdandı. Hele sürücülerin porselen yüzleri… Tamamen bindikleri arabanın verdiği hazsal bir nefretle gidiyorlardı yayaların üzerlerine. Ama neden bir üst cadde de sürücülerin yüzleriyle ve arabaların pahalı ya da ucuz oluşlarıyla ilgilenmiyordum? Aniden, istemeden sınıftan ayrı kalıştı bu travmaları düşüncelerime kilitleyen. Şimdi onun yollarını süsleyen Arnavut kaldırımlı parke taşları üzerinde yürüyorum. Taşlar güneşin etkisiyle daha parlaklaşmış, aralarına sıkışıp kalan küçük kum taneleri taşları daha ışıltılı bir hale büründürmüştü.. Sonra bir binanın yangın merdiveninden sarkan kedi… Bir an göz göze geldik. Bunaldım der gibiydi bakışları. Bende bunalmıştım. Durağa alelacele ulaştım ve beni şebekeli pencerelere götürecek olan otobüse bindim. İçerisi sıcaktı ama dolu olmayınca rahatladım ve kendimi kapının kenarındaki koltuğa bıraktım. Açılan küçük camdan gelen esintiler çatıları kaplayan bir meltemin konuşması sanki… Yeni kesilmiş otlardan gelen kokularsa sulama vanalarının etkisiyle daha da artmış genzime bir hediye gibi dolmuştu. Otobüsten eski taş binalar görünmeye başladı. Fi tarihinde kalan duvarlar yine günümüze ise aynı tarihten bakıyordu. Kırmızı kesme taş duvarların arasına serpiştirilmiş beyaz mermer blokların ıssız seslenişleri güpegündüz koşuşturmalar arasından seçilmiş hücre noktaları gibi beni buldu. Durak butonuna bastığımda şoför isteksizce kapıyı açıp aynadan bana baktı. Yorgun gözlerinden anladım ki bütün gördüklerini iç dünyasına kazıdığından pek haberi yoktu. Zaman… Gördüklerini hatırlayıp ayrıntılarda kendini anlaması zaman alacaktı. İner inmez çimenlerin dünyanın en gizemli parfümünü yayan halleriyle karşı karşıya kaldım ve tabi ki taş binanın şebekeli pencereleriyle de… Ortasında yıldız bulunan geometrik şekillerin iç içe geçmesiyle oluşan pencerelerin bu mahfazaları ve onları süsleyen alınlıkların yaprak kabartmaları beni içeriye doğru çekiyordu. Saatime baktığımda zaman öğleden sonrayı gösterirken minimalist merdivenin sonundaki memura doğru yürüdüğümde burada geçireceğim üç saat sonunda şebekelere hapsolmuş gün sonunu yakalamanın uçucu mutluluğunu bulmuştum.