- 644 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
ONDAN SONRA
YOK, BİRBİRİMİZDEN FARKIMIZ…
Nasreddin Hoca, vaaz ve nasihatte bulunmak, ilmihal bilgileri öğretmek üzere Konya’nın bir köyüne davet edilmiş; Kolay mı üç gün üç gece eşek sırtında o köye ulaşmak. Köye varır varmaz da sağ olsun köy ağası Hoca’yı misafir etmiş. Hoş beş ettikten sonra:
– Hocam, demiş, Tin Suresi’ni okur musun?
Hoca euzü besmele çekip sureyi okumuş. Ardından ev sahibi de okuduktan sonra:
– Hocam, demiş, elli dört farzı sayar mısın?
Hoca lahavle çekip elli dört farzı saymış. Ev sahibi de saymış. Bu minval üzere bir müddet önce Hoca, sonra ev sahibi okumuşlar saymışlar, okumuşlar saymışlar. Sonunda ev sahibi:
– Gördün mü Hocam, demiş, senin bildiğini ben de pekâlâ biliyorum; ne fark var aramızda?
Hoca, dişlerini gıcırdatarak:
– Öyle büyük bir fark yok aslında, demiş, üç günlük yoldan geldim; açım ve uykusuzum. Senin göbeğin, keyfin hepsi yerli yerinde. İşte fark buradan kaynaklanıyor!
Ondan sonra;
Öncelikle hemen belirteyim. Bu yazıda, yazının kahramanlarından farklı biri olduğumu iddia ediyor değilim. Hepimiz, tavuklar gibi aynı dili konuşup aynı şeylerden bahsediyoruz: “Gıd gıd gıdak!”
Şems-i Tebrizi bir hikayesinde der ki; Farklı dine ve dile mensup dört tüccar ortak olmuşlar. Ve kazandıkları ilk parayla meyve almak istemişler. Her biri başka bir dil ile almak istediği meyvenin ismini söylemiş. Bir de bakmışlar ki hepsi aslında sadece "üzüm" almak istiyor. Ama bu defada her biri farklı bir üzüm (siyah, kırmızı, sarı, kabarcık vs.) istiyormuş. Almışlar. O sırada yanlarından geçen bir derviş her birinin istediği farklı türden üzümleri bir kapta ezerek onun suyunu bu dört tüccara ikram etmiş. ‘Var mı bir fark?’ diye sormuş, ‘yok!’ demişler.
Şems-i Tebrizi bu hikâyeyi, “Allah’ı biliyorsak; O’na hangi dinden, ya da hangi yoldan gittiğimizin önemi yok,” demek için anlatırmış. Ama ben kıssadan hisse çıkartıp, “yok birbirimizden farkımız, çünkü hepimiz aynı poguz…” diyeceğim.
Rahmetli Kazım Koyuncu, “Birbirimizi anlamamız için, aynı dili konuşmamıza gerek yok, ezildikten sonra, hepimiz aynı şarabız,” derdi. Evet, ezilmişlik onun dediği gibi bir yakınlaşma katsayısı olabilir, ama asıl sürdürülen yaşam biçimleridir yakınlık katsayısı olan…
Bu aralar Avrupa Şampiyonası maçları oynanıyor. Türk Milli Takımı üç maç yaptı, ikisinde yenildi. Ben, niye yalan söyleyeyim, pek izlemedim maçları, çünkü eşimi o maçları izlerken izlemek daha keyifliydi. Sosyal Medyada paylaşılan bir kamera şakası var; maç seyreden kocasını trolleyen kadının onu nasıl çıldırttığını gösteriyor. ( youtu.be/QFSXQGtjDT4 ) .Benim eşimi çıldırtmak için öyle bir kamera şakası tertip etmeme hiç gerek yoktu; o işlevi ‘milli futbolcularımız’ gayet güzel becerdiler; her biri futbol topunun peşinden değil, paranın peşinden koşuyordu. Maç sonunda devrilen orta sehpasını düzeltmek, ortaya saçılan koltuk minderlerini, çerezleri ve bardak kırıklarını toparlamak biraz sinirlenmeme neden oldu ya, olsun varsın…
Bu futbol denilen oyunu oldum bittim pek sevememişimdir.
Futbolcuların forma aşkından daha çok para aşkıyla ter dökmeleri itici gelmiştir bana. Nitekim Şansal Büyüka’dan, ‘eleme gruplarından çıkmayı başardıkları için bizim Milli Futbolcuların banka hesaplarına beş yüz biner Euro para yatırıldığını, hatta bu para hesaplarına noksan yatırıldığı için iki futbolcunun isyan ettiğini’ dinleyince ne kadar haklı olduğumu bir kez daha anladım.
Sadece futbol ve futbolcular değil itici olan; teknik direktörler de! Her biri, ‘vatan, millet, sakarya’ edebiyatıyla laf üreten benmerkezci kişiler olarak görünürler gözüme.
Yöneticiler mi? Onlar, onlardan da beter; tek dertleri halkça tutulma, bundan öz işleriyle ilgili fayda temin etme…
İlgili basın, yayın kuruluşlarının karizması da tam anlamıyla, yerlerde paspas olmuş sürünmekte. Her biri parsayı toplayanların borazanı... Borazan sesleri birilerini uyutmak için ninniler üflüyor.
Ya taraftarlar? Tanrı, erkeği yaratırken kafasını futbol topuna benzeterek yaratmış. İçini de kıt bir akılla doldurmuş ki, futboldan daha fazlasına yetmesin! Futbol topu kafalılar topu konuşurlarken, birileri parsayı toplamakta!
Dedim ya, hiç birimiz Hint kumaşından dokunmuş değiliz! Daha fazla bir lafa gerek var mı, bilemiyorum…
Ondan sonra;
İnsanların televizyon aracılığı ile aptallaştırılıp yozlaştırılmasını yaşıyoruz.
Şişirilmiş, bol nakaratlı Türk dizileri, ‘özet’ mazeretiyle bir önceki bölümü yeniden izlettirip her akşam sekizden on ikiye kadar karşısında oturtuyor çoğumuzu. Dizilerdeki Jönlere aşık genç kızlar, sevgilisiyle baş başa geçirdiği bu uzun saatlerle oldukça mutlu oluyor.
Televizyon tek başına o kadar da kötü değil tabii ki! Televizyonda sadece aptal diziler yok, arayana belgesel de var, kültür-sanat programı da var. İnsanlara bambaşka değerler de katabiliyor. Örneğin ömründe bir kitabı eline alıp okumamış kişiler, edebiyatın klasik romanlarını televizyonda film olarak izleyebiliyor. Muhteşem Yüzyıl ile insanlar az çok tarihimizi öğrenmeye başladı (!) Böyle bir akım oluştu. Allah, tarihimizi bu dizilerden öğrenenlere akıl fikir verse de kitap açıp okuyarak öğrenseler her şeyi diyeceğim ama, bu duamın tutmayacağını biliyorum.
Can Yücel’i sevmeyenleriniz olabilir, ama ben çok seviyorum. Onun bir şiirinde dediği gibi, “İnce uzun bir hayvan / Çarpıyor / Çarpıyor / Çarpıyordu kendini taşlara. / Canı mı sıkılıyor / Can mı çekişiyordu yoksa? / Yok efendim dedi yanımdaki adam / Gömlek değiştiriyor yılan / Bu hallerden anlarız dedi az çok / Biz de sınıf değişmiştik bir zaman…
Evet, hepimiz sınıf değiştik!
Televizyon yanında bir de bilgisayar/internet dönemine girdik.
Önceleri bilgiye kolay erişme yolu diyerek sevgiyle karşıladık bu aleti. Televizyondan farklı olarak önümüze konulanı değil de, seçileni kullanma imkânı vermesi oldukça cazipti. Kullanmayı öğrensinler diye çocuklarımızı kurslara bile yolladık. Bir de baktık ki, günlük hayatımızda uykudan da önemli bir konuma gelivermiş.
Sonra internete hakim sektörler ürettikleri oyun, mesajlaşma, porno sayfalarıyla öyle bir kirlilik yarattılar ki, bu defa da faydadan çok zararı hakim oldu hayatımıza.
Rahmetli babam eve aldığı hamsileri anneme kafalarıyla, kılçıklarıyla birlikte kızarttırıp, öylece, kafasıyla, kılçığıyla birlikte yememi isterdi benden. “Balığın gözleri fosfor deposudur, yersen senin gözlerin de cam gibi pırıl pırıl olur, en uzaktakileri bile kolayca görürsün. Ayrıca kılçıklarında da kalsiyum vardır, yersen kemiklerin sağlam olur, kırılmaz,” derdi. O şekilde balık yemek gözlerimin, kemiklerimin gelişmesi tamama erdikten sonra da devam eden bir alışkanlık olarak hayatımda halen var…
Alışkanlıklarımızdan vaz geçemiyoruz.
Ne televizyondan, ne de internetten vaz geçemiyoruz artık… Bacaklarımızı uzatıp dizi / yarışma / magazin programlarımızı seyrederken, bir yandan da elimizde akıllı telefonlarımızla internette dolaşıyoruz.
Bu bağımlılıklarla yaşamımızı tüketmemiz oldukça önemli bir handikap. İnternetin ve televizyonun insanları böylesine koyunlaştırmasının altında yatan sebep ise reklam sektörü. Teknolojinin bu kadar yararsız ve boş işlerde kullanılmasına, reklam ve pazarlama uğruna insanların ömrünün böylesine bencilce tüketilmesine üzülmemek mümkün değil.
Hâl böyleyken seçim insanların, koyunlaşmak insanların tercihi. “İnsanlar da akıllı olsunlar, neyi nasıl kullanacaklarını seçsinler canım!” diyemeyeceğim, çünkü işin içinde çocuklar da var maalesef! Çocukların daha okuma-yazma öğrenmeden facebook-twitter hesapları oluyor. Aileler, çocuklara bilgisayar kullanmayı öğretiyor, ama bir kitap açıp okumayı öğretmiyorlar.
Ondan sonra;
Topunun köküne kibrit suyu… Birileri top oynasın da top kafalılar seyretsin diye ve reklamlar ekranlar da dönsün de cüzdanlar şişsin diye şehit olan kaç kişi var bu aralar? Bilen var mı?
YORUMLAR
Yazının hemen başında bir husus dikkatimi çekti.
Nasrettin Hoca 54 Farzı saydı
Bana kalırsa 32 Farz da 54 Farz da yanlıştır. Bana kalsa İslamın şartı da beş değildir. Mesela Doğru sözlü olmak İslamın şartı değil mi?
Mesela parası olmayan bir insan için İslamın beş denen şartı üçe iner. Öyle değil mi? Parası yoksa nasıl Hacca gitsin, nasıl zekat versin. Ama parası olsa da olmasa da doğru olmak zorundadır ki Kur'an da böyle emreder.
Hal böyle olduğu halde yine de 32 Farz, 54 Farz deriz.
Televizyon ve internetin olumsuzluklarını da çok güzel ifade etmişsiniz ama yine de sizin yerinizde olsam Kemal Maç seyrederken daha dikkatli olurdum. Aksi takdirde sırf intikam için 24 saat '' Nurteeen Koooş'' Diye koşturur valla )))
Güzel ve hoş bir yazıydı ve sonuna kadar haklısınız. Aslında yok birbirimizden farkımız.
Selam ve sevgilerimle.