- 562 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Kızlardan Başlık Alınmayacak (b.ö.r.-20-)
Bin dokuz yüz yetmişli yıllarda köy okullarında eğitim-öğretim çalışmaları nisan ayı bitimi ile sona ererdi. Sene sonu evraklarının yazım işlerini mayıs ayının ilk haftasında biterdi. Sene sonunda, sınıf geçme ve diploma defterleri ve diplomanın yazımı çok hassas bir olguydu. Evrakları İlköğretim Müdürlüğüne teslim etmek; tam bir yüz yüze sınav örneği nispetinde sıkıntılı geçerdi. Babacan müdürümüz, evrakları teslim alırken hiç kimsenin gözünün yaşına bakmaz, en ufak bir silintiye müsaade etmez aynı defteri yeniden yazdırırdı. Evrak teslim alma bir komisyon oluşturur, bu komisyon defterleri, diplomaları harf harf inceler, öyle teslim alırlardı. Evraklarımızı teslim ettiğimizde derin bir nefes alır; ders yılının gerçekten bittiğini ancak o zaman hissederdik.
Hemen hemen dört aya yakın tatil yapardık köy öğretmenleri. Öğrencilik ve öğretmenlik yıllarımda sporun hep içinde oldum. Ortaokul yıllarında yayla, pancarcı eğlencelerinde karakucak güreşe bile soyunduğum olmuştur. Yaz tatillerinde köyüme gittiğimde beni mısır tarlalarının çapa işleri beklerdi ilk günlerde. Çapa yapanlara köy bakkalından lokum, bisküvi türünden bir şeyler alır ben arkadaşların yanına koşardım. Köyümde çalışan yedi-sekiz öğretmen vardı. O öğretmenler ve benim gibi çevre illerde çalışıp köye dönen öğretmenler arkadaşlarla buluşur okulumuzun bahçesinde voleybol maçları yapardık.
Köyümüzün muhtarı ileri görüşlü, çalışkan bir yöneticiydi. Köyün kalkınması için olumlu işler yapardı. İlkokuldan sonra öğrenimlerini sürdüremeyen kızlarımız için Halk Eğitim müdürlüğü işbirliğiyle biçki-dikiş kursu, erkekler içinde marangozluk ve duvar örme ustalığı kursu açtırmıştı. Güneşli bir mayıs gününde kurs bitimi sergisi tertip edildi. Kızlarımız el emeği- göz nuru ürünlerini, erkekler yaptıkları, masa-sandalye, sehpa türünden araçlarını sergilediler. Sergimiz için ilçeden konuklar davet edilmişti. Başta kaymakam olmak üzere ilçedeki çeşitli müdürlüklerin yönetici ve memurları köyümüze gelenler arasındaydı. Muhtarın ve okulumuzun öğretmenlerinin iş birliği içinde ziyaretçilerimiz ağırlandı. Köy yemekleri yendi. Soğuk ayranlar içildi. Biz köy gençleri de konuklara güzel bir voleybol maçı izlettik. Sporun arkadaşlıkları pekiştirici yanlarını sürekli içselleştirdik arkadaşlarımla birlikte.
Yukarı yaylaya çıktığımız zaman ortalama on gün tatil yapma olanağımız olurdu. Bu on günün üç günü davullu-zurnalı pancarcı eğlenceleri içinde geçerdi. Kalan süre içinde ortalama iki bin dört yüz metre rakımlı yayla düzlüklerinde futbol maçları yapardık. Yaylacılık günlerinin altın yıllarıydı yetmişli yılların başları. Köylerimizden iç göç başlamamıştı. Her zaman yirminin üzerinde sporsever genç bir araya toplanabiliyorduk. Komşu köy gençleri ve bizler birer köy takımları kurduk. Forma diktirdik. Karşılıklı maçlar yaptık üç-beş yıl…
Yaylalardayız. Bizim yaylamızdan iki yayla ötede bir yaylaya gidip maç yapacağız. İlçede maç için bağlantı kurmuşuz. Gidiş-dönüş dört saatlik bir yolumuz var. Hafif sisli bir gün, saat dokuz sularında yola çıktık. Yirmiye yakın bir kafile, şaka-şenlik yürüyoruz. Yeşil çimenler, bin bir çeşit renkte çiçekler renk cümbüşü oluşturuyor yolumuz üzerinde. Güneş çok nazlı, yüzünü pek göstermiyor. Birden kendimizi yoğun bir pus tabakasının içinde bulduk. Bir birimizi zor görüyoruz. İstikametimizi bozmadan yürümemiz gerekiyor. Birinci yaylaya varmalıydık, aradan bir saate yakın süre geçti. Biz o yaylanın yakınından geçmişiz diye yola devam ettik. Hayli yürüdük. Pus biraz yükseldi. Ufkumuz genişledi. İlerlerde bir sürü gördük. Çobana gideceğimiz yaylayı sorduğumuzda, hemen hemen geliş güzergâhınız doğrultusunda olduğunu öğrendik varacağımız yaylanın. Dört saatlik bir yol yürümüştük, hedefimize vardığımızda.
Arkadaşlar yemek ziyafeti sundular. Hepimiz aç kurtlar gibi yemeklere daldık. Ev sahibi köyün kadınlı-erkekli seyircileri tezahüratı eşliğinde oyunumuzu oynadık. İki takımın oyuncularının hemen hemen tamamı öğretmendi. Okul yıllarından birbirilerimizi tanıyorduk. Arkadaşlık ve dostluk duygularımızı daha da pekiştirerek ancak yatsı vakti yaylamıza döndük.
Aynı biçimde biz de kendi yaylamıza komşu köylerden takımlar davet ettik, dostluk maçları oynadık. Öğretmenliğimin ilk yıllarında gerek köydeki voleybol maçları gerek yaylalarımızdaki futbol maçlarının güzelliğini hep özlemle anımsarım. Köylerimizin dokusu bozulmamıştı henüz. Futbolla ilgili ilginç anılar anlatmakla bitmez. Kardeşim asker, zaman zaman çobanlık görevi üzerime kalıyor. On yaşlarında bir yardımcım var. Arkadaşlar toplanıp maç yapıyorlar. Otlaklar geniş. Bu kez çoban arkadaşıma yayla bakkalından sevdiği yemişlerden alıyorum. O, sürüye bakıyor ben top oynamaya gidiyorum. Bir gözle de çoban arkadaşımı gözlüyorum. Sıcak, güneşli bir Temmuz günü. Gömlek, atlet çıkardık, top oynuyoruz. Güneşi hesap edemedik. Akşama doğru benim kollar, omuz başlarım tulum gibi şişti, kızardı. Her tarafım yanıyor. Yanık yerlere yoğurt sürüyorum, acım bir türlü azalmıyor. Ertesi günü sürüyle yine açıldık otlaklara doğru. Birde ne göreyim, yeşil çimenlerin üzerinde ambalajsız bir ilaç tüpü. Üzerinde şöyle yazıyor: “Penisilinli yara merhemi.” Körün aradığı bir göz Mevla’m vermiş iki göz örneği tam bana göre bir derman. Hemen sürüverdim merhemi omuzlarıma. Dermanımı idareli kullandım. İki gün içinde vücudumdaki kabarıklar hiçbir acı ve iz bırakmadan iyileşiverdi.
Tarih derslerinde okuduk-okuttuk yıllarca. Orta Asya’da iklimin bozulması ve kuraklığın artması nedeniyle Atalarımız anayurtlarından göç etmek zorunda kalmışlar. Bu göçler genelde batıya yapılmış. Atalarımızın Orta Asya’dan batıya göç etmesi örneği köyümden, komşu köylerden, ilçelerden batı illerine göçler başladı yetmişli yılların ortalarında. Tesadüf bu ya, bu göçlerin yönü de tıpkı atalarımızınki gibi batıya oldu. Öğretmen arkadaşlar Bursa, Sakarya, Kocaeli ve İstanbul gibi şehirlerimize atandılar. Memur olmayan insanlarımızdan yorganını denk yapanda aynı biçimde sanayinin yoğun olduğu batı illerine yollandılar. Gençler arasında fikir ayrılıkları filiz verdi. Sağ-sol ayrımı çok kısa sürede yaygınlaştı. Fikir tartışmaları çoğu yerde kanlı-bıçaklı dövüşlere neden oldu. Köylerimizin dokusu yıl yıl bozuldu. Ülkede demokrasi güçlenecek diye hayaller kuran bizleri daha karanlık günler bekliyordu. Komşuluk ilişkileri de yara aldı ülkedeki siyasi atmosferden.
Öğretmenliğimin ilk göz ağrısı köyümde altıncı yılımı çalışıyordum. Okulda uzun kış günlerinde ülkemin fiziki haritasına bakar hayal dünyasına dalardım. Gelecek seneye acaba hangi ilin en azından ulaşım sorunu olmayan güzel bir köyünde olabilecek miyim diye… Ne de olsa haritada Marmara Bölgesinde daha çok yeşil renk hakim. Yeşil renk ovaları gösteriyor. Ovalar olan yerlerde de yollar güzel olur. Fiziki harita da yeşil renklere bürünmüş diyarlara gitmeyi iyice kafama yerleştiriyordum.
Okul çalışmalarım normal seyrinde devam ediyor. Okulun açılından beri tuvaletlerimiz bir türlü yeterli çalışmıyordu. Pınardan her gün kova kova su dökerek güçlükle tuvaletleri işlek tutuyorduk. Sorunu gidermek için başta muhtar olmak üzere velilerimle bu sorunu hayli görüştük. İşin ucu paraya dayanıyor. Benim kadirşinas, çalışkan köylülerim kış mevsiminde köylerine dönerlerdi. Dini bayramlarda yıl içinde kahveden çıkmayan da olsa her köylüm bayram namazı için camiye gidip bayram namazına katılırdı. Ayrıca bayram namazlarında cami için hayli yekûn tutan paralar toplanırdı.
Önümüzde Kurban Bayramı vardı. Bu bayramda camide toplanan parayı okula aktaralım diye muhtar ve köylülerle anlaştık. Önümüzde bir sorun vardı. İmamımız çok genç ve keskin birisi. Camimizin de ihtiyaçları çok, bizim paraya acil ihtiyacımız var diyerek bize zorluk çıkarabilirdi. Konuyu imamımıza götürdüğümde:
“Hocam seni çok severim, senin o güzel hatırın için toplanacak paradan feragat ediyorum…” Dedi. Köylülerimin çoğu inşaatçı. Toplanan paradan pimaş borular alındı, kanallar kazıldı. Güzel bir işbirliği içinde okulumuzun tuvalet sorunu kalıcı olarak çözüldü.
Güzel yurdumuzda, Anadolu’muzda yüzyıllarca süregelen ve de hiç güzel olmayan bir adet vardır. Herkesçe bilinir. Hocalarımız süt parasıdır, alınmasında mahsur yoktur deseler de evlenecek kızlarımızdan başlık parası alınır. Beş yüz elli lira ile maaşla mesleğime başladım. Bir yıl önce evlendiğimde, düğünümde babam eşim için bin beş yüz lira başlık ödemişti. Gerçi eşime yatak-kilim, kap-kacak benzeri eşyalar da verilmişti baba evinden. Öğretmenlik yaptığım köyümde ise bu adet daha sıkı ve farklı uygulanıyordu. Damat tarafı gelin için oldukça büyük bir miktarda kız babasına para ödüyor. Gelinin giysi, takı gibi gereksinmelerini baba karşılıyor. Tabi alınan para tamamen evlenecek kız için harcanmıyor. Babalar kızları için aldıkları paranın ne kadarını evlatlarına ayırıyor ne kadarını kendine alıyor işin o tarafı hep meçhul kalıyor. Herkesçe bilinen bir gerçek varsa o da babalar eloğluna verdikleri kızlarından yüklüce başlık parası alıyor olmalarıydı.
Hiç hoş olmayan bu uygulamayı çalıştığım köyde kaldırabilir miydik? Bu konuyu imam arkadaşla sık sık enine uzununa konuştuk. Ben velilerimle her buluştuğumda bu uygulamanın çağ dışı olduğunu anlatmaya çalıştım. Kentlerimizde, eğitim-öğretim düzeyi yüksek olan ailelerde böylesi adetlerin hiç olmadığını anlattım. İmamımız Cuma hutbelerinde ve vaazlarında aynı konuyu işledi. Başlık almanın dinimizle hiç ilgisi olmadığını anlattı. Bu âdetin köyümüzde artık uygulamadan kaldıralım diye güzelce fikir birliğine vardık. Okul komşumuzun kızının nişanı yapılacak. Komşudan kesin söz aldık. Kızına başlık istemeyecek… Nişan için imam, muhtar, köyden hayli kalabalık bir davetlinin huzurunda nişan töreni yapıldı. İmam, muhtar ve ben kısa konuşmalarla köyümüzde artık kızlardan başlık adı altında para alınmayacağını bir kez daha ilan ettik. Özellikle kız babası komşumuza bu güzel ve hayırlı uygulamayı başlattıkları için teşekkür ettik. Aynı yılın sonunda o köyden ayrıldım. Yıllar sonra öğrencilerimle buluştuğumda o ilk nişandan sonra gerçekten başlık uygulamasının öğretmenliğimin ilk köyün tarihe karıştığını duyunca bir kez daha sevindim.
Köylülerim sıcakkanlı, espritüel ve neşeli insanlardı. Duygularını hemen belli eder, erken parlar, birbirlerine kızıp bağırır, tartışmayı fazlaca uzatmadan işi tatlıya bağlarlardı. Çok ilginç tipler vardı aralarında. Bir Niyazi’miz vardı. Adam avukat, söz ustası. Daha on üç yaşında gurbetle tanışmış. Köyüne otuz beş yaşlarında dönmüş. Anlatırdı. “Altımız Cumhuriyet, üstümüz Hürriyet… Nice geceler köprü altlarında sabahladım…” Bizimkinin girip çıkmadığı iş kalmamış İstanbul’da. Garsonluk, fedailik… Daha neler neler… Amatör takımlarda futbol oynamış. Hafız babası ile arası açık. Amcası geride genç bir eş bırakarak ölmüş. Niyazi, yaşı kendisine hayli uygun olan yengesiyle evlenmek istemiş. Bu arada Niyazi’nin annesi de yıllar önce ölmüş. Baba da ölen kardeşinin eşiyle evlenmek istemiş. Bizim Niyazi yengeyi kapıvermiş. Bu kez baba açıkta kalınca oğlunu evlatlıktan azletmiş. Neyse araya hacılar, hocalar girmiş. Kızgın hafız babadan Niyazi’ye küçük bir kulübe yapacak kadar ev yeri koparabilmişler.
Niyazi, bizlerle top oynar, ilginç anlatılarıyla herkesin ilgisini çekerdi. Askerlik anıları pek hoştu:
“Bahriyeli askerim, gemide iki çavuşuz. Bir yılbaşı gecesi arkadaşlarla eğlenceyi hayli abarttık. Gemiye içki soktuk. Güldük eğlendik. Ertesi günü güvertede komutana tekmil vereceğiz. Komutan barut gibi, gecede kural dışı hareketlerimizi tespit etmiş. Arkadaşım tekmil veriyor. Ben arkadaşlarımın en arkasındayım. Komutan, arkada saklanırcasına durmamdan suçlulardan birinin ben olduğumu hemen anladı. Bir kartalın tavuk civcivini kapması örneği beni kaptığı gibi ortaya çıkardı. Bana bir oturttu, kendim alabandaya, şapkam denize uçtu…” Bu son cümlesi köyde tekerleme olmuştu gençlerin ağzında. Yine Niyazi anlatıyor:
“ Askerim. Amerikan gemisi İstanbul’u ziyaret ediyor. Amerikan askerleri coniler üçer-beşer sokaklara dağıldılar. Rastladıkları kadınlara-kızlara sarkıntılık yapıyorlar. Polislerimiz duruma müdahale edemiyor yeterince. Bir anda üniversitenin kapılarını açtılar. Gençlerimiz tekme-tokat conileri denize kadar sürdüler. O moralle üç ay daha rahat askerlik yaptım…”
Bit gün okulun bahçesinde maç yapıyoruz. Niyazi de aramızda. Hayli de seyircimiz var. Köylülerimiz bizi izliyorlar. Altmış yaşlarına merdiven dayamış, iri kıyım bakkal Ali amcamız tezahürat yapıyor, “Ha Niyazi…Ha Niyazi…” Niyazi, ellerini benine koyup Ali amcaya hemen cevap yetiştirdi, “Oradan cav cav etme…”diye. Oyuna daldık. Maçımıza devam ediyoruz. Bir de ne görelim! Ali amca eline kocaman bir taş almış, taşı Niyazi’ye fırlatacak. Bu arada kızgınlıkla soruyor: “Ulan cav cav etme ne demektir?” Çiçek bozuğu yüzü, kısa boyuyla Niyazi’nin hiç çekindiği yok. Çabucak araya girdik. Ali amcayı zorlukla sakinleştirdik. Neyse ki kavga büyümeden saman alevi gibi kısa sürede bitiverdi.
Altı yılın sonunda misafir severliklerini hiç unutmadığım bu heyecanlı, mert insanların köyünden ayrıldım. Kocaeli iline atandım. Uygarlığın nimetlerinden sadece bir okula kavuşma şansına sahip olan bu şirin köye veda ediyordum. Köyde iki kat yatağım ve de kap-kacak türünden eşyalarım vardı. Yatakları kocaman bir denk yaptık. Bu dengi, köydeki bakkalın eşi komşu yengemiz nahiyeye sırtında indirdi. Bu güzel insanın emeğini karşılamak istedim. İstemimi kesinlikle geri çevirdi. Eşime selamlarını gönderdi.
Bu arada beni özellikle arkalarında yük taşıyan kadınlarımız adına bir sevindiren olaya tanık oldum. Köyüm ve vadimizin köyüm tarafındaki iki köyü için yol çalışması başlamıştı. Yol hizmete açıldığında kadınlarımız kan-ter içinde kalarak artık omuzlarında yük taşımayacaklardı…
YORUMLAR
Öncelikle yazınız çok güzeldi
Yol çalışmasına bende çok sevindim
Cefakar kadınlarımız az da olsa rahat etsin:)
Hayırlı akşamlar dilerim değerli dost selamlar...
İBRAHİM YILMAZ
Selam ve saygılar yüce gönlünüze.