- 648 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Öğretmenlikte İlk Yıllar (b.ö.r.-17-)
Okullarda, yılsonu karneleri verildiğinde öğretmenler için tatil günleri başlar. Oysa yıllarca tatil yaşadığım vaki olmamıştır. Tatil benim için soyut bir kavram olarak kalmıştır yıllar yılı. Köy çocuğusun, köyde ailenin kurulu düzeni var. Tarlalar-çayırlar, koyunlar-koçlar var. Tüm bunlar ve sen o kurulu düzenin önemli birer elemanısınız. Zamanında varmalısın işlerin başına. Yoksa düzen bozulur, işlemez. Bin dokuzlu yetmişli yıllarda köy okullarında nisan sonu geldiğinde tatil başlardı. Evli evine köylü köyüne dönerdi. Biz köy öğretmenleri için eylül başında ancak yeni bir eğitim yılı için seminerlerle ders başı yapardık.
Her geçen yaz doğup büyüdüğüm köyde çalışma tempom değil azalmak daha da artıyordu. Mayıs ayının ilk günleri, köydeyim. Öncelikle çayırların arklarını temizlemekle işlere merhaba diyorum. Onun arkasından mısırların çapa işleri. Çapa işleri denince kolay bir çalışma anlaşılmasın. Bölgemiz bol yağmur alır. Mısırların birinci çapalama zamanı tarlalar yemyeşil çimenlerle kaplı çayırlardan farkı olmaz. Önce yeşil otlar yolunup mısırlar ortaya çıkarılır. İkinci, yetmedi üçünde kez çapa ister mısır, fasulye patates… Bil umum ürünlerimiz. Hele birde koyun kırkımı işi var. Elde makas aynı gün, bileğinin kuvvetine göre yirmi beş-otuz koyun kırkarsın. Çapa ve koyun kırkarken belini hep doksan derece eğmekle iş yapılır. Daha sonra düzeleyim derken bel kemiğin sana isyan eder. Hayli zaman düzelmek mümkün olmaz. Nihayet çayır biçmeler, ot taşımalar derken yaz mevsimini ortalamış olursun. Avuç içlerin iyice nasırlanır, memurluktan eser kalmaz güneş yanığı esmerleşmiş çehrende. Harmanlar, kış odunu hazırlama, değirmenlik işleri derken eylülle beraber benim köydeki ağır işlerden azat olma zamanım gelirdi.
Seminerler için masmavi sularıyla bir güzellik abidesi olan Karadeniz’in kıyısındaki ilçemizdeyim. Bir hafta süreli ilçede müfettişlerle birlikte çalışmalar yapılıyor. Müfettişlerimiz eğitimle ilgili çeşitli konularda sunumlar yapıyorlar. O yıllarda ilkokullar için, bin dokuz yüz altmış sekiz yılında uygulamasına başlayan ve altmış sekiz programı diye adlandırılan bir programa göre eğitim-öğretim çalışmaları yapılıyor. Yaparak-yaşayarak, bilinenden-bilinmeyene doğru… Öğrencileri araştırmaya, sorgulamaya yönlendiren içinde çağdaş yöntemler barındıran bir program, bu program. Henüz uygulamaya başlanmış bu güzel program, arkadaşlarca çokça eleştiriliyor. Neymiş efendim. Bu program donanımlı okulları olan şehir okullarına göre yapılmış mış mış mış… Köylerde yeterli araç-gereç bulunamazmış, bu programı uygulamak için. Öğretmenlik yaşamımda tanıdığım ve uyguladığım en olumlu bir program bu program olmuştur. Klasik doğu kafası maalesef birçok meslektaşımızda, yeniliklere kapalı…
Bu çalışmalar öğlede bitiyor. Günün kalan süresini denize girerek, arkadaşlarla sohbetler yaparak tamamlıyoruz. Zaman su gibi akıp geçti. Bizi köy okulu bekliyor. Arkadaşımla köydeyiz. Okula varıyoruz. Yine aynı durum, tıpkı geçem yılki gibi. Pencerelerde camların birçoğu kırılmış. Sınıflara girilmiş, evraklar karıştırılmış, bazıları yerlere atılmış…
Kararlıyız bu kez, bu yıl. Okul yaşındaki tüm kız çocuklarının kaydını yaptıramazsak bile kolay kolay pes etmeyeceğiz. Kızlarımızı okula alacağız. Önce muhtarın kızının, komşunun kızının kaydını yaptık. Almanya’da çalışan köylü arkadaşlarımız vardı. Onlarda bizi destekledi. Bu konuda aşırı ısrarcı olduk. Ancak iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıda kız öğren alabildik. Geçem yılki iki kız öğrencimize karşı az da olsa bir ilerleme kaydetmiştik. Bu konuda durumdan hiç ama hiç memnun değildim. Toplumumuzda en çok kızlarımızın kadınlarımızın okumaya aydınlanmaya, ekonomik bağımsızlığını kazanmaya gereksinimi var. Elinde kalem-defter, kitap olması gereken küçük yavrular, kızlarımız yük taşımaya alışsınlar diye sırtlarına yük küfesi konuyordu. Ders başı yaptığımızda öğrencilerin devamını sağlamak kolay olmadı. Yayla bozumu sona erdiğinde ancak devamsızlık sorunu bitiyordu. Bunun içinde yine de bir kaç haftanın geçmesi gerekiyordu. Okul çağındaki tüm erkek çocuklarının devamında bir sorun olmuyordu. Memnuniyet verici bu durumdu bu olgu.
Hafta sonlarını nahiyede çevre köy okullarında çalışan öğretmen arkadaşlar buluşarak değerlendiriyoruz. Nahiyede ortaokul açıldı. Ortaokul iki asil öğretmen, kiralanmış köhne bir binadan oluşuyor. Nahiye ilkokulundaki öğretmenlerin takviyesi ile ortaokulla da tanışmış oldu yurdumun çalışkan insanlarının diyarı. Nahiyede çalışan bizlerden hayli kıdemli bir öğretmen arkadaşımız var. Bir hafta sonu öğretmen arkadaşlarla bu arkadaşımızın kışlık odununun temininde yardımcı olduk. Yengemiz bizlere güzel bir öğlen ziyafeti sundu. Ne göreyim, değerli meslektaşımın zengin bir kitaplığı var. Klasik romanlar okuyucu bekliyor. Köy çocuğu olmamın verdiği utangaçlık duygumu bir türlü atamamışım. Ödünç kitap istemeye utandım.
Yemekten sonra kahveye gittik. Arkadaşlar çeşitli kâğıt oyunları oynarken ben kafamda şöyle bir düşünce oluşturdum. Yarı şaka yarı ciddi, evinde zengin kitaplığı olan meslektaşımla romanına tavla oynamayı önereyim. Tavla oynamayı hayli öğrenmişim. Oyunu kaybedip bir roman alabilirim. Böylece meslektaşımla kitap dostluğu kurar ve onun kitaplığından kitap istemeye yüzüm olur. Bu düşüncemi uyguladım. Oyunu kaybettim haliyle. Kitabına kumar olmaz mı? Olur elbet. Yaşar Kemal’in Demirciler Çarşısı Cinayetini aldım arkadaşımıza. O yıl bahara kadar meslektaşımın kitaplığından birçok kitap okudum. Sholokhov’un dört ciltlik Ve Durgun Akardı Don okuduğum kitaplar arasındaydı. Nahiyedeki ortaokula bakanlık birçok roman göndermişti. Ortaokulun kütüphanesi de benim kitaba olan susuzluğumu gideren bir mümbit pınardı. Garp ve şark klasikleri okuyucu bekliyordu… Tesadüf bu ya, aynı yıl Hitler’in Kavgam adlı kitabını ve Hitler’in insanlığa tattırdığı acılara dayanamayıp intihar eden Stefan Zweıg’in Acımak adlı romanını da arka arkaya okudum.
Okulda çalışmalarımızı zorlaştıran en önemli sorun yakacak teminiydi. Öğrencilerin sabahleyin okula gelirken yanlarında getirdikleri birer ikişer odunlarla sobaları tutuşturuyorduk. Soğuk günlerde çoğu kere odun stokumuz bitiveriyordu. Bazı günler öğrencileri evlerine gönderip yeniden odun getirmelerini istiyorduk. Yine böyle bir gün, son derse gireceğiz. Arkadaşım:
“Çok az odunumuz kaldı. Büyük öğrencilerle gidip caminin çevresindeki ağaçlardan birini kesip okula taşıyalım,” dedi. “Siz gidin, ben işlediğim konumu bitirip hemen arkanızdan gelirim,” diyerek dersime devam ettim. Muhtarın evi camiye çok yakın. Arkadaşım muhtara bu konuda bilgi verir umuyorum. Bu düşünceyle gidip kafileyle buluştum. Benim müdür yetkili arkadaşım kimseye bir şey sormadan bir kestane ağacının kesme işini yarılamış. Ağacı kesip, budadık ve okula taşıdık. Her ne kadar yaş odunda olsa birkaç günlük yakacak temin etmiş olduk. Akşam karanlığı çökmek üzere benim müdürüm kapımı çaldı. Yüzünden düşen bin parça.
“İbrahim Bey, sorma başıma geleni! Hacı….amca az önce bana geldi. “Siz niçin benim ağacımı kestiniz?” Diyerek sessizce radyomu aldı ve gitti. Kestiğimiz ağaç hacının arazisi içindeymiş…” Bir durum muhakemesi yaptım. Arkadaşıma:
“Dostum sen hiç kimseye bir şey anlatma. Üç gün bekleyelim. Daha sonra olayı çözeriz,” dedim. Zaman her şeyin ilacı. Dördüncü gün dersten sonra hacının kapısını çaldık. Arkadaşımdan söz aldım. Sen çok az konuşacaksın. İltifatların bini bir para…Başladım anlatmaya: “Hacı amca biliyorsunuz okulumuzda yakacak sıkıntısı çekiyoruz. Gerçi arkadaşım kesilen ağacın sizin olduğunu bilmeden işe başlamış. Zaten o gün geç saatti. Muhtara haber vermeye de zamanı olmamış. Biliyorum size gelip okulumuza bir ağaç isteseydik, bir değil daha fazla ağaç verirdiniz. Sonra arkadaşımız çok uzaklardan güney illerinden geliyor. Memleketine gittiğinde Karadenizliler benim radyomu aldılar derse bu durum bizler için ayıp olur. Arkadaşım adına bende çok çok özür diliyorum. Verin elinizi sıkalım…” Bu sözlerimiz üzerine hacı amcamızın evinden elimizde radyo ile dostça ayrıldık.
Ne ilginçlikler yaşadım. Aralık ayının son günü ilçeye gitmişim. Nahiyeye döndüğümde karanlık basmak üzere. Bir saatlik yaya yürüyeceğim köye varmak için. Velilerimle buluştuk. Ne iyi, sohbet ederek evlerimize gideriz diye düşünüyorum. Arkadaşlar: “Hocam biraz oturun bir çay için, biraz sonra yola çıkarız,” diyerek beni beklettiler. Ne biraz sonrası. Kahve iyice kalabalıklaşmaya başladı, başka köylerden gelenlerle. Köylülerim bir masadan kalkıyor başka masaya geçiyor. Her masada kumar dönüyor. Zaman geçiyor, gece ilerliyor. Sohbetine, çayına kahvesine oyun yok. Nahiyede başka kahvehanelerde de var. Vatandaşlar diğer kahvelere gidiyorlar biraz sonra geri dönüyorlar. Adetmiş, özellikle yılbaşı gecesi herkes kumarda şansını denermiş. Bizimkilerin oyunu bırakacağı yok. Yaşadıkça nelerle karşılaşılıyor. O geceyi soğuk kahvehanede geçirdim. Sabahleyin çevre aydınlanırken ancak eve varabildim.
Meslekte birinci yılımızda teftiş görmedik. Normalde stajyer öğretmenleriz. Teftiş bir yerde zorunlu. İlçeden uzak olmanın bir nedeni teftiş görememek. İkinci yılımızda bahar gelmiş. Nisanın son günlerini yaşıyoruz. Heyecanla müfettiş bekliyoruz. Sene başında erkek kardeşimi de yanıma almışım. Nahiye ortaokulunda okuyor. Mart ayı başında eşimi memlekete götürüyorum. Köyümde, koyun-kuzu, bağ bahçe işleri için eşim köyümde olmak zorunda.
Muhtarımız haber iletti. Müfettiş nahiyeye gelmiş. Okulumuza geliyormuş. “Geceyi öğretmen arkadaşlarımla geçirme istiyorum,” demiş. Son derse gireceğiz. İlk kez teftiş yaşayacağız. Yemek işini nasıl çözeriz derken, hayli telaşlandık. Hemen, evi okula yakın olan bir öğrencimizi evine gönderdik. Tavuk siparişi verdik. Tavuğu ben kestim. Bizim emektar kız öğrencilerimiz hayli büyümüş, onlara tavukları temizlettik. 23 Nisan Çocuk Bayramı provası yapıyoruz okulun bahçesinde. Amaç müfettiş bayram çalışmalarımızı yakinen gözlemlesin. Zaman geçti. Paydos zamanı geldi. Misafirimiz henüz gözü kerlerde yok. Öğrencileri evlerine gönderdik. Nihayet müfettişimizi karşıladık. Kırk-kırk beş yaşlarında oldukça kilolu, sempatik yapılı hoş bir insan. Öyle sandığımız gibi asık yüzlü, öğretmenlere yukardan bakan bir yapısı yok sevimli amirimizin.
Öğretmen arkadaşımın aşçılıkta hayli deneyimi vardı. Köy tavuğu, doğal beslenmiş. O akşam konuğumuzu güzel ağırladık. Sabahleyin birer ikişer ders teftiş yaşadık. Öğrencilerimizin akademik başarıları çok iyi durumdaydı. Öğle oldu. Tavuk yemeği bitmemişti. Konuğumuzu yemek yemeden komşu köye uğurlayamazdık. Yemekten sonra müfettişimiz okulumuzdan ayrılırken en içten dostlar örneği bizleri kucaklayıp, “Hakkınızı helal edin,” diyerek bize veda etti. Çok hoş bir teftiş geçirmiştik. Arkadaşım anlatıyor müfettişin sınıfına girdiği ilk anlarını:
“Bir an iki kolumu yana açmışım, farkında değilim kollarım yukarı kalkıyordu…” Müfettiş:
“Heyecanlanma öğretmenim, heyecanlanacak bir durum yok…”diyerek beni sakinleştirdi. Hâlbuki gerçekten heyecanlanacak bir durum yokmuştu.
Müfettişimiz çok hoş sohbet, uygar bir insandı. Bizlere karşı insancıl yaklaşımı moralimizi düzeltti. Yurdun uzak köylerindeki eğitim ordusunun biz meçhul erlerini sevenlerinin, hatırlayanlarının olduğunu hissettik. Diyebilirim ki, meslek yaşamımda karşılaştığım en uygar müfettişlerden birisiyle başladı öğretmenlik günlerim.
Gerçi görevini gereği gibi yapan insanlar için teftiş olgusu pek önem arz etmez. Ben öğretmenim diyen, mesleğini seven her meslektaşımın aklında tuttuğu bir ideal vardır. Türk kültürünü çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak. Bu ideali gerçekleştirmek için çalıştık güzel yurdumuzun en uzak köylerinde. En büyük amirimiz vicdanımızdır sözünü ilke edindik. Bu bağlamda da ilk teftişimizde biraz heyecanlandıysak ta her geçen günler ve aylar ve de yıllar içinde mesleğimi daha çok sevdim. Başarı kıstasım, yılsonunda velilerimin ve öğrencilerimin gözlerindeki parlayan ışık olmuştur. İçimi ısıtan, ruhuma ferahlık veren böylesi ışıkları görme mutluluğunu hep yaşadım meslek yaşamımda. Çünkü çocukları ve öğretmenliği çok sevdim.
YORUMLAR
Avuç içlerin iyice nasırlanır, memurluktan eser kalmaz güneş yanığı esmerleşmiş çehrende. emekçi çiftçilerimizi ve sizin hayata dair çabalarınızı düşündüm durdum birden efendim.
Oyunu kaybettim haliyle. Kitabına kumar olmaz mı? Olur elbet. Yaşar Kemal’in Demirciler Çarşısı Cinayetini aldım arkadaşımıza. O yıl bahara kadar meslektaşımın kitaplığından birçok kitap okudum. Sholokhov’un dört ciltlik Ve Durgun Akardı Don okuduğum kitaplar arasındaydı. Nahiyedeki ortaokula bakanlık birçok roman göndermişti. Ortaokulun kütüphanesi de benim kitaba olan susuzluğumu gideren bir mümbit pınardı. Garp ve şark klasikleri okuyucu bekliyordu… Tesadüf bu ya, aynı yıl Hitler’in Kavgam adlı kitabını ve (((Hitler’in insanlığa tattırdığı acılara dayanamayıp intihar eden Stefan Zweıg’in Acımak adlı romanını da arka arkaya okudum.))) Gerçekten çok iyi bir eğitmensiniz, sizi bire bir tanımıyorum, fakat kaleminizin izleri her detayı takdirle imzalatıyor okura...Tebriklerimle ...
Emeklere SAYGIMLA
İBRAHİM YILMAZ
sizin gibi gerçek bir sanatsever bir değeri sanal ortamla bile olsa tanıma şansını yakaladığım için mutluyum.
yorumlarınız ve de sizin yazdığınız şiirler, düz yazılarla buluşmak beni çok mutlu ediyor.
ilginize içtenlikle teşekkür ederim.
yaşasın içtenlikli çıkarsız dostluk duyguları.
selam-saygı ve sevgiler yüce gönlünüze.
Ne mutlu size çocukları ve öğretmenliğ çoksevmişsiniz
aksi halde bu kutsal mesleği layığıyla yerine getiremezdiniz:)
Tebrik ederim değerli öğretmenim
değerli kalemdaşım gönlüne sağlık ....
İBRAHİM YILMAZ
selam-saygı ve sevgiler olsun yüce gönlünüze.