- 1122 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
Haziranın edebiyat dökümü..
Okuyun,
okumak unutmamaktır ve alzheimer hastalığının panzehiridir ruhlara..
Ciddiye alınmayacak kadar hafiftir hayat ağırlık yapan insanlardır.. Öyle öğrendim öyle işledi bu benliğime zira kimleri yolcu etmedik ki Necip Fâzıl’ın aralık bıraktığı kapıdan tarihe, geçmişe.
Bazen bir şiir okursun ve kederinle kâlbinin yahut kaderinin tam da ortasından vurulursun.. Bu hep böyledir bende ve belki de çoğumuz da.
Şiir okumayı üstâdlar öğretti bize, her bir dizelerinde bin anlamı bir cümleye sığdırdıklarını anladığımız anda öğrendik biz şiir okumayı ve yaşamayı şiirin hüznünde.
Yıllardır boşa mı sarardı defterler not ettiğimiz ve aklımızdan geçen cümlelerin iziyle, elbette değil, elbette hepimizin kâlbini altüst eden bir üstâd şiiri saklıdır beyninin şiir köşesinde.
Konum haziran sevgili günlük, konumun konusu da haziranda yaşadığımız edebiyat dökümü.
Mayıs da ağır geçti aslında, öyle darbeli öyle kinli ki nerden baksan siyah kan’dil isi dimağımızda..
Hazirana girmek mayısın ağırlığını atmak için omuzlarımdan çok uyudum, uyuyunca geçiyormuş öyle derler ya ama anladım yalan olduğunu o tabirin ne geçiyor, ne bitiyor..
Evet hazirandayız sevgili günlük, haziranın şiir dökümü, yaprak yaprak gözlerimde sebepsiz yaşlar, hissiz bakışlar güllere ve lalalere gelincikler hele bir görsen hepside yetim.. Derin derin nefes niye alınıyorsa bende yine en derinden bir nefes aldım bir bardak çay, bir tutam karanfil içinde bir Hasan Hüseyin Korkmazgil dörtlüğü ile hazin bir filmi izler gibi başladım haziranda yitirdiğimiz o yegâne 9 şairimizi incelemeye..
“sokaktayım
gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
yaralı bir şahin olmuş yüreğim
uy anam anam
haziranda ölmek zor!”(H.H.Korkmazgil)
Çay dedim de çay bir başka demlenir sevgili günlüğüm Orhan Kemal dizelerinde, yaz bunu da bir köşene..
“Bir gün oturup çay içelim seninle.. Çaylar benden olur, Manzara senden… Orhan Kemal”
Dönelim tarihimize..
Hadi bakalım tarih hangi yegânelerimizi aldın bir deşifre edelim seni ki alınma sözlerimize ölüm Allah’ın emri, sadece hatırlama bizimkisi niyetimiz yâd etmek üstadları elbette..
“1. Orhan Kemal – 2 Haziran 1970
Hasan Hüseyin Korkmazgil’in 13 yıl yüreğinde taşıdıktan sonra yazdığı şiirin adıdır: “Haziran’da Ölmek Zor”. Nazım Hikmet’in ölümüyle oluşmaya başlayan dizeler, başka bir dostunun, Orhan Kemal’in ölümüyle kağıda dökülmüş ve onun güzel anısına adanmıştır.
Hasan Hüseyin’in bu şiirini ithaf ettiği Orhan Kemal de 2 Haziran 1970’te öldü. Son iki yıldır sağlığı ciddi bir şekilde bozulan Orhan Kemal, hem gezi hem de tedavi için gittiği Bulgaristan’da yaşamını yitirdi. 6 Haziran’da cenazesi özel bir arabayla Kapıkule sınır kapısına getirildi. Eski arkadaşlarından bir grup onu karşıladı ve İstanbul’a kadar arabasına eşlik ettiler. Ertesi gün Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildi. O da şiirle başlamıştı edebiyata, Nazım Hikmet’in yönlendirmesiyle düz yazıya geçmişti.
2. Ahmed Arif – 2 Haziran 1991
Ahmed Arif, 21 Nisan 1927’de Diyarbakır’ın Hançepek semtindeki Yağcı Sokak 7 No’lu evde dünyaya gelir. Diyarbakır Lisesi’nden mezun olunca Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’ne girer. 1940-1955 yılları arasında değişik dergilerde yayınladığı şiirlerinde kullandığı kendine has lirizmi ve hayal gücüyle Türk Edebiyatı’ndaki yerini almıştır.
1948’de bir şiirinden dolayı tutuklanır. Bir süre sonra serbest bırakılsa da 1951’de tekrar gözaltına alınır, baskı ve işkence görür, tekrar serbest bırakılır. Şiirlerinde hep ezilen insandan yana olmuştur ve ezilenlerin kardeşliğine vurgu yapmıştır. Şiirlerinin toplandığı tek kitabı Hasretinden Prangalar Eskittim 1968’de yayınlanmıştır. Ahmet Kaya, Cem Karaca gibi sanatçılar tarafından birçok şiiri bestelenmiştir.
Evet, ağlamaklı oluyorum, demdir bu.
Hani, kurşun sıksan geçmez geceden,
Anlatamam, nasıl ıssız, nasıl karanlık…
Ve zehir-zıkkım cıgaram.
Gene bir cehennem var yastığımda,
Gel artık…
3. Nazım Hikmet – 3 Haziran 1963
Nazım Hikmet, 3 Haziran 1963 sabahı kapıya bırakılan gazete ve mektupları almak için yatağından kalktı. 1952’de geçirdiği kalp krizinden sonra hasta bir kalple yaşamaya alışmıştı belki. Bursa Hapishanesi’nde geçirdiği yıllardan beri biliyordu kalbinin durumunu. Yine de son yıllarda ölüm daha bir düşüyordu aklına ve dizelerine…
Ölümünden birkaç ay önce yazdığı şiirde şöyle diyordu:
“Bizim avludan mı kalkacak cenazem?
Nasıl indireceksiniz beni üçüncü
kattan?
Asansöre sığmaz tabut,
Merdivenler daracık”
Kapıdaki gazeteleri aldıktan sonra kalbi durdu. Sessizce öldü. Sessizce, çünkü karısı çıkan değil, çıkmayan seslerden korkarak fırladı yataktan. O anı şöyle anlatıyor:
“Koridora fırladım ve askılığın yanında, yerde gördüm seni. Sırtınla kapıya yaslanmış, elinle yere dayanmış, bir bacağını Türk usulünce altına almış, ötekini hafifçe ileriye uzatmış, oturuyordun. Beyaz ve alışılmadık bir şekilde sakin yüzünün anlatımından daha ilk saniyede anladım ölmüş olduğunu.”
Hasan Hüseyin devam ediyor:
“yıllar var ki ter içinde
taşıdım ben bu yükü
bıraktım acının alkışlarına
3 haziran ‘63’ü”
Nazım Hikmet’in cenazesi iki gün sonra Novadeviçi Mezarlığı’na defnedildi. En ünlü Rusların gömülü olduğu bu mezarlıkta, Turgenyev, Çehov, Gogol ve Mayakovski gibi yazar ve şairlere komşu oldu.
4. Ahmet Haşim – 4 Haziran 1933
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ahmet Haşim adlı kitabında, doktorunun “Keşke bir an evvel ölse de kurtulsa; çünkü her gün çektiği azap bin ölüme bedeldir” dediğini yazar. Aynı kitapta ölüm haberini alınca, bir yıldır beklemesine rağmen yıldırımla vurulmuşa döndüğünü de anlatır.
Haşim ölüm fikriyle o kadar çelişmektedir ki onun gözünde: “Ahmet Haşim hayat demekti. Bu formül haricinde bir Ahmet Haşim tasavvur etmek, fizikçe uyuşmaları mümkün olmayan unsurları bir araya toplamak gibi tabii kanunların, aklın, idrakin kabul edemeyeceği bir şeydi.”
5. Cahit Zarifoğlu – 7 Haziran 1987
1950’li yılların ikinci yarısı, Kahramanmaraş Lisesi… Cahit Zarifoğlu, Erdem Beyazıt, Ali Kutlay, Hasan Seyithanoğlu, Rasim-Alaaddin Özdenören kardeşler ve sonradan aralarına katılan Mehmet Akif İnan… Yedi Güzel Adam. Cahit Zarifoğlu’nun yoksul evinde şiir günleri düzenlediler. İkinci Yeni şiir akımını benimsediler. Cemal Süreya, Edip Cansever, Turgut Uyar’ın şiirlerini gece gündüz demeden, bıkmadan usanmadan birbirlerine yüksek sesle okudular.
“Anılar defterinde gül yaprağı
Gibi unutuldum kurudum
Başıma düştü sevda ağı
Bir başıma tenhalarda kahroldum
Sen kim bilir rüzgârlı eteklerinle
Kim bilir hangi iklimdesin, ben
Sensiz bu sessizlikle
Deliler gibiyim sensiz
Bu sessizlikle.
6. Cemil Meriç – 13 Haziran 1987
“Cemil Meriç’in üslubuna yansıyan yalnızlık daha çocukluk yıllarında başlamıştır. Ailesi Balkan Savaşı sırasında Yunanistan’dan Hatay‟a göç eder. Bu çevrede uyanan ilk yalnızlık ve yabancılık hislerini şu cümlelerle ifade etmektedir:
“Antakya’dan sonra Reyhaniye. Çerkez Mahallesi’ndeki ev. Bahçe, dere, mektep. Babamı yine akşamları görebiliyorum. Ablam Antakya’da okuyor. Ben yalnızım. Babam hep çatık kaşlı, annem hep mızmız. Kasabanın çocukları hep korkunç. Bol bol dayak yiyor, hep hakarete uğruyorum. şikayet edeceğim kimse yok. Mektep bahçesinde çocuklar oynuyor… Ben yine yalnızım ve yabancıyım, yabancı yani düşman. Dilim başka ve gözlüklerim var… Kendimden utanıyorum.”
Uzun süredir gözlerinden rahatsızlık çeken Cemil Meriç, 1954 yılında miyop olan gözlerini bir kaza sonucu kaybetmiştir. Gündüzünü kaybeden kuş misali, gözlerini kaybetmek Meriç için büyük bir üzüntü kaynağı, bir yıkılış olmuştur. İntihar etmeyi bile düşünmüştür.
Doktorun “Gözlerinizin açılması mümkün değil” sözleri üzerine, eşi Fevziye Hanım “Cemil eşin olarak izin veriyorum, nereye gidersen git, yeter ki yaşa” der. Bunun üzerine Hatay’a gider, kaldığı otelin lokantasında Lamia Hanım’la tanışır, Jurnal’de yer alan mektupların başlangıcı o geceye kadar gider.
Lamia Hanım o günden sonra Cemil Meriç’in hayatından çıkmaz. Eşi Fevziye hanım bu ilişkiyi bilir, başlangıçta zorlansa da, sonraları eşinin hayatı sevmesi, karamsarlıktan kurtulması, üretmesi için bu aşkı kabullenir. Jurnal 2’deki mektuplar bu aşkın belgeleridir adeta. Bu mektuplar bize, aşkın yüceliğini, vazgeçilmezliğini ve sıcaklığını yaşatır. Taparcasına sevmek, dürüstçe sevmek, yüreğiyle aşkı büyütmek, doğrusu, ancak bu kadar mümkün olabilir…
“Arzularımı susturamıyorum. Şımarığım, yaramazım, alçağım. Sel yatağına çekilmedi henüz. Mektuplarınla yaşıyorum. Garip bir hayat bu, seninle yatıyor, seninle kalkıyorum, ama yine de mütehassir (hasret çeken, özleyen)im, yine de… Lamiam benim, bütünüm, kemalim, zindanımı aydınlatan ışık, gözbebeğim.
Dünya kapkaranlıktı, bir kâbusu yaşıyordum. Bir akşam sen belirdin ufkumda. Önce sesdin, ışıl ışıl bir ses. Sonra alev oldun. Şimdi şafağımsın, Lamiam.”
“Yıllar pencerelerimizden kuşlar gibi uçup gidecek, biz, ölüm dudaklarımızda son şarkımızı yarıda bıraktığı gün aynı ürperti, aynı susuzluk, aynı hayranlık içinde can vereceğiz.”
“Sen benim vatanım, beşiğim, mezarım, kâinatım(sın).”
1984’te felç geçirdi, 1987 yılının Haziran’ında ise beyin kanaması geçirerek yaşama veda etti. Yıllar sonra yine yalnızlığıyla, “münzevi yalnızlığıyla” hatırlanacak ama giderek artan okurları sayesinde artık yalnız kalmayacaktı.
7. Peyami Safa – 15 Haziran 1961
Peyami Safa fıkra, makale, hikaye, roman türlerinde eserler yazmıştır. Gün Doğuyor adlı bir de tiyatro eseri vardır. Ama bir yazar olarak belirgin yönü, şüphesiz ki romancılığıdır. O, bir bakıma romancı yeteneğiyle doğmuştur denilebilir.
“Edebiyat, dokuz yaşımda başlayan ihtiraslarımdan biridir. On üç yaşımda Eski Dost diye yazdığım ilk çocukluk romanımın müsveddelerini hala saklıyorum.” demesi, bir anlamda söz konusu yeteneğin varlığını göstermektedir.
“İki yaşımda iken babam ve kardeşim Sivas’ta on ay içinde öldü. Böyle kısa bir fasılayla hem kocasını, hem çocuğunu kaybeden bir kadının hıçkırıkları arasında kendimi bulmaya başladım. Belki bütün kitaplarımı dolduran bir facia beklemek vehmi ve yaklaşan her ayak sesinde tehlike sezmek korkusu böyle bir başlangıcın neticesidir.”
On dört yaşından itibaren tek geçim kaynağı yazı olan, tepkileri ve romanlarından daha roman olan hayatı ile, Peyami Safa da bir Haziran gününde yaşama veda etmiştir.
8. Hasan İzzettin Dinamo – 20 Haziran 1989
Doğumundan ölümüne kadar bütün yaşamı acılar, yoksulluklar, işkenceler, sürgünler ve hapisler içinde geçti yazar-şair Hasan İzzettin Dinamo’nun.
Trabzon Akçaabat’taki mutlu çocukluğu kısa sürdü. Babası 1915’te savaşta ölünce, 6 çocuk ve annesi ile zor günler geçirdi. Bu nedenle 2 kız kardeşiyle beraber o zamanki adı Darüleytam olan öksüzler yurduna gönderildi. Ögretmenlik yaparken, komünizm propogandası nedeniyle 4 yıl hapis yattı. Hemen askere alındı. Ağır askerlik koşulları nedeniyle birkaç kez firar etti. Bu nedenle askerliğini yaklaşık 7 yıl yaptı.
Tezkereyi aldığında ne evi, ne aşı, ne işi vardı. Memleketinde kimse kalmamıştı. Seyyar fotoğrafçılık yaptı. Bir gazeteci arkadaşı vesilesiyle gazetede adab-ı muaşeret köşesini yazdı. Nazım Hikmet şiirlerinden sonra toplumcu şiirler yazmaya başladı. Tutuklanmalar, sürgünler, takipler, mahpusluklar hayatından hiç eksik olmadı. Ama o Menekşe’de kiraladığı gecekonduda hep yazdı. 9 roman ve şiirler… Kurtuluş Savaşı’nı “Kutsal İsyan” da, Çağdaşlaşma sürecini “ Kutsal Barış” da yazdı..
Bu zorluklarla dolu hayat, 20 Haziran 1989’da son buldu.
“aradığım fazla değil
bir lokma ekmek kapısı
ne ebediyetin yapısı
ne cennetin lokantası
yıldızları bile seyredemiyorum
vakit darlığından
her akşam boynu bükük
eve dönüyorum
eski ümitlerimin mezarlığından”
9. Ahmet Muhip Dıranas – 27 Haziran 1980
“Edebiyatımızda Fahriye Abla şiirinin şairidir. Ama kendisi bundan hiç memnun değildir. Başka şiirlerinin yok sayılıp, sadece bu şiirle anılması onu üzüyordu. Hatta keşke yazmasaydım demiştir. Tabii şiirle ilgili başka şeylere de üzüldü.
Şiirdeki “En sonunda varmışsın bir Erzincanlı’ya” dizesi Erzincanlıları rahatsız etti. Dıranas bunun teknik bir nedenden olduğunu, bir önceki dizedeki delikanlıya sözüne kafiye olsun diye yazdığını söylese de anlatamadı. Hatta, şairin anma gecelerinden birinde eşi Münire Dıranas’a, Fahriye Abla’yı kıskanıp kıskanmadığı bile soruldu.
Şiirleri edebiyatın önemli isimlerince, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi, Nurullah Ataç tarafından küçümsendi. Manzume dendi. Şiirde iddiasızdı, ama resimde alabildiğine iddialıydı. Feyhaman Duran, Bedri Rahmi, Cemal Tollu, Hikmet Onat gibi ressamları acımazca eleştirecek kadar.
Soyadının yazımında da hep sorun yaşadı.
“Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan lavanta çiçeği kokan kederleri”, “Hoyrattır bu akşamüzerleri”, “Ey unutuş kapat artık pencereni” dizeleriyle de hatırlanacakken, Fahriye Abla’nın solmayacak gölgesiyle yetinmek zorunda kaldı.
71 yaşında 21 Haziran 1980’de Ankara’da hayata gözlerini kapadı.
“Yeşil pencerenden bir gül at bana,
Işıklarla dolsun kalbimin içi.
Geldim işte mevsim gibi kapına
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.
Açılan bir gülsün sen yaprak yaprak
Ben aşkımla bahar getirdim sana;
Tozlu yollarından geçtiğim uzak
İklimden şarkılar getirdim san”
Kaynak:KMÜ Sosyal Bilimler Araştırmalar Dergisi, NTV Tarih Dergisi, Oda TV(Google)
Evet, bir garip aydır haziran, içinde umut taşıyan içinde şair yaşatıp şair alan toprağına ve su gibi huzur olan içlerimizdeki nâra..
Ne gariptir bunca değerin aynı ay da tevafuken nerdeyse birbirine çok benzeyen ölüm sebepleri ile tarihe islenmiş olması keza kazınmış olması akıllara ki unutamıyorum bir zarif hüzün gibi, dünya telâşım ne olursa olsun yüreğimin bir kenarında haziran olunca uçuşan bu hasretin ve hüznün etkisiyle aldım bu yazıyı da kaleme zaten.
Şairlerin kısaca hayatı ve ölümleri araştırmalarım sonucu belirttiğim kaynağa aittir, eksiksiz olması için orjinal hali ile tırnak içinde ekledim yazıma.
Belki olur da bilmeyenler varsa üstâdların hayatını olur ya bir akşam üstü kahvesi yahut bir sabah çayı eşliğinde okurlar ve duâ ederrek yâd ederler niyeti ile paylaştım.
Saygı ve duâ ile andığımı tekrar belirterek şiirseverler olarak üstâdları senede bir de olsa anmayı ihmal etmeyelim temennisi ile sonlandırmak istiyorum yazımı..
Okuyan ve duâ eden herkese can-ı gönülden saygı ve selamlarımla.
şiir ile kalınız, şiir gibi yaşayınız inşallah şu iki günlük dünya da.
Haziran2016/Z. Nâr