- 1017 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
EN AZILILAR, EN MASUMLARDAN DOĞAR
Ahmet Ankara’nın uç insanlarından biriydi. Ama ne uç!
Sahtekârlık, dolandırıcılık, uyuşturucu, fuhuş gibi aklınıza gelebilecek, toplum tarafından dışlanmış ne varsa hemen hepsine bir parça el atmış biri.
Kırk beş yaşında uzun boylu, iri yarı ve oldukça yakışıklıydı. Çok şık giyinmeye bakımlı olmaya da özen gösteriyordu.
Birden çok işi aynı anda yapıyordu. Bunca pis işe bulaşmış olsa da sanıldığı gibi çok zengin veya aynalı ofisleri olan bir mafya babası falan hiç değildi. Hayali oydu ama henüz ulaşamamıştı. Tarifsiz bir hırsı vardı. Din, ahlak, etik ve yasal sözcüklerini lügatinden çoktan çıkarmıştı sanki. Ankara’nın merkezi ama çok ta tercih edilmeyen bir semtinde gecekondudan bozma birkaç yan yana dükkânı kiralamış her birinde farklı işler yapmaktaydı.
Kimse tam olarak ne yaptığını bilmese de dükkânların birinde bağlama, birinde ikinci el eşya satıyor, bir diğerinde iş takibi yapıyordu. Yapıyor görünüyordu veya. İçeriği bilinmeyen sık ve uzun telefon görüşmeleri vardı bir de. Yanında çalışan birkaç erkek te işyerine sadece zaman zaman uğrar, genelde onun talimatıyla dışarıda bir şeylere koşturuyor olurlardı hep. Patronlarının yakından tanımazlar, ama onun ne kadar lanet, ne kadar sahtekâr, ne kadar acımasız olduğunu iyi bilirlerdi. Sevmezlerdi de.
Zengin ve sözü geçen biri olma hırsıyla sık sık sekreter adı alında gazetelerde ilanlar yayınlatır, gelen genç kızlara üç gün sonra asıldığı için kaçardı kızlar. Yeni birini başlatmıştı. On altı yaşında genç bir kızdı. Çalışmak zorunda olmasa bu ne iş yapıldığı belli olmayan garip yerde bir dakika durmayıp gidecekti ama gitmedi. Daha başladığının üçüncü günü mutfakta bulaşıkları yıkarken ( yan yana dizili köhne dükkânlardan penceresiz olanı) Ahmet içeri girmiş ve kızın arkasından sessizce yaklaşıp yanağından öpmüştü. Kız korkuyla elindeki bardağı yere düşürmüş ve ne yapacağını ne diyeceğini bilmez bir şekilde dışarı fırlamıştı…
…
Akşam eve gitmeden önce arkadaşının evine uğradı. Hala kulakları zonkluyor, bedeni istemsiz titriyordu. Arkadaşının annesi üniversite okuyor aynı zamanda büyük bir şirkette şube müdürü olarak çalışıyordu. Zeki bir kadındı ve gençlerle diyaloğu da iyiydi. Sevgiyle yaklaşır ve her fırsatta onlarla sohbet eder yol gösterirdi. Onu yargılamadan dinleyecek tek kişi olduğunu düşünmüş ve onunla konuşmaya karar vermişti.
Yıllık izinde olan genç kadın, kızın bakışları ve tedirgin tavırlarından bir gariplik olduğunu sezmiş ve Gülümseyen sevecen bir yüzle karşısında oturmuş onu dinliyordu. Olan biteni olduğu gibi ve gözyaşları içinde anlattı.
- Ne dersin Gül ablacığım? Ne yapmalıyım ben? Aileme anlatamam, babam gider vurur adamı. Hem artık bana güvenlerini de kaybettim. Sürekli iş değiştiriyorsun diye kızıyorlar bana.
-
- Anlatma da. Bana bırak sen o işi ve şimdi sorduklarıma cevap ver. Sen orada ne iş yapıyorsun tam olarak? Sekreter olarak girdim diyorsun peki bulaşık yıkamak ne alaka?
- Ya aslında Ahmet Bey, temizlik, yemek ve bulaşık için bir kadın eleman ilanı da vermiş ama henüz gelen olmadı. O gelene kadar ben bakıyorum yemek ve temizliğe.
Kızı dinlerken aklında dönüp dolaşan sorunun yanıtını bulmuştu kadın! Evet, bu ırz düşmanı adama haddini bildirmek için fırsat doğmuştu işte. Aklına ilk gelen yarın kızı alıp birlikte o ırz düşmanının iş yerine gitmek ve yüzüne tükürmek, gerekirse suratını dağıtmak olmuştu ama bunun dallanıp budaklanacağı ve kızın ailesinin de duyup ortalığın karışacağı ihtimaliyle vazgeçmişti.
Ama yaptığı taciz yanına kalmamalıydı ahlaksız adamın. Olayı bu şekilde üstlenmesinin sebebi kızın sadece arkadaşının kızı olması değildi. Bunun ötesinde sebepleri vardı genç kadının. Çok genç yaşta eşinden ayrılıp çocuklarıyla bir yaşam sürmek zorunda kaldığından beri benzer tacizlerle çok karşılaşmıştı. Yürekli ve cesurdu, her defasında üstesinden gelmiş, muhataplarını beklemedikleri tepkilerle yaptıklarına pişman etmişti. Öyle ki bir kaçını tekme tokat dövüp darp ettiği için tacizci erkekler “ beni darp etti” diyerek şikâyetçi olmuşlardı. Sanık olarak katıldığı duruşmalardan her defasında yargıç tarafından kutlanmış ve kazanan taraf olarak ayırmıştı. Karşı dava açıp olayın kamu davası olmasını sağlamış ve kişiler gerekli cezaları almışlardı. Var olan cesaret ve yüreği hafta sonları gittiği spor salonunda aldığı savunma sporları dersleriyle güçlendirmişti sonrasında
Buna rağmen içinde bitmeyen bir öfke vardı namus şarlatanları tacizcilere karşı. Kendisi artık daha güçlüydü yaşama ve içinde barındırdığı çirkinliklere karşı ama daha zayıf ve güçsüz olan kendi durumundaki kadınları düşünür üzülürdü. İlle de savunmasız küçük kızların bu acımasız kurtlar sofrasında neler yaşadıklarını nasıl çaresiz kaldıklarını düşünmek onun öfkesini hep sıcak tutuyordu. Birilerinin deniz de kum tanesi misali olsalar da bu ahlaksızlara hadlerini bildirmeleri gerekiyordu. İşte şimdi tam da böyle bir olayla burun burunaydı ve bu şansı kaçırmamalıydı!
- Şimdi beni dinle. Yarın hiçbir şey olmamış gibi işe gidecek ve adama “ Tanıdığım bir abla yemek ve temizlik için burada çalışmak istiyor “ diyeceksin. Ama sakın eğitimli, şurada çalışıyor vs. gibi açıklamalar yapma. Ben çalışmaya çok ihtiyacı olan, okumamış beş çocuklu biriyim. Ona bu şekilde anlatacaksın. Adam “Gelsin görüşelim” derse hemen beni arayacaksın geleceğim. Ama kesinlikle tetikte oluyor ve adamla asla ama asla yalnız kalmamaya dikkat ediyorsun, anlaştık mı?
Kız şaşırarak baktı kadının yüzüne.
- Nasıl yani Gül abla? Sen gelip orada bulaşık mı yıkayacaksın? Dünyada inanmam. Sen ki eğitimli kariyer sahibi birisin. Nasıl olur ya? Hem neden?
- Nedenini niçinini bana bırak şimdilik ve sadece dediklerimi yap sen. Tamam mı?
Hiçbir şey anlamayan genç kız çaresizce boynunu bükerek;
- Peki tamam… Dedi.
…
Arayan genç kızdı ve adamın onu beklediğini söylüyordu. İşler olmasını istediği gibi gidiyordu.
- Bak ablacığım, ben gelip görüşürken sen içeri girip ailenin çalışmanı istemediğini ayrılacağını söyleyip çıkacaksın işten tamam mı?
- Peki tamam…
Artık kullanmadığı iyice eskimiş kıyafetlerinden giyinip, saçlarını ensesinde tokayla topladı ve yüzündeki makyajı iyice temizleyip çıktı evden. Ayağına kapı önünde duran arkasına basmaktan yassılaşmış, bakkala giderken giydiği eski iskarpinleri geçirdi aceleyle.
…
- Hoş geldiniz. Kızım bize iki çay getir.
Gösterişli masasının arkasında koltuğa yayılmış küstah adam küçümser gözlerle inceliyordu genç kadını bir yandan.
- Şey… Ahmet Bey… Çayları getirdikten sonra gideceğim ben.
- Ne? Nereye?
- Şey… Ailem burada çalışmamı istemiyor. Az önce annem aradı işten ayrılmamı söyledi. Şey… Başka bir iş bulmuşlar bana… Babamın bir arkadaşı…
- Tamam, tamam kes! Bu ne yahu? Hem açlıktan ağızları kokar hem de iş beğenmezler. Tamam, git ne halin varsa gör.
- Peki, çalıştığım günlerin ücreti?
Çekinerek konuşuyordu kız. Bir yandan genç kadına bakıyor yardım istiyordu sanki ellerini ovuşturarak. Kadın kaş göz hareketiyle ısrar etmeyip gitmesini işaret etti.
Adam küstahlığı abartmıştı.
- Ne ücreti be? Toplasan bir hafta olmadı. Hem beni yüzüstü bırak git hem de ücret iste. Bu ne yüzsüzlük yahu? Yok, sana para mara.
Kız sessizce çıktı dışarı.
- Evli miyiz Gül Hanım?
- Hayır, abi ayrıldım.
- Hmm… Çenesine doğru uzayan bıyıklarıyla oynayan adam kirli bir Gülüşle devam etti sormaya.
- Çocuk var mı?
- Var. Ellerinizden öper beş tane.
- Peki, buradan alacağın maaş yetecek mi?
- Yeter abi… Yettiririm.
- Bak fazla heveslenme. En fazla 150 TL verebilirim sana. Zaten zor bir iş değil. Günlük dört beş kişiye yemek hazırlayacaksın. E bir de çay temizlik falan.
- Yaparım abi.
Boynunu bükmüş önüne bakarak konuşuyordu genç kadın. Üniversitedeyken tiyatro çalışmaları olmuştu. İstediği zaman farklı bir kimliğe bürünebiliyor farklı şiveleri konuşabiliyordu rahatça. Adamın verdiği tepkiye bakılırsa bu kez de rolünü oynamayı başarmıştı galiba.
Buraya gelmeden önce biraz da kızın anlattıklarına dayanarak aklından geçirdiği ortam ve adamın fiziksel profili konusunda pek yanılmamıştı. Ama hesaba katmadığı bir şey olmuştu. Öteden beri insan tanıma konusunda çok iyi olduğunu iddia ederdi hep ve pek yanıldığı da söylenemezdi.
Hatta birçok platformda benzer konularla ilgili şunu sık söylerdi. “ Bir insanı tanımak istiyorsanız, söylemleri ve beden hareketlerinden ziyade gözlerine bakın. Ama görmek için bakın. Çünkü insanlar dillerine bedenlerine hükmedebilirler. Tek hükmedemedikleri gözleri ve bakışlarıdır.”
Konuşurken bir ara kafasını kaldırdığında adamla göz göze gelmişti. İşte ne olduysa o an oldu. Tüm yılışık ve rahatsız edici söylemleri ve itici beden hareketlerinin tam tersi gözlerinde tertemiz masum ve acı çeken bir çocuk görmüştü kadın! O andan itibaren akşamdan beri planladığı tüm intikam planları alt üst olmuştu. Normların üstünde hızlı düşünme yeteneğine sahip olan kadın hemen o anda orada yeni bir plan yapmıştı bile.
…
Sabahları gelip her yeri temizliyor, gelen “ayak takımından” erkek misafirlere çay servisi yapıyor, öğlen saatlerinde beş kişilik yemek yapıp bulaşıkları yıkıyordu. Yeni planına göre hareket ettiğinden bu hizmetler onu rahatsız etmiyordu. Amacına ulaşması için gerekli basamaklardı bunlar. Eski planı neydi peki? Gardını almıştı. En fazla birkaç gün çalışıyor görünecek adamın yapacağı ilk hamlede (ki muhakkak yapacaktı) ağzını burnunu dağıtacak Dicle’ye yaptığını da açıklayıp yüzüne tükürecek çıkıp gidecekti. Genç bir kızın belki de yaşamı boyunca psikolojisini bozacak böyle düşüncesiz ve ahlaksızca davranmaya kimsenin hakkı yoktu.
Adam ilk günlerde aklından yine benzer şeyler geçirse de adını koyamadığı garip bir sezgiyle yeni işçiye karşı saygı duyuyor ona yaklaşmaktan çekiniyordu. Denemişti aslında. Mutfakta yalnızken, yemek yaparken veya bulaşık yıkarken yanına gitmiş ama kadın çok zeki bir manevrayla uzaklaşmış, hevesini ıskalamıştı her defasında. Ama amacını anladığı halde yine Ahmet’in anlayamadığı bir şekilde anlamamış gibi davranıp adamı rencide etmemiş, aptalı oynamıştı sanki zekice.
Fakat yine her defasında bazen dini, bazen ahlaki, bir takım yaşanmışlıklardan kıssalar anlatıyordu. Bunu da sanki farkında olmadan öylesine yapıyordu. Kadının sanki o an aklına gelmiş gibi anlattığı kıssalar ve ağzından dökülen söylemler adamı olduğu yere çakıp düşündürüyordu. Kadının karşısında aciz ve güçsüz duruma düşmemek için başlarda birkaç kez patron olma hakkını kullanarak yüksek sesle itiraz etmiş, alay etmiş ama kadının sakin bir Gülümsemeyle ve hipnoz etkisi yaratan sesiyle yanıt verdikçe, yine kaybeden taraf olup susmak zorunda kalmıştı.
Mesela bir defasında adam akşam çıkışta onu arabasıyla eve bırakmak istemiş;
- Vakit erken daha. İstersen önce bir yerlere gider bir şeyler içer sohbet ederiz sonra da eve bırakırım seni. Hem birbirimizi daha yakından tanırız ne dersin? Demişti.
Adamın çirkin niyetini anlayan kadın kendinden emin ve sakin bir sesle:
- Çok iyi niyetli olduğunu adım gibi biliyorum değerli abim. Ama ben bir anayım. Evde beni bekleyen beş çocuğum varken dışarıda geçireceğim her dakika onlara haksızlık bana ölümdür. Ayrıca insanları tanımak için muhakkak onlarla bir yerde içki içmek gerekmiyor. Kişi gözlerinde ve sözlerinin satır aralarında gizlidir. Bak mesela, seninle çok az konuşmuş olsak ta ben seni çok iyi tanıyorum. O kadar iyi niyetli o kadar temiz kalpli birisin ki dilin ne derse desin, gözlerinden belli oluyor. Diye yanıtlamıştı.
Gün boyu akşam kadına yapacağı teklifin planını yapan ve kendince düşler kuran adam bu yanıt karşısında afallamış, utanmış ve sadece:
- Tabi… Tabi… Sağol… Diyebilmişti.
Buna benzer diyaloglar gerçekleştikçe vazgeçti ona yaklaşmaktan. Önceleri sadece adıyla seslenirken sonra kendisinin de anlam veremediği bir içgüdüyle “Hanım’ı eklemeye başladı adının yanına. Bunu neden yapıyordu? Kimdi bu kadın? Neydi ondaki bu kendisini etkisi altına alan garip gücün adı?
İlk günlerde kullandığı emir kipli istekleri de değişmeye başlamıştı adamın. “getir” götür” yerine “ getirir misiniz ?” “ götürür müsünüz?” ler almaya başlamıştı. Son günlerde ise “kardeşim” diyordu kadına. Gariptir ki bunu da laf olsun diye değil isteyerek ve içten söylüyordu. Buna kendisi de inanamıyordu. Çok uzun zaman olmuştu bir kadına kardeşim demeyeli.
…
On gün olmuştu alışmaya başlayalı. Gün içerisinde birkaç kez muhakkak yaptığı “ders verme” veya adamı rahatsız eden sarsan “bilinçaltı kurcalama” görevi de sayılmazsa, sessizce geliyor, sessizce tüm işlerini yapıyor ve yine geldiği gibi sessizce gidiyordu. Ama her biten günün sonrasında arkasında ağır ve bariz bir etki ve iz bırakıyordu. Adam başını iki eli arasına alıp uzun uzun düşünüyordu o gittikten sonra.
Yıllardır yapmadığı şeyi yapmaya “düşünmeye” başlamıştı. Fakat bu düşünme seansları onu huzursuz ediyordu. Birkaç kez
“ Amaaan sen de! Salla gitsin. Neyse ne sen işine bak” diyerek sıyrılmak istese de ertesi sabah kadının gelmesiyle yine aynı garip atmosferin etkisi altına giriyordu. Sanki kadın onun sihirli güçlerini almıştı elinden. Her gün biraz daha çöküyordu omuzları. O bağıran çağıran astığı astık adam gidiyor yerine sessizleşen, içine kapanan bir adam geliyordu gitgide.
Bir sabah yanında altı yaşlarında bir erkek çocukla bir kadın gelmişti işyerine. Dağınık ve tepede gelişigüzel toplanmış röfleli saçları olan kadın hayli kiloluydu. Üstünde yataktan çıkmışçasına bir eşofman, yakası göğüslerinin yarısına kadar açık salaş bir tişört vardı. Yüzündeki akşamdan kalma gözaltları akmış makyajı ile yüzünü yıkamadan sokağa çıktığı belli oluyordu. Ağzında ara ara patlattığı çiklet odadaki sessizliği bozuyordu. Odada bulunan boş çay bardaklarını toplayan Gül göz ucuyla baktı kadına. Bunu fark eden kadın çok sert bir bakışla karşılık verdi. Sanki Gül’ün varlığından rahatsız olmuş gibiydi. Elinde sıkı sıkı tuttuğu birkaç faturayı adama doğru sallayarak:
- Kaç gündür oyalıyorsun. Bak ikiyken üç oldu faturalar. Elektrik te geldi. Yakında suyu da elektriği de keserler rezil oluruz. Haydi, bugün para ver de yatırayım şunları! Diye bağırdı.
Kadının sabah erkenden ve habersiz işyerine gelmiş olmasından ilk defa bu kadar huzursuz olmuştu Ahmet. Evli ve üç çocuklu olan kadının kocası ayyaşın tekiydi ve çalışmıyordu. İşyerine yakın bir gecekonduda yaşayan kadın altı aydır sevgilisiydi. Daha doğrusu “sevgilim” dediği çarpık ilişkiler yaşadığı kadınlardan sadece biriydi. Zaman zaman birlikte oluyorlar, adam da kadının faturalarını ödüyor, çocuklarının okul masraflarını karşılıyordu. Bir keresinde kocasının evde olmadığı bir saatte kadının evinde buluştuklarında az daha unuttuğu telefonunu almak için geri dönen kocasına yakalanacaklardı. Neyse ki evin çift sokak kapısı vardı ve tehlikeyi sezen adam hemen arka kapıdan sıvışmış koşarak uzaklaşmıştı oradan.
- Tamam, hallederiz bugün bağırma… Diyebildi Ahmet sessizce. Bir yandan da Gül’ü işaret ediyordu kadına.
- Bağırtma sen de! Hem daha bak (ortada duran sehpanın üstündeki süs eşyalarıyla oynayan çocuğunu göstererek) okuldan para istemişler. Bir haftadır okula gitmiyor çocuk para olmadığı için.
- Tamam, sus onu da hallederim.
Kadın aniden dönüp Gül’e baktı ters ters
- Sen hep burada mı duracaksın? Bizi mi dinliyorsun? Çıksana dışarıya be!
Karşılık vermeden çıktı Gül. Rolünü hatırlayıp dişlerini sıkıp sustu. Yoksa orada haddini bildirecekti kadına. Bir süre sonra adamın onu çağırmasıyla tekrar odaya girdiğinde kadın gitmişti.
- Kusura bakma ya kardeşim ya… Densizlik etti… Cahilliğine ver.
- Önemli değil abim. Herkes kendine yakışanı yapar. Özür dilerim ama eşiniz miydi?
- Hayır! ( Çok sert söylemişti bunu) Öylesine işte…
Kısa bir sessizlikten sonra sebebini bilmediği bir içgüdüyle kadına anlatmaya başladı sarışın kadınla olan ilişkisini. Durup durup Gül’ün yüzüne bakıyor anlattıklarının onun üzerinde yarattığı etkiyi ve vereceği tepkiyi anlamaya çalışıyordu. Konuşmasının bir yerinde Gül tam bir şey diyecek gibi olduğunda, onu yargılayacağını sanıp hemen kadını kötülemeye başladı adam. Gül elini adama doğru kaldırarak:
- Kendisi burada yokken gıyabında konuşmak hele kötü konuşmak doğru değil abim. Lütfen en azından bana anlatma ve beni suç ortağı yapma. Ne onu ne seni ne de yaşadığınız ilişkiyi yargılama hakkı bana düşmez kadın da benim gibi bir ana. Rabbim ıslah etsin ve güzel ahlak ihsan eylesin demek düşer bana sadece. Sen de öyle de. Doğru ya da yanlış, bir ilişki yaşadığın kadının arkasından namusuna dil uzatman sence doğru mudur? Hep diyorum ya güzel abim, mesele güzel ahlaklı olma meselesi sadece. Bir hadis der ki:
- “Güzel ahlak, büyük günahları, suyun kirleri temizlemesi gibi temizler. Kötü ahlak ise, salih amelleri, sirkenin balı bozduğu gibi bozar.”
Yine susturmuştu işte. Susturmaktan öte utanmıştırdı da. Böyle zamanlarda kadına kızsa da bu tepkisini gösteremiyordu. Suçlu bir çocuk gibi sadece başını önüne eğip susuyordu.
Yine bir gün beklediği para gelmediği ve yüklü çeklerini ödeyemediği için öfkelenmiş telefonla bağıra çağıra konuşurken kadın girdi odasına. Onu görünce
- Tamam, be lanet olsun! Diyerek kapattı telefonu ve kadının uzattığı çayı alıp koltuğuna oturdu.
- Ben bittim ya bittim!
Gülümseyen gözlerle baktı adama kadın:
- Hazreti Mevlana ne güzel demiş:
“Küle döndüysen, yeniden güle dönmeyi bekle. Ve geçmişte kaç kere küle dönüştüğünü değil, kaç kere yeniden küllerin arasından doğrulup yeni bir gül olduğunu hatırla!”
Her gün bir olayı, bir konuşmayı bahane ederek verdiği “fırsat eğitimleriyle” çoktandır unuttuğu, unutmak istediği isimleri ve değerleri hatırlatıyordu kadın. Hz. Muhammed, Mevlana, Şems, Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli…
Sufi gibiydi. Adamın en öfkeli olduğu, işlerin en ters gidip çileden çıktığı anlarda bile bir cümle ile ortamın ve adamın havasını değiştiriyordu. Bazen Kuran’dan bir ayet, bazen bir hadis bazen de bir atasözü ile söylediklerini pekiştiriyor usul usul beynine işliyordu kazırcasına.
Bunu öyle ustaca yapıyordu ki rahatsızlık duymuyordu adam. Karşılık ta veremiyordu. Sadece uzun uzun bakakalıyordu ardından. Etkisinin en önemli sebebi asla suçlamamasıydı konuşurken. Israrla “ Sen iyi ve dürüst bir adamsın aslında”’yı vurguluyordu gizlice.
…
Gönüllü üstlendiği bu garip görevi ve on beş günlük yıllık iznini bu görev için harcamasını anlamıyorlardı arkadaşları. İş çıkışı arkadaşlarıyla bir kafede oturmuş çay içiyorlardı. Herkesin merak ettiği şey aynıydı. Böyle saçma sapan bir oyunu neden oynuyordu? Hiç tanımadığı bir adamın yanında hizmetçilik yaparak ne amaçlıyordu? Hepsinden önemlisi hayatını da tehlikeye atıyordu. Çayını yudumlarken umursamaz ve Gülümseyerek tek yanıt verdi ona dikilmiş gözlere bakarak.
- Her insanın içinde temiz bir insan vardır. Ön yargılarımızla onları imha etmek işin en kolay ve en haksız yoludur. Hepimiz birazcık zaman ayırabilsek biraz dinleyebilsek onları belki de kurtaracağız. Ben o zalim, ahlaksız ve dolandırıcı adamın gözlerinde o temiz insanı gördüm! Ve göreceksiniz kendisi de görecek ve kurtulacak!
En yakın arkadaşı;
- Bu hep böyleydi arkadaşlar. Biz ne dersek diyelim bildiğini okuyacak kadar da inatçıdır. Bazen sokaktan bir kimsesizi bulur evine getirir, aş, iş, ev ayarlar ve sonra kendi kanatlarıyla uçması için hayatın koynuna bırakır. Bazen evden kaçan bir kızı evlat edinir, bazen mahallenin dışladığı çocuklu dul bir kadını evine alıp sahip çıkar korur. Ben yıllardır anlayamadım, kafa yormayın siz de anlayamazsınız vesselam!
- Desene Robin Hood’un farklı bir versiyonu.
Aralarına yeni katılmış olan erkek şube müdürüydü son cümleyi söyleyen. Katıla katıla güldüler onun bu benzetmesine. Yakın arkadaşı:
- Evet, evet doğru bu. Ama kadın versiyonu.
Buna da güldüler.
- Gülün siz arkadaşlar. Bir söz vardır bilir misiniz? “Bir insanı yargılamadan önce onun ayaklarıyla en az kırk gün yürümeniz gerekir” der. Çok severim bu sözü ve de çok doğrudur. Bu felsefeye inanan ve hayatına adapte eden insanlar sizin “aykırı” dediğiniz insanlardır. Ben de size göre o aykırılardan biriyim. Hayatınıza yön veren ve kişiliğinizi biçimlendiren bir takım saçma sapan atasözleriniz var mesela. Benim tartışmasız reddettiğim. Evet, bazıları aklın ürünü ve doğrudur katılıyorum. Ama çoğu bana ters. Hem kim söylemiş bunları? Hangi boş zamanda ve hangi olayı, sayıyı ölçü alarak demiş? Her atasözü için genelleme yapılabilir mi? Örneğin bana kesinlikle uymayan ve reddettiğim bir atasözü var. “ Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” der. Şimdi hepiniz buna “ Elbette “ diyorsunuz içinizden biliyorum ama ilgilenmiyorum.
Konuşurken ayağa kalkmış masanın etrafında dolanıyordu usul usul. İşaret parmağıyla teker teker arkadaşlarına işaret ederek devam etti sözlerine:
- Evet, bu sana tıpatıp uyabilir mesela, sana da. Evet, sen de bu atasözüne göre seçiyorsundur arkadaşlarını belki evet.
Sözlerinin burasında olduğu yerde durdu ve derin bir nefes aldıktan sonra sesini yükselterek devam etti:
- Bana değil ama! Ben hayatımı, duygu ve düşüncelerimi kimin ne zaman ne için söylediğini bilmediğim ve kişiliğimi esirleştiren kısır dikte eden cümlelere hapsedemem! Yarın yanımda bir hırsızı, diğer gün bir fahişeyi, başka bir gün bir katili görebilirsiniz!
Evet, evet görebilirsiniz. Bakıyorum gözlerinizi kocaman açarak bakıyorsunuz bana. Bunu bekliyordum şaşırmadım. Ne yani şimdi siz bana madem öyle sen de bir hırsız, bir fahişe bir katilsin mi diyeceksiniz? Diyebilir misiniz?
Hani şu “mahalle baskısı “ dedikleri mahkemenizde darağacına mı asarsınız beni?
Sizin gibi düşünmeyip, davranmayıp üstüne körü körüne inandığınız atasözlerinizin bazılarını reddettiğim için beni dışlar mısınız aranızdan?
Aniden sustu kadın. Gözlerini çıt çıkmayan masada arkadaşlarının alt üst olmuş yüzlerinde dolaştırdı sırasıyla bir süre. Garip ve sorgulayan gözlerle birbirlerine bakıyorlardı. Nefeslerini tutmuş gibiydiler. Saatine baktı, hayli geç olmuştu. Bu konuşmayı burada noktalayıp eve gitmeliydi. Sabah erken uyanıp gitmesi gereken bir işi vardı. Oyun bile olsa.
Son sözü yine genç kadın söyledi:
- Neyse bana müsaade arkadaşlar. Geç oldu. Bu konuşma çok su götürür. Daha geniş bir zamanda isterseniz konuşur tartışırız.
Gelelim Ahmet beye. Sona yaklaşıyorum. Zaten iznim de bitmek üzere. Birkaç gün sonra beklediğim şey olacak ve göreceksiniz ben haklı çıkacağım. Ha size de küçük bir fırsat eğitimi, benim yaptığım şeyin adı, anlayamadığınız adını koyamadığınız ve insanlara çok zor gelen “pozitif düşüncedir” Anlayamayacağınız hatta belki alay bile edeceğiniz bir sır vereyim size kendimle ilgili. Ben çocukluğumdan beri “özel bir görevle” gönderildiğimi hissediyorum bu dünyaya. Çoğunluğun dışladığı, sırtını döndüğü, ezdiği insanların yanında olmak görevidir bu ve inanın benim hayattan aldığım haz, mutluluk çoğunuzdan daha fazla, sahip olduğum manevi servet ise rakamlarla ifade bile edilemeyecek kadar büyüktür.
…
İşe başladığının on dördüncü günüydü. Kadının kafası karışıktı. Daha kısa ömür biçmişti aslında. “Bu kadar uzamamalıydı” diye geçirdi aklından. “Yoksa arkadaşlarım haklı mı çıkacaklar? Akıntıya kürek mi çekiyorum yoksa?”
Rutin işleri yapıp mutfağa geçti. Giriş kapısının hemen sağındaki sandalyeye çöktü. Kafasında cirit atan sorulara rağmen için için sona yaklaştığını hissediyordu. Adam istediği kıvama gelmişti. Zırhı dağılmış, pençeleri dökülmüş sesi kısılmıştı. Direnemiyordu.
“ Evet, az kaldı biliyorum. Eli kulağında, az sonra düşündüğüm şey gerçekleşebilir…”
…
Arkası kapıya dönüktü ama ağır ağır ve gıcırdayarak açılan kapıdan girenin kim olduğuna bakmadan anlamıştı. Sanki yazılmış bir senaryoyu oynuyordu. Her şey görünmeyen yönetmenin direktifleri ve isteği yönünde gerçekleşiyordu. Gelen Ahmet beydi. Bakmasa da bundan emindi.
“ Evet, o an geldi! Şimdi son perdeyi oynayacağız…” diye geçirdi içinden.
Kapıdan giren güneş ışığı adamın gölgesini düşürmüştü içeriye. Usulca kapattı ardından kapıyı ve kilitledi adam. Bir süre ayakta durdu sessizce. Başka zaman olsa bu durumda kadın huzursuz olup yerinden kalkıp dışarı çıkardı ama yapmadı. Çünkü tam tersi inanılmaz huzurluydu ve onunla bu dar ve karanlık alanda yalnız kalmaktan asla ama asla rahatsız olmuyor, aksine birazdan yaşanacakları düşünüp heyecanlanıyor, mutlu oluyordu.
Adamın her hareketini önceden kestiriyordu adeta. Yanılmıyordu da.
Uzun boylu adam kadının sol tarafında sessizce yere çöktü. Bir süre başını öne eğip bekledi. Kadın göz ucuyla baktı adama.” Son iç hesaplaşmasını yaşıyor evet” diye düşündü.
Sağ elini kadının dizine koyup konuşmaya başladı. Sesi kısık ve çatallı çıkıyordu.
- Başardın işte. Kırdın direncimi.
Devam edecek gibiydi sanki ama konuşamadı ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Bir çocuk gibi savunmasız, katıksız, riyasız hem de.
İçgüdüsel miydi, yoksa o görünmeyen yönetmenin verdiği komut muydu bilinmez, kadın o tamamen art niyetsiz ve cinsiyetsiz dizine konulan elin üstüne elini koydu konuşmadan. Bu hareketi adamın hıçkırıklarını katladı ve önüne eğdiği başını kadının elinin üstüne koyup ağlamaya devam etti adam. Eline damlayan gözyaşları kadına üstünden bir dağ kalktığını hissettirdi. Mutluydu kadın ve sessizce gülümsüyordu.
“ Başardım! Başardım!” diyordu içindeki mutlu ve heyecanlı ses.
- Sekiz yıl sonra ilk kez konuşacağım. İlk kez birine güveneceğim.
Hıçkırıklarla kesilen konuşmasına devam etti adam. Susmak istemiyordu. Durmaksızın konuşmak istiyordu.
- Bunu nasıl başardın ne yaptın bana bilmiyorum ama dağımı yıktın, putumu devirdin. Bak koca Ahmet Bey şuan senin ayaklarının dibinde ve küçülmüş…
Bir çocuğun kafasını okşar gibi okşuyordu kafasını adamın kadın.
- Konuş abi. Susma. Akıt içindeki zehri. Akıt ve yeniden doğ.
Derin bir iç çekişle başladı adam konuşmaya. Eski bir tarihin derinliklerinden geliyor gibiydi sesi.
- Bundan sekiz yıl önce bir devlet dairesinin muhasebesinde çalışan dört memurdan biriydim. Sorumluluk duygum, dürüstlüğüm ve çalışkanlığım amirlerim tarafından sık sık vurgulanırdı. Bu doğruydu da. Zaten başka türlüsünü bilmiyordum ki? Namazında niyazında kendi halinde biriydim.
Evliydim, severek evlendiğim dünya güzeli bir karım ve pırıl pırıl iki çocuğum vardı, biri kız biri oğlan. Mutluydum. Akşamları iş dönüşü evime giderken çocuklarıma helal lokma taşımanın huzuru en büyük zenginliğimdi.
…ve bir gün…
Kısa süre kesilmiş olan hıçkırıkları tekrar başlamıştı. Sabırla ve adamın saçlarını okşayarak bekledi kadın yeniden konuşmasını.
- Bir gün 25 bin liralık açık çıktı hesapta. Dönüp dönüp sayıyor hesaplıyor ama işin içinden çıkamıyordum. Yoktu!
Önce diğer üç arkadaşıma sonra da amirlerime bildirdim olayı. Şoktaydım. Yargılayan, sorgulayan suçlayan bakışlar ve seslerden başka bir şey görmüyor duymuyordum. Senin anlayacağın berbat bir sürecin sonunda kendime geldiğimde demir parmaklıklar arkasındaydım. Feryatlarımı kimse duymuyor suçsuzluğuma kimse inanmıyordu.
Her biri bin asır süren duruşmalarda beni asıl yıkan kurum çalışanlarının, amirlerin, savcının söyledikleri değil ailemin tavrıydı. Babam, erkek kardeşim ve karım bana inanmıyorlardı! Düşünebiliyor musun bana inanmıyorlardı!
Dört yıl, tam dört yıl bir kez bile gelmediler ziyaretime. Sadece hırsızlıkla suçlanmamış aynı zamanda terkedilmiştim. Bir defasında kurum dışından bir arkadaşım gelmişti. Ondan öğrendim, benden utanıyorlarmış!
Yine de öfke duymuyor, onlara kızmıyordum. Çıkınca onlara hırsız olmadığıma inandıracaktım bundan emindim.
Cezamın bitmesine iki yıl kala başgardiyan geldi ve yüksek sesle adımı haykırıp:
- Müdür bey seni bekliyor. Dedi.
…
- Haydi, geçmiş olsun serbestsin.
- Nasıl yani? Nasıl? Ne oldu?
- Gerçek hırsızlar yakalanmış.
Sevinmem, çığlık atmam, mutlu olmam gerekiyordu normalde değil mi?
Ama ben yapmadım. Yapamadım. Boş bir çuval gibi olduğum yere yığıldım. Konuşamıyordum.
- Hey sen! Ne oldu? Sevinmedin mi? Revire götürün şunu çabuk!
İğneler serumlar derken gözümü açtığımda iki gardiyan başucumdaydı.
- Hadi hazırlan çıkıyorsun. Dedi uzun boylu olanı.
Üç beş parça kıyafetimi almak için koğuşa döndüğümde arkadaşlarım neşeyle beni kutluyordu ama ben tepki veremiyordum. Sonunda üst ranzamda yatan samimi olduğum kişi yanıma geldi, elini enseme atıp yüzüme baktı.
- Neyin var senin? Bugünü beklemiyor muydun? Ne bu halin?
Yutkunarak tek cümle konuşabildim.
- Peki, benim boşa giden dört yılımın hesabını kim verecek?
…
Suçlular kimdi diye merak ediyorsun sen şimdi değil mi? Beni en çok suçlayan, duruşmalarda aleyhimde nutuklar atan amirim ve bizim bölümde çalışan ve sonradan sevgilisi olduğunu öğrendiğim kadın memur. Ne garip ya, evli ve üç çocukluydu kadın üstelik…
Sabah erkenden çıkardılar beni. Tek düşünce vardı kafamda bir an önce evime gidip eşime çocuklarıma kavuşmak. Onlara müjdeyi vermekti.
…
Üçüncü kez zile bastıktan sonra kapı açıldı.
Benden beş yaş küçük bekâr erkek kardeşim yarı çıplak bir şekilde açtı kapıyı. Anlamıyordum, anlamaya çalışıyordum. Boğazım düğümlenmişti konuşamıyordum. Tam bir şeyler soracak gibi oldum ki yatak odasının açık kapısında eşim göründü. Saçları dağınık üstünde mini bir gecelik vardı. Beni görünce hortlak görmüş gibi baktı önce. Sonra dış kapıya gelip:
- Sen hangi yüzle geliyorsun bu kapıya şerefsiz! Diye bağırdı. Defol git hırsız. Bir daha da gelme sakın!
Ne konuşabiliyor ne de kıpırdayabiliyordum. Bir adım öne gelip omuzumdan hızla itti beni. Erkek kardeşim, eşimin kolundan tutup içeri çekerken;
- Yapma hayatım, çocuklar uyanacak konu komşu duyacak. Gir içeri kapatalım kapıyı hangi cehenneme gidiyorsa gitsin bu hırsız bozuntusu.
- Anneee! Ne oluyor yaaa?
Yatak odasının hemen karşısındaki çocuk odasından genç bir kız ve delikanlı çıkmış gözlerini ovuşturarak bana bakıyorlardı. Tanrım! Bunlar benim çocuklarım mıydı? Kocaman olmuşlardı. Neredeyse tanıyamayacaktım. Dört yıl önce hapse girdiğimde kızım on oğlum sekiz yaşındaydı. Vay be…
- Girin içeri kızım yok bir şey. Şu yüzsüz hırsız gelmiş onu kovuyordum. Hangi yüzle gelmişse artık.
Kızımla göz göze geldik kısa bir an.
- Sen ha! Defol be! Senin yüzünden neler yaşadık yıllarca biliyor musun? Arkadaşlarım bize “hırsızın çocukları” dedi yıllarca. Sen baba mısın be! Defol git, senin gibi bir babamız yok bizim. Amca kapat şu kapıyı yüzüne.
Yarı çıplak erkek kardeşim gözlerime bakmaya cesaret edemeden kapıyı sert bir şekilde çarptı suratıma…
…
- Defol hırsız mendebur! Verdiğim emekler haram olsun! Hangi yüzle geliyorsun?
Suratıma kapatılan ikinci kapı, babamın evinin kapısıydı.
Sessizliğimi o an bozabildim. Şuursuzca, istem dışı avazım çıktığı kadar, ciğerlerimi yırtarcasına çığlık attığımı hatırlıyorum hayal meyal. Aklımda kalan bölük, pörçük anlar; babamın küfür dolu ağzı ve tiksinerek bakan suratı, toplaşan komşular, siren sesi, birileri tarafından bağlanan kollarım ve ambulansın tavanındaki gözlerimi yakan lambaydı…
Hastaneden üç gün sonra taburcu edildim. İki gün sokaklarda yaşadım. Bilmediğim yerlerde tanımadığım insanlarla ahbaplık kurdum. Sokak çocuklarıyla aynı yatağı paylaştım, aynı kirli tabaktan yemek yedim. Bu, konuşmayan, sorularını yanıtlamayan adını bile bilmedikleri uzun boylu, saçı sakalı birbirine karışmış adamı ( muhtemelen beni ahraz sanıyorlardı) sevmişlerdi galiba.
Üçüncü gün saatlerce yürüdüm nereye gittiğimi bilmeden. Şuan hala hatırlamıyorum inan. Ankara’nın neresiydi diye sorsan bilmem. Boş bir araziydi. Şehrin ışıkları çok uzakta kalmıştı. Avazım çıktığı kadar bağırdığım gecenin boşluğuna ve o an yemin ettim.
- Bekleyin görün ulan! Bundan sonra Ankara’nın en hırsız en aşağılık en şerefsizi ben olacağım!
...
Sözlerine başlarken yerlerde küçülen adam konuşmasını bitirdikten sonra ayağa kalkıp kadının karşısına geçmişti şimdi. Bu kez kadının gözlerine bakıyordu.
- Bildiğin bilmediğin, aklına gelen gelmeyen ne kadar iğrenç, yanlış, yasadışı ve ahlaksızlık adına ne varsa onu yapıyordum sekiz yıldır. Yıllardır uyuyamıyorum. Alkolle bastırıyorum acılarımı. Rotam belli olmadığı gibi pusulam da yoktu.
Kadının ellerini tuttu ve aynı göz hizasına gelecek şekilde eğildi kadının önünde. Gözlerini gözlerine dikerek sakin ve tane tane konuşmaya başlamıştı.
- …ve bir gün… Beklemediğim bir gün sen çıktın karşıma. Bilmiyorum… İnan bilemiyorum… Ne demeliyim? Adını ne koymalıyım? Hızır mı, melek mi? Allah mı beni çok seviyor, ben mi Allah’a olan inancımı her şeye rağmen atamamıştım içimden ki seni gönderdi bana? Bilmiyorum… Sekiz yıl sonra beni benimle yüzleştirdin. Korkularım, yanlışlarım, pişmanlıklarım, öfkem… Ne varsa, tuz basa basa, kanata, kanata yüzleştirdin. Ne yaptın sen bana biliyor musun küçük âlim? Beni tam on iki yıl önceki Ahmet’e kavuşturdun!
Sesi yine düşmüş ağlamaya başlamıştı. Ama bu kez sessiz sessiz. Kadının ellerini dudaklarına götürerek konuşmaya devam etti.
- Yaşça benden çok küçük olmanın ne önemi var? Sen beni yeniden doğuransın, sen benim anamsın, Osmanlı anamsın sen benim küçük âlim. Ver elini öpeyim benim küçük anam… Osmanlı anam… Sana söz veriyorum, eski Ahmet’in namusu ve şerefi üstüne söz veriyorum anam. Yeniden dürüst, namuslu ve inançlı Ahmet olacağım anam…
Kadın ani bir refleksle ellerini geri çekmeye çalışıp;
- Estağfurullah Ahmet abi…
Demeye çalışsa da kurtarmayı başaramadı. Adam bir elini bırakıp diğerini öpüyor gözyaşlarıyla ıslatıyordu…
Genç kadın ellerini usulca çekip ayağa kalktı ve adama sarıldı. Bir ana şefkatiyle hem de.
- İyi ki doğdun abim. Doğum günün kutlu olsun!
…
Birlikte adamın çalışma odasına geçtiler.
Bir süre sessiz kaldılar. Kadın bozdu sonunda sessizliği
- Abi… Ben işten ayrılıyorum.
- Ne? Neden? Ne oldu Osmanlı anam?
Derin bir nefes alarak kadın konuşmaya başladı bu kez uzun uzun. Gerçek kimliğini, işini anlattı. Buraya geliş sebebini, o genç kızı, arkadaşlarını. Her şeyi bilerek planlı yaptığını teker teker anlattı. Adam suçlu mahcup önüne bakarak dinliyordu sessizce.
- …ve işte az önce de gördüğümüz gibi benim görevim bugün burada bitti.
Adam ağır ağır doğrulup kasadan bir miktar para çıkarıp kadına uzattı.
- Anam… Osmanlı anam… Biliyorum asla emeğinin karşılığı değil… Hele bana kazandırdıklarını düşünürsek hiç değil… Azımızı çok gör… Hakkını helal et anam…
On dört günlük çalışmasının üç katı bir miktardı kadının uzattığı para. Kadın ayağa kalkıp iki adım geri gitti ve
- Dediğin gibi güzel abim, bazı şeylerin maddi ederi yoktur.
Dedi ve parayı almadan dış kapıya doğru yöneldi. Tam çıkarken birden önemli bir şey hatırlamış gibi aniden arkasına dönüp;
- Pardon! Buraya gelirken birine söz vermiştim. Şimdi o sözü tutacağım ve bunu sen yapacaksın.
- Anlamadım? Dedi adam şaşkınlıkla.
- Dicle… Dicle’yi çağıracağım buraya şimdi ve sen onunla yüzleşecek özür dileyeceksin.
Adam utanarak başını önüne eğdi:
- Tamam anam… Ara gelsin.
…
- Beni affet Dicle… Affet… Utanıyorum… Yüzüne bakamıyorum… İstersen tükür yüzüme. Sana iyi gelecekse, tokatla, tekmele… Ama affet beni lütfen… Hakkını helal et…
Kız genç kadının boynuna sarılıp öptü Gülümseyerek.
- Seni çok seviyorum ablam! Artık uykularımdan sıçrayarak uyanmayacağım.
Kızın dört günlük çalışmasının karşılığını da fazlasıyla ödedi.
…
Bir hafta sonra Ahmet’in işyerinin bulunduğu yere gitti kadın. Uzaktan bakacaktı. Evet, sözünü tutmuş, tabelaları sökmüş, dükkânları boşaltmıştı Ahmet. Hemen çaprazındaki elektrikçi dükkânına girip sordu ne olduğunu.
- Valla kızım ne oldu bilmiyorum. Bir yıllığına kiralamıştı buraları Ahmet. Geçen gün gelip teker teker hepimizle helalleşip gitti. Giderken de bir çöp bile almadı. Bize “ Kimin neye ihtiyacı varsa alıp kullansın” Dedi. O günden sonra da görmedik. Telefonunu da iptal etmiş ulaşamadık.
İki ay sonra Dicle ve genç kadının kızı Sıhhiye köprüsünün altında seyyar satıcıların sesleri arasında yürüyorlardı.
- Her parça sadece bir lira!
Dicle olduğu yerde durdu ve:
- Bir dakika ben bu sesi tanıyorum galiba. Dedi ve sağ tarafa sesin geldiği yana doğru baktılar.
Ahmet, yere serdiği geniş bir mukavva üzerine serdiği ikinci el erkek kıyafetlerini satıyordu. Kafasını kaldırıp Dicle ile göz göze geldi ve ani bir hareketle mukavvayı içindeki eşyalarla birlikte topladı, koşarak arka sokağa girip karanlıkta gözden kayboldu.
Sözünü tutmuş ve yeniden namuslu bir yaşamı seçmişti…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.