- 749 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Geç Hatırlanan Bir Garip Köy (b.ö.r. -15-)
Aylardan temmuz, yaz günlerinin en sıcak günlerini yaşıyorum. Doğduğum köyde, elde orak-çekiç; tırpan ve dirgenlerle cebelleşiyorum henüz. Daha gün doğmadan başlar bizim oralarda mesai. Gün batar, gökte yıldızlar sayılmaya başlayınca ancak veda ederiz çayırlara. Bu devran böyle gelmiş böyle gider sürekli köy yaşantısı içinde. Gün içinde kaç bardak su içtiğimizin hesabı bilinmez. Buna karşın börtü-böceğin cırcır sesleri, serinleyen hava ve yeni biçilen çimen kokularını hissederek evlere yönlenmekte bir hoş duygu oluşturur yorgun bedenlerde. Böylesi sıcak günlerde, sıcak haberler bekliyorum gelecek günlerim için. Okulu iyi derece ile bitirmiş, çiçeği burnunda bir öğretmenim artık. Atama emrimi bekliyorum. Bin dokuz yüz yetmişli yılların henüz başı. Haziran sonunda mezun olduk, temmuz ayı içinde atamamız yapılacak. Ayın sonları yaklaşıyor. O gün, ilçeye giden bir köylüm muştulu haberi taşıyan mektubu ulaştırıyor bana. Trabzon ili emrine atanmışım. İl içi atanmalar için kısa süre içinde Trabzon’da olmam isteniyor, beni sevindiren mektupta.
İlkler hep güzeldir. İlklere hep saygı duyulur. İlkler hiç unutulmaz. İlk aşk, yeni bir okula başlanıldığı ilk gün, ilk kez baba olmak… Böylesi günler, içlerinde ne hoş güzellikler barındırır. İlkler ilerideki yıllarda her anımsandığında içimizde sıcacık duygular depreştirir. Bu haber benim için güzel bir ilkti. İçinde yeni ümitleri ve türlü güzellikleri barındırıyordu. Egemen bir ülkenin ekonomik bağımsızlığı olan özgür bir bireyi olacaktım. Eğitim ordusunun bir yeni neferi olarak göreve başlayacaktım. Artık boynumu bükerek, biraz da mahcupça babamdan harçlık istemeyecektim.
Üç yıl öğrenci olarak yaptığım Trabzon yolculuğunu şimdi farklı bir unvanla yapıyordum. Karadeniz’in mavi suları daha bir başka güzel gözüküyordu bu kez. Hava güzel, güneş altın ışıklarını mertçe yansıtıyor, denizin içindeki çakıl taşlarını pırıl pırıl parlıyor. Sahil boyunca bu güzellikleri seyrederek yolumuza devam ediyoruz. Ya karalar bir farklı yeşildir Doğu Karadeniz bölgesinde. Hele hava güzel, gökte güneş varsa acaba cennette miyim havasına kaptırırsınız. Denize paralel sıra dağlar. Dik yamaçlar, daha çok ulu kestane ve gürgen ağaçlarıyla kaplı orman denizleri. Yemyeşil çay bahçeleri ve mısır tarlaları, tarlalar arasında tek tek evler. Bu evlere ulaşan daracık patika yolları daha bir alıcı gözlerle izliyorum. Beni güzellikler bekliyor. Artık askeri disiplin içinde çoğu kez cebi delik günler yaşamayacağım gelecek günlerde… Ve dorukları bulutlarla buluşan dağları gözleyerek Trabzon’a varıyorum.
İlginçtir bir yöntemle, benim gibi yeni atanan öğretmenler bir torbadan çalışacağımız köyleri çekiyoruz. Dünyam, Artvin, Trabzon birde Rize kadar. Bu üç ilden biraz fazla da köy görmüşüm on sekiz yaşıma dek yaşadığım yıllar içinde. Köyümün, birkaç adet komşu köylerini ve staj yaptığım Trabzon’un bir büyük merkez köyünü görmüştüm. Hepsi o kadar tanıdığım âlem. Köyleri, köyü anlatan Köy Enstitülü yazarların romanlarından tanıyorum birazcık. İlk kez, siyah-beyaz çekimli Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü romanından uyarlanan köy konulu filmi izlemiştim. Aynı adlı romanı da okumuştum. Burdur köylerinin zor koşullarında yaşayan köylülerinin toprakla ve kendi aralarındaki mücadele ne güzel işlenmişti hem film hem de romanda. Acaba torbadan şansıma nasıl bir köy çıkacaktı.
Trabzon-Rize arasındaki ilçelerin bir köyünün öğretmeni olacaktım. Zaman kaybetmeden atandığım ilçeye gittim. Haziran sonunda öğrenci iken, bir ay sonra temmuz sonunda resmen göreve başlayan bir stajyer öğretmendim artık. İlk maaşımı aldım. Eylülde dönmek koşuluyla tekrar memleketime döndüm. Bu kez köyde yine klasik işler, çayır biçmeler, ot taşımalar, kağnı arabaları, harmanlar derken ağustos ayını biriktiriverdik. Yine yolculuk başladı. Bu kez atandığım köye kadar gideceğim. Yatak yorgan götürüyorum yanımda.
Atandığım ilçedeyim. Eylül başları, havalar yavaş yavaş serinlemeye başlamış. Deniz kenarında güzel bir ilçe, yıllarımın geçeceği ayda en az bir kez maaş almak için ziyaret edeceğim şehir. Artık günlerim köylerde geçecek. Bir berberde saç tıraşı yaptırdım. Berbere soruyorum.
“İlçenizin ….. köyüne yeni atanan öğretmenim. O köye kaç dakikada gidebilirim?” Berber yüzüme garip garip bakıyor. Soruma şaşırmış bir hali var.
“Ne dakikası arkadaşım! Biz yaylalara giderken o köyün yakınından geçiyoruz. En az doksan dakika arabada yolculuk yapacaksın. Gerisini ben bilemem.” Demek ki, uzak bir köye gidecektim. İlçenin güney ucundan hareket eden bir minibüsle başladı yolculuk. Debisi oldukça gür olan bir çayın aktığı derin bir vadi boyunca ilerliyor minibüsümüz. Bölgede, denize paralel uzanan dağlardan çıkan sular, derin vadiler arasında akarak daha derin bir vadide birleşerek denize ulaşır. Bu vadilerin yamaçları alabildiğine diktir. İşte Doğu Karadeniz köyleri hemen hemen bir birinin aynı özelliği taşıyan derin vadilerin yamaçlarında kurulmuştur. Köyler birbirine yakın evlerin oluşturduğu mahallelerden oluşur benim bildiğim. Bu kez farklı köyler görecektim. Yamaçlara yayılmış birbirine uzak evlerden oluşan ilginç köyler…
Karadeniz sahili boyunca gözlemlediğim yerleşim birimlerinde hep modern binalar görmüşümdür. Balkonlarında güzel saksı çiçekleriyle süslenmiş şirin mi şirin yalı evleri. Minibüsümüz dar yılan gibi kıvrılarak uzayan, tozlu, berkitme yoldan ilerlerken sanki orta çağa yolculuk yapıyorduk. Yamaçlarda tek-tük gördüğümüz evlerin dış sıvaları yapılmamış. Gitgide dar pencereli evler. Vadinin daha ilerlerinde bu gariplikler daha da artıyor. Yamaçlar biraz daha dikleşiyor, evleri daha az görebiliyorum. Öbek öbek ormanlar, ormanların arta kalan yerlerde, fındık bahçeleri ve mısır tarlaları kaplıyor yamaçları. Yolumuz çayın bazen sağından, bazen solundan devam ediyor. Nihayet vadinin diplerinde çaya paralel çok dar bir alanda kurulu bir nahiyeye avdet ediyoruz. Sürücü arkadaş vasıtalı yolculuğumun bittiğini söylüyor.
Nahiye, yolla çay arasında kurulmuş çok küçük bir birim. Çoğu eski bakımsız evlerin oluşturduğu bir yer. Hemen belirtmeliyim, nahiyemizde, bir ilkokul, bir sağlık ocağı, karakol ve de bir adet cami olmasına karşın üç adet bol bol kumar oynandığı kahvehane vardı. Kırk yaşlarında, en az on günlük tıraşsız, esmer tenli gür siyah kaşlı bir arkadaşla tanışıyorum. Bu arkadaş müstakbel velilerimden birisi olacak. Soruyorum:
“Köyümüz ne tarafta kalıyor?” Başında, rengi iyice solmuş bere giyen velim vadinin yamaçlarına bakarak anlatıyor:
“Öğretmen bey, şu gördüğün derenin karşısındaki evler bizim köye ait. İşte o evlerden başlıyor köyümüz. Bu yamaçlarda gördüğün evler köyümüz evleri. Buradan okula yürüyerek ancak bir saatte varılabilir.” Karşı yamaçlarda çok az ev görebiliyordum. Yüz yirmi haneli köyümün evleri, ormanlar, tepeler arkasında saklanmışlardı adeta. Biraz sonra fötr şapkalı, orta yaşlı bir arkadaşla tanıştırıldım. Çakıl gözlü, gördüğüm diğer erkeklere göre gayet düzgün kıyafetli bu adan köyümün muhtarıydı. Muhtarla ve yeni tanıştığım köylümle kahvehanede oturup birer çay içiyoruz. Muhtar anlatıyor. Köyümüzde okul daha geçen yıl açılmış. Bizim köy kadar büyük olan komşu köyün öğrencileri de bizim okula öğrenim görmüş. Önceki yıllarda köyün öğrencileri nahiyedeki ilkokula gidiyorlarmış. Muhtar, sakin az konuşan birisi. Eşyalarımı köye ertesi gün taşıtabileceğim. Okulu merak ediyorum. Muhtar bana bir kılavuz buldu. Okul yaşı geçmiş, genç bir delikanlı ile okula gideceğim. Sonra o gece için muhtara konuk olacağım.
Oldukça dik bir yokuş yolda, yukarı doğru yürümeye başladık genç kılavuzumla. Yolumuz kıvrıla kıvrıla yamaç boyu ilerliyor. Her adım attığımızda vadide akan çaydan uzaklaşıyoruz. Sağda solda tek tek evlere rastlıyoruz. Bazen ormanın içine, bazen mısır tarlalarının kenarından yürüyüşümüz devam ediyor. Mısırlar gayet gür ve yemyeşil. İki metreden uzun boylarıyla hoş bir görüntü arz ediyorlar. Arada birkaç kez mola vererek çam ormanlarıyla kaplı bir tepenin hemen alt tarafında meyilli bir araziye kurulu okula varıyorum. Tek katlı üç sınıflı bir bina. Pencerelerinde bazı camları kırılmış, öğretmen ve öğrencilerini bekliyor. Okulun hemen yanı başında iki adet ev var okula komşu. Daha yukarılarda birkaç ev daha görebiliyorum. Evler yamaçları diklemesine bölen yükseltilerin arkasında.
İlkokul beşinci sınıfta okuyacağını tahmin ettiğim bir kız çocuğu geziniyor, okula komşu evin yakınında. Fark ettirmemeye çalışarak bu çocuk beni gözlüyor. Yanıma çağırıyorum. Utanarak yanıma yaklaşıyor. Bir türlü göz göze gelemiyoruz bu güzel kızla. Soruyorum:
“Kaçıncı sınıfa gidiyorsun?” Kız, mahcup bir eda ile utanarak cevaplıyor sorumu:
“Okula gitmayırım. Bizim köyde kızlar okula hiç gitmayırlar.” Şaşırdım. Bu nasıl iş, ülkemde kız çocuklarının okula hiç gitmediği köy nasıl olur!. Daha neler görecektim neler!..
Birkaç yıl sonra cumhuriyetin ellinci kuruluş yılı kutlanacaktı. Amerikalılar aya ayak basmıştı. Benim atandığım köy devletimizce yeni hatırlanıyordu. Memleket bizim, Külebi’nin dediği gibi “Gökte yıldız kadar köylerimiz var, /Ama uzak, ama şirin, ama garipsi…” İşte ben yeni hatırlanan; kız öğrencilerinin okula gitmediği bu garip köyde öğretmenlik yapacaktım.
YORUMLAR
İBRAHİM YILMAZ
Hocam çok güzel anlattınız adeta hikayenin içinde hissettim kendimi Trabzonlu olarak :)
Bir de söz konusu köyün ismini de vereydiniz iyiydi :)) Merak ettuk :))
İBRAHİM YILMAZ
selam ve saygılar iletiyorum yüce gönlünüze.
dünyaya yeniden gelsem, hiç duraksamadan haykırırım o özlemimi ucundan kıyısından nasiplenmiş olsam da...
bu kutsal mesleğin mensubu değerli öğretmenlerimizi saygıyla selamlıyorum.
ne bir heves ne de hayal bilakis bir yaşam biçimi.
bu güzel yazı dizisinde bire bir yaşatıyorsunuz bizlere efendim.
kaleminiz daim olsun sayın hocam.
en derin saygı ve hürmetlerimle...
İBRAHİM YILMAZ
sizler gibi ustaların yanında eksiklerimin hoş görüleceğini umarken teşvik edici yorumlarınızda yazım yolculuğunda cesaretimi artırıyor. tekrardan sağ olun var olun,ışık olun, nur olun.
selam ve saygılar yüce gönlünüze.