- 693 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
'oblivion'
faniyim, fani olanı istemem
Üzerimden geçen şu koca metal yığını da ne? Bir dönmedolap daha ne kadar ağır olabilir. Geçmiyor; geçeceği de yok, günlerin hiçbiri kolay geçmiyor. Koca bir yalanla insanlar birbirlerini kandırıyor. Mesela şurada oturan eşarplı kadının elindeki kitaba bak! Not defterini açmış, sağ üst köşesine ‘Halil Cibran’ yazmış. Önündeki boş kahve fincanı içerisinde yazılı kaderini çoktan terk etmişe benziyor. Bardağının dudak taraflarında, bulaşık makinesinin bıraktığı lekeler var. Not almaya kararlı bir halde. Renkli bir başörtü ve kapşonlu iç penye, üzerinde ince bir entari; garip bir tarz. Sabah olunca tekrar beni buradan alacaklar ve hiç olmadığım bir yere götürecekler. Her gün bu tekrarı yaşamak zorunda mıyım? İnsanların yüzlerinde bana dair oluşan tüm iyi niyetlerini bir çırpıda silebileceğim ve bana artık ‘deli bu, kendi haline bırakın’
Saate bakıyorum, mesainin bitmesine bir saat var. Yan masada oturan çizimci iki hafta boyunca aralarında benim için taktıkları lakaptan kurtulamamış bir halde, ağzında sakız yaptığı tamlamayla beni rahatsız ediyor:’ Hey, beyaz yakalı, şuna bir baksana!’ Bakıyorum ve anlamadığım bir yerden bana soru soruyor. Biliyor çok iyi Solid bilmediğimi. Dişlilerin montajını üç boyutlu olarak çizebiliyorum, evet, bunu iki haftada başarabildim ama dişli haricinde oynar başlıkları olan ve iç içe rulmanları gördüğümü sandığım bir düzenekte, robotik bir alet üzerine çalıştığından bana bahsetmeye başlıyor. Burada robotik bir aletten ziyade, Almanya’ya gönderilecek malzemeleri ne kadar ucuza imal edeceğimize karar vermeliyiz. Bizim yaptığımız işler zaten çok büyütülecek ve teknik meselesi ultra gelişim isteyen zihinlere muhtaç olmayan bir imalat. Almanya’da fabrikalar artık bu tür hammadde üretiminden vazgeçeli epey olmuş. Müdür Bey geliyor, Kel, artistin teki. Üzerindeki mürekkep mavisi takımıyla ayrı bir siyasi havası var. Onu ilk gören parti teşkilatından sanabilir. Dökümcülere göre de, varmış. ‘Nasıl’ dedim, ‘partiye mi üye?’ ‘Yok be, ne partisi, bunun tek partisi, ulusal kerhanemiz. Orada hatırı sayılır bir kitlesi var. Kadınlar paranın kokusunu iyi tanıyor.’ Bir şey anlamadığımdan olsa gerek, başım öne eğilmişti. Yüzümün sağ tarafındaki iri beni koparıp atmak istiyordum. Takma Picasso saçlarını yolmak, bıyıklarımı tek tek cımbızla almak istiyordum. Akşamüzeri patron uşağı, Arge sorumlusu Fatih Bey yanıma geldi. ‘Sen ve Fikret’le görüşeceğim yarın sabah’ dedi. ‘Hay hay’ dedikten sonra servis otobüsüne bindik. Mercedes’in 302’leri ile dümdüz Konya caddelerini arşınlarken, bazen ne düşündüğüm de önemi yok. Yabancı Dil Sınavına gireceğim ve bir puan alacağım, akademisyen olacağım. Ne büyük bir gaye! İki kağıt var avucumda sıktığım. Onlarca İngilizce kelimeden aklımda kalanları da her geçen saniye unutuyorum. Böyle olmayacak. Bu işle bir yere varamam. Hem evlensem dahi, kızın ailesi bana dert olacak. Bu maaşla baba evindeki rahatlığı kıza nasıl sağlayabilirim? Unvan olarak Mühendis olsam ne olacak? İki bin lira bile maaşım yok; kahretsin! O kadar yıl dirsek çürüttüm, okulu uzattım, kıçımdan ter gelerek okulu bitirdim ama bunun için mi? İleride maaşınız artar diyorlar. Ne artacak, nasıl artacak, artsa ne olacak peki? ‘Hey sen, beyaz yakalı, artık bin dokuz yetmiş sekiz lira alacaksın.’ Bu mudur? Önümdeki koltukta oturan Sercan abi çoktan horlamaya başladı bile. Koltuğun arkasında yıllara meydan okuyan küllük var. Sahi, o zamanlar otobüslerde sigara içiliyordu değil mi? Çocukken yaptığım yolculukları hatırlar gibiyim. Bin iki yüz kilometrelik yollar ve aslında hep birine kavuşma heyecanı, hiç bitmeyecek gibi gelen o çocukluk ve şimdi omuzumdaki garip hayat mücadelesi. Tam anlamıyla mücadele ettiğim de söylenmez. Yine de iyi bir yaşam için söz vermemişler miydi?
Kıza da ayıp ediyorum çoğu zaman. Babasının biraz maddi gücü oluşu beni korkutuyor. Aradaki yaş farkı da önemli; altı yaş. Orhan ‘takma bu kadar, altı yaş kızla erkek arasında olur, benim teyzem eniştemden on üç yaş küçüktü, seninki senden altı yaş, ne olacak, biraz sakin kafayla düşününce eskilere bak, hep öyle değil mi’ diyor ama yine de içim bir türlü rahat etmiyor. Kâğıtlardan birini açıyorum ve rastladığım ilk kelime ruhumu okuyor: ‘ Disturbance.’ Ne hoş telaffuzu olmalı, benim için şu an sadece yazıldığı gibi; disturbance. Rahatsızlık için daha güzel bir kelime bulanamazdı. Türkçe düşününce de gayet güzel ‘rahatsızlık’ ama hem sınava çalışıyor havasıyla ayrı bir zevk almıyor değilim. Hani sınav hiç olmasa, bu kelimelerden sayfalarca kelime daha rahat ezberleyebilirim. Innocent’i yazmışım bir ara, ayrıca İngilizce anlamı da duruyor:’ Free from sin.’ İngilizce anlamını katınca daha rahat mı ezberleniyor? Wrongdoing kelimesi de, günah ile beraber kullanılabilir çünkü yanlış bir şey yapma manasını da sıfat olarak veriyor. İsim miydi o yoksa? Aman, hiç uğraşamam ne olduklarıyla, ezberlesem yeterli. ‘Persuade’ kelimesini görünce, kafam tekrar kızın babasına takılıyor. Zaten kızın annesi durumdan haberdar ancak ‘oğlan iyi bir iş sahibi olsun, o zaman evlenirsiniz’ dediği için içten içe kadına karşı da ‘defy’ durumum var. Asıl ‘ıssue’, hepimiz adına iyi ‘intention’ değil mi? Bu avidity ile nereye kadar? Toprak mı bizim gözümüzü doyuracak sonunda ama ya toprak bile beni rahatlığa eriştirmezse, o zaman gerçekten huzurun hiç olmadığını mı düşüneceğim? Koltuğun arkasında yıllara meydan okurcasına duran küllüğe hayranlığım bir saate yakın süren servisle olan yolculuğumuzda canlılığını hiç yitirmezken, gözlerimi kapatıyorum. Nemli bir koltuk kumaşı saçlarımı, kulaklarımı kaşındırıyor. Eşi önemli bir yerde devlet adamı görevinde bulunan kadının düz memura yaptığı ayıp gibiyim şu an. Havada kalıyor, hiç uymuyor ama yine de rencide edip, azarlayabilir beni.
***
Yağmurluk yakasını düzeltmediğim için, üzerimdeki pamuklu üst eşofmanda, onun da altında bulunan tişörtümde yakalarından ıslanmıştı. Kapının önüne geldiğimde yöneticisi yardımcısı Akif Beyi kapıda görünce ‘bir insanla en azından kısa bir muhabbet ederim’ düşüncesinden dolayı mutlu olmuştum. Yağmur yağıyordu. Dış kapının önünde durmuş, gözlerini yüzümden ayırmıyordu. Hafif bir yorgunluk belirtisi üzerimde olduğundan yüzüne direkt bakamıyordum. On yıl öncesinde ortağıyla beraber İstanbul’da yaptıkları tekstil işinden bahsediyordu. ‘Zamanında Vakko’dan daha iyi kumaşlarla ben imalat yapıyordum. Düşük bel, taşlı taytların ilk çıktığı zamanlar, normalde on beş liradan satılacak kalem, krizden dolayı üç buçuk ile yedi lira arası zor satıldı. Hep zarar ettim.’ Haksız olmadığını biliyorum. Arkadaşın mesajıyla kendime geliyorum:’ Kardeşim, aklıma fabrikaya giderken geçirdiğim günler geldi de, oblivion kelimesini hatırlar mısın, notlara bakarken gördüm de, hey gidi günler!’ Akif Bey fırına gidip ekmek alacak ama yağmur yağdığı için kapı önünde beklemeyi tercih ediyor. Gözlerim arada bahçeyi gezinirken, çiçekleri rengârenk görünce içim rahatlıyor. Gri metalik renkte, Fiat’ın 1.6 motor Siena model arabası kapı önünde duruyor. İçinden bir adam çıkıyor. O ara yine konuşuyoruz. Pazara çıktığım günlerden bahsediyorum. ‘Geçen Salı pazarına gittim. Muş’un ünlü Güllük otu vardır, ondan aldım. Aynı ıspanak gibi bitki ama kokusu farklı.’ Akif Bey ‘biliyorum’ manasında başını sallıyor arada. ‘Patatesçi kardeşlerden İbrahim’i gördüm. Mutlu oldum görünce çocuğu, sonra çorapçı Kamil hala duruyor. Gözüm Semra ablayı aradı, giysi satardı, bulamadım. Bisikletle Pazar içinde olduğumdan biraz da acele ettim aslında, tadını çıkara çıkara gezemedim. Bu arada bisiklet işini ne yaptınız siz?’ Arabadan çıkan adam bahçe kapısını açarak, yanımıza kadar gelince, iri yarı, doğulu yabancı için Akif Bey’in yüzünde direkt bir tepki oluştuğunu fark ettim. ‘Kimsiniz’ deyince, adam ‘elektrik tesisatçıyım’ dedi. ‘Kaçıncı daireye geldiniz’ diye Akif Bey tekrar sorunca, adamın verdiği cevap ikimiz içinde pek şaşırtıcı olmadı. Pavyonda çalışan Rus kızlarına geldiğini öğrenince, Akif Bey adam dış kapıyı çekip, yukarı merdivenleri çıkarken, ‘ne biçim elektrik tesisatçısı bu’ dedi. Aklım yerinde değildi. Olaya farklı taraflardan bakamadığım için, meseleyi çoktan unutup, bisikleti hatırladım. ‘İnan benim bisiklet sağlam olsa, alın kullanın derim ama güzel bir ikinci el bisiklet alın. Benim ustam var, Hayri miydi, Hamdi miydi, ismini hep unuturum, şu bayan kuaförünün yanında olan bisikletçi, adam dükkanında yatıp kalkıyor zaten.’ Başını sallarken ‘bakarım’ manası taşıdığını anladım. Birkaç gün önce Akif Bey bana bisiklet mevzusunu açmış, eğer kullanmıyorsam bisikleti onlara satmam konusunda bir bahis açmıştı. İki bisikletim olsa da, ikisi de birbirinden işe yaramaz, kalitesiz mallar. Biri zaten dairemle çatı katı arasında duruyor, her eve gelişimde beni karşılıyor. Diğeri yıllara meydan okuyan, bir ara gazetecilik dahi yapılan, kırmızı bir bisiklet. Kırmızı rengini sevsem de, artık o soluk kırmızı rengi paslarını göstermemek için kamuflaj görevi yapıyor. İyi bir bisiklet almak hep aklımda olsa da, arkadaşım Hasan’ın çalınan iki bisikleti sonrası kaliteli bir bisiklet için düşüncelerim olumsuz oldu. On dakika çekmeden Rus kızlara gelen adam aşağı inerken, eşikte bizi görünce tekrar telefonu kulağına götürüp,’ abi, tamamdır, çıktım evden, tamiratı hallettim’ deyip, arabasına binince, Akif Bey ‘tesisatçıyı gördün mü, nasıl usta’ diye beni de konunun içine dahil etti. Sonunda jeton benim için düşmüş ve olayı kavramıştım. Ben ‘hakikaten ne biçim tesisatçı bu, takım çantası bile yok’ derken, Akif Bey gülerek ‘onun aleti önünde, ona yetiyor’ diyerek olayı fıkramsı hale getirdi. Beş dakika sonra, yüzünün çene kısmında sivilceleri olan, sarı kafa Rus kızı da aşağı indi. Yanımızdan geçerken ‘meraba, ayırlı gunlar’ diyerek kapıdan dışarı çıktı. Akif Bey’le kızı takip ediyordu gözlerimiz. Sokağın köşesinde park eden gri metalik Fiat Siena’yı görünce, kız da o arabaya binince, meseleyi tamamen anlayabildim. Akif Bey bu hususta araştırma yapmamı, apartmandan bunları nasıl atabiliriz meselesinde benim de yardımcı olmamı istiyordu. Uzun zamandır aklımda olsa da, yine de ‘gerek yok, bize zararları yok’ diyen adam gitmiş, yerine benim yeni, gaddar halim gelince, ben de kendime şaşırdım. ‘Zaten Güneydoğulu bir genç de var yanlarında’ dedim, Akif Bey gülerek ‘Siirtli o pezevenk’ dedi. Altın kolye takan, yirmili yaşlarda, değişik bir tip olan arkadaşta normal zamanlarda kızları pazarlayan, işinin toy olduğu zamanlarda, ciddi işler becerebilen kıvama gelmiş, iyi bir Marmara pezevengi olmuştu.
Saat üçe geliyordu ama kahvaltı yapmadığım için az bir açlık hissedince, ‘ben eve çıkayım, kahvaltı yapayım, kırk dakikaya tekrar dışarı çıkacağım, eğer yağmur da yağıyorsa ben de şemsiye var, size veririm inerken’ dedim. Akif Beylerin evlerindeki iki şemsiye de kaybolduğu için adam ayağını kapı eşiğinden öteye atamıyordu. Hem bahar yağmuru da olsa, yine de insanı bu havalar hasta edebilir. Edebiyat dersini veren Mehmet hocamızın ‘garipliğimi, mahzunluğumu duyurmayın anama’ deyişi gözümün önüne gelirken, Orhan Veli’nin bir aldanış gibi ağzımda ıslattığım mısralarını tekrar söylüyordum:’ Beni bu güzel havalar mahvetti. Böyle havada istifa ettim, evkaftaki memuriyetimden. Tütüne böyle havada alıştım. Böyle havada aşık oldum. Eve ekmekle tuz götürmeyi, böyle havalarda unuttum. Şiir yazma hastalığım, hep böyle havalarda nüksetti. Beni bu güzel havalar mahvetti.
***
‘Hiç tiyatroya gitmedim’ diyen asil bir arkadaşımın adını unuttuğum gecenin ortalarıydı. Aslında yeni bir güne başlanılan saatler olsa da, bir önceki günün gecesine ait geç saatler olarak zamanı benimsemek daha çekici geliyordu. Ay saat iki buçuğa doğru mandalina dilimine benzeyen haliyle görününce, eski bir arkadaşı görmüş gibi mutlu oldum. Burnum tıkanıyordu, yer yer tekrar açılıyor, nefesimi rahat alıyordum. Günün yorgunluğunu hissediyordum, bununla beraber beni iki gün boyunca mutlu kılan genç bir bayanın gülümsemesini zihnimden kazımaya uğraşıyordum. Ona iki gündür çeşitli isimler bulup, sonra o isimleri beğenmeyip, onun daha güzel bir ismi olacağına dair umutlanıyordum. Ayrıca en kötüsü bir daha göremeyeceğimi düşündüğüm biriydi. Artık o sadece bana gülümseyen biriydi. Ayrıca kelimeleri ağzından çıkarırken sesinin tatlı halini, yanaklarının kelimelerle eş bir dansa ait olduğunu, şemsiyenin altından sol tarafına bakarken, ruhumu okşadığını ve yine gözlerinin garip bir yeşil renge büründüğü ağaçlar arasında onu gördüğüm son ana dair tüm onunla aramızda olan saniyeleri harcıyordum. İkinci gün sonrası zihnimde pek bir şey kalmayınca, onu unutmam gerektiğini anladım. Basit bir sahneden ibaretti. İkimiz içinde ortak bir sahneydi bu ve çabuk unutmam gerekiyordu. Bu küçük hadise sonrası, tekrar ruhumun işlemeyen bazı hallerinin aktifleşip, beni de hareketlendirdiğini fark ettim. Ruhum hissetmek istiyordu. Bu hissi kapattığımı ya da sildiğimi düşünüyordum ama yanıldığımı anladığım da, tekrar aynı hastalığın pençesine düşmek istemediğimi de biliyordum. Hayır, aşk değil bu, saçmasapan aşk hikâyeleri besleyecek bir insan olamam ben. Yalnızca küçük bir zaman dilimi için kutsal bir el tarafından bizim orada buluşmamızı sağlayan bir andan bahsediyorum. Ah zeytin güzeli, işte bu en güzeliydi; zeytin güzeli, ah! Bak yağmur yağarken benim de toprağım nasıl ıslanıyor. O ellerin niye boş duruyor, hala anlamadın mı? Ellerinle saçlarımı karıştır. Bocalat birbiri üzerine secde etmiş kıllarımı ve gerçeğe döndür beni. Yüzümü sev, ellerin boş durmasın. Sinenle sar şu omuzlarımı ve niye boş duruyor yine ellerin? Ellerini ver, ellerime süreyim, yüzüme çıkarayım, gökten bir el ortak payemiz olsun. Yanılıyor olduğumu bilmemle beraber bardağı çatlatıp, kırdığım, çayı da ağız tadıyla içemediğim demlikten bir buçuk saat sonra tekrar daha büyük ve sıcak suyla kırılması güç bardağa çay dolduruyorum. Mandalina bugün bir ip sayesinde gökte durduğunu açıklayarak, benim Hanefi sancılarımı yatıştırmalı.
***
Adetim olmadığı üzere arkadaşla çay ocağında buluşuyoruz. Sağ elimin işaret parmağının ortasındaki yara bandının bana karizmatik bir hal takındırdığının farkındayım ama hitap edeceğim kitlem olmadığı için parmağımı kısıyorum. Karşımdaki hasır tabureye çöküyor. Resmen bir çöküş bu ve ekime çok var. Bolşevik tavırlarımızın da geride kaldığını anımsıyorum. Kimi zaman aynı muhafazakar çevre içerisinde, basmakalıp bir tereddüt gibi hissetmiyor da değil. Yine de insan bir nebze kendini korunaklı hissediyor. Söze şöyle başlanıyor:’ Gardaş, bizim de anamız, bacımız, yengemiz, halamız, teyzemiz var, yan bakmayız yani elin namusuna.’ Namus mu kaldı diye şarlatan bir soru da anında parıldıyor. Benim için ne bu sorunun ne de sonrasının ne de daha başka bir boyuta getirerek, sorunun yedi farklı yönüyle incelersem inceleyim, çareyi kendimde aramaktan başka yol bulamıyorum. Sorunun ‘kendini temiz tutma’ kısmıyla alakalı olduğunu hatırlayınca, konuşmamız da o güzellikte devam ediyor. Bir ara doksanlardaki darbe ve sonrası hakkında konuşurken ağzımdan şu cümle çıkıyor:’ Son birkaç on yıl içerisinde, hakiki dindarların saf bir inançla bağlı oldukları ve asıl dine de hizmet ettikleri yıllar, o yıllardı’ diyorum. 28 şubat ertesi, namaz kıldığımız salonun duvarları ince olmasa da, imam sessizce fatihayı okuyor. Namaz bitiyor ve tekrar fatiha okuyup, seccadeleri kaldırırken ‘neden bu kadar sessiz namazı kılıyoruz’ diye soruyorsun, acı cevap geliyor hemen:’ Şikayet ederler.’ Tekrar bir soru:’ Niye? Namaz kıldığımız için mi?’ Cevabı duymaya gerek yok, ‘evet, namaz kılıyoruz diye, bizi hapse atabilirler.’ Arkadaşın geride kalan sınavları ve fabrika hayatı sonrası ruhsal açıdan sıkıntıda olduğunu hissedebiliyorum. Lafı gevelemeden, uzatmadan söylüyor. Bunu nasıl başarıyor anlamış değilim. Diyor ki ‘son zamanlarda iyice ipin ucunu kaçırdım, namazları kılmaz oldum, çok kaçıyorum’ ve suratı mahkeme duvarından biraz nemli. Eski günlerden bahsediyorum arkadaşa, eskiden sabah namazı da dâhil, her vakit cemaatle kılınan namazları hatırlatıyorum. ‘Hatırlıyor musun, sana gelirdim ben, bizim Sincan’lı Hasan, mübarek Hasan namaz kıldırırdı o tiz sesiyle. Çocuk cübbesini giyerdi, sarığını takardı da, sen de cübbeni giyer, takkeyle yetinirdin, aranızda en anarşist ben kalırdım. Ne cübbe, ne sarık, ne takke. Bildiğin kargo pantolon, tişörtle safa katılırdım ama inanır mısın, stand up yaptığımız günlerdi hatırlarsın, sizin salonda çocukları eğlendirir dururdum ama namaz saati geldi mi zevk alırdım sizinle namaz kılmaktan. Ayrıca namaz sonrası tesbihatı olsun, kitabı olsun, ne güzel olurdu, akşam namazı yarım saatte ancak biterdi.’ Arkadaşımı duygulandırdığımın farkındaydım ama asıl o günleri özleyen de bendim. ‘Markete gidip, kola aldığımız bir gün vardı. Sizin evde kimse kalmamıştı, yazdı sanırım. Sonra çıkıp otogara doğru yürümüştük. Şeker fabrikasının önündeki çimlerde oturup, yakmıştık hatırlarsan benim paketten. O günleri hatırlıyor musun dostum, eve dönerdik, yatsıyı kılardık ama sabahı da beklerdik, o keyifle kaçmasın sabah namazı diye.’ ‘Abi’ diyor arkadaşım, ‘cidden ne güzel günlerdi, inan mumla aramak deyimi tam bizim için. Sahi ne farklıydı o günlerde? Hatırlıyorum da, en zor, şedit geçtiğini sandığım günler bile şimdi en azından manevi olarak korunduğu için ne kadar tatlı geliyor!’ Yüzümü öne eğdim. Her ne kadar muhabbet koyulaşıp, benim bir tür hatırlatıcı vasfa bürünüyor oluşum, beni temiz gibi gösterse de, aslında gözleriyle beraber tüm ruhu ve bedeni günaha bulaşmış bir pisliğin tekiydim. Elmas çamurda düşse de esprisi benim için absürt bir örnek olurdu ki, zaten elmas olma yolunca cam olup, kaypakgillerden bir acayip hale geldiğimi iyi biliyordum. Tütün ağzımda büyüttüğü dumanla geri dışarı çıkarken, arkadaş ‘bir dal da bana ver, ben de içeyim’ dedi. ‘Hadi lan’ dedim, ‘sana sigara migara yasak, hem sen çok kederlisin ciddi, bu mevzu değil mi, namaz mevzusu canını çok sıkıyor.’ Evet kardeşim’ dedi, ‘inan kaçırmakta istemiyorum ama bir bakıyorum öğlen olmuş ikindi, ikindi akşam, yatsı derken uyumuşum tekrar öğlene doğru uyanmışım sabahta kaçmış.’ Konuşurken arkadaşa nasihat vermiyordum, aslında kendimi uyarıyordum:’ Bak abi, aslında şöyle düşünüyoruz. Bir işten dolayı başarısız oluyoruz. Zaman ilerliyor, ‘ben zaten başarısız biriyim’ diyoruz, sonra zaman yine ilerliyor, biz diyoruz ki bu sefer ‘hayatım bombok, baksana halime, Allah’ım ne haldeyim, hiçbir işim de mi rast gitmez’ ve sonra namazı da küçümsüyor, ‘aman kılmasam da aynı kılsam da, ne fark ediyor’ diyoruz. Fakat eğer insan inanmışsa ve ciddi bir mana da bu konularda zamanında birikim yapmışsa, namazı kaçırdığı an değil vicdan azabı sadece, hayatının da dengelerini kaçırdığının farkında olmalı değil mi? Biz aslında temelde bunu taşımıyor muyuz? Bak, mevzu başka bir şey değil. Başka birine bunu anlatsak örneğin, yanımızda bizi yeni tanımış biri olsa, bize der ki’ siz de her şeyi namaza bağlıyorsunuz, namazla olmaz bu işler, iyi insan olma namazla alakalı olmaz, batının dinamiklerine de sahip olmak lazım’ tarzı bir şeyler söylese, ne hissederiz? En azından şunu diyebiliriz ona:’ Kardeşim, sen bizi tanımadığın için böyle söylüyorsun. İnsan her gün yemek yiyor değil mi? Yemese, midesi gurulduyor, içi içini eziliyor, bir garip oluyor. Ama namazı ruhun gıdası yapan noktayı kaçırmamak gerekir ki, namaz da bilen ve düşünen biri için aslında hayatını düzenleyen ve ona ruhsal gıdalar bahşeden bir ibadet türüdür. Bunda büyütülecek pek bir şey yok, işte namaz kılan her insan dosdoğru olur diye bir şey duydun mu bizden? Biz kendi hayatımız babında konuşuyoruz ki, sebepte çocukluktan beri var olan ahengi kaybedince hep içimiz sıkılıyor, canımız mahvoluyor sanki. Bize en iyi gelen ilaçtan niye mahrum kalalım? Hayvan olsak, belki hayvanlar gibi yaşayabiliriz ama biz insanız, düşünüyoruz.’ Tüm bunları söylesek dahi, yine de anlamayabilir, çünkü bazen bunları biz bile anlamaktan geri durmuyor muyuz arkadaşım?’
Başını sallıyordu ‘evet’ manasında. Namaz mevzusuna biraz fasıla verirken, iman üzerine konuşmaya başlayınca, aslında garip bir huzur içimi keşfe çıkmış, beni detaylı bir şekilde inceliyordu. ‘İman mevzusunda da biz dindar kesim olarak kendini betimleyenler de kaybetti dostum. İman mevzusunda makama, paraya, insanlara tapınma süreci başlayınca, iman kalır mı? Hâlbuki ne kadar çok birimiz var değil mi? ‘Yaratıcımız bir, Sahibimiz mülk sahibi bir, bizi Mabud’umuz bir, rızık verenimiz bir… Bir, bir bine kadar bir bir. Hem Peygamberimiz bir, dinimiz bir, kıblemiz bir… Bir bir yüze kadar bir bir…’ Hem Kuran’da geçiyor ya, hem iyilik de bir değildir, kötülük de. Kötülüğü de en güzel bir şekilde sav. O zaman seninle kendi arasında bir düşmanlık olan kişinin sanki samimi bir dost gibi olduğunu görürsün.’ Biz imanımız noktasında zayıf kalınca, bu sefer çevremizde bir sıfat sahibi de olamıyoruz. Bu sıfat yücelik diye değil, sıradan biri olarak, Allah’a dönük, hani günebakan, güneşebakan, nasıl diyeyim, bir tür yüzün bir tarafı hep orada ve şaşırıp kalsak da, yol bir, gidilecek yar bir, yâr bir, son bir, başlangıç bir. Namaz mevzusu çok önemli. Eğer bunu anlamamış biri olsa, bunu anlatmak ilk başta hem güç hem de muhatap açısından ciddi bir muhalefet oluşturur. Ne der? ‘Benim kalbim temiz.’ Bir tür kendi hatasını, günahını küçük görme ama Allah şahit olsun ki, yemin ediyorum ki günahların bazısını aklıma getirdikçe deli olacak gibi oluyorum. Yine de kurtuluşu kaçışta, tövbe etmeden ahmak gibi yaşamayı seçtiğim anlar çok oluyor. Böyle bir şeyi nasıl kabul edebilir hakkaniyet sahibi bir kul? Ediyorum kardeşim. Ancak olmamalı. Biraz karışık anlatıyorum ama inan kendime de kızıyorum, asıl kendimi ben burada uyarıyorum.’
Yine başını sallıyordu, ‘evet’ dedi, ‘evet dostum biz Müslümanlığın içerisinden başka bir boyuta geçiş yaptık sanki gayeyi unuttuk, gayeyi hayal neydi? Dünyada bir ev sahibi olmak, makam sahibi olmak mıydı? Rabbin tek hikmetinin zerresi karşısında değeri olmaz o koltukların, paranın, gösterişin, bu kadar sersem olmanın, cesur olmanın da elbet cahil olmamızla alakası var değil mi?’ ‘Evet’ dedim, ‘evet cahiliz abi. Cahil olduğumuz gibi de dediğin gibi cesur cahilleriz. Paye cennet, korku cehennem, yine madden bir acı ve zevk dairesindeyiz ama dünyada yaşarken diğer insanlara zerre hürmet göstermeden, hoyrat bir yaşamdan bize geriye ne kalıyor? Hem ahiret diyoruz da, dünyada kaç kalp kırdığımızın farkında mıyız? Bunlar insanlarabakan yanı, günebakan, güneşebakan, aydınlığabakan haliyle söylüyorum.’
Üçüncü çaylarımızı içerken, ‘kalkalım abi, hadi ikindi namazına gidelim’ diyen arkadaşın yüzüne baktım. Kirli sakallarını ovuşturuyordu. ‘Ben gelmeyeceğim, sen git abi’ dedim. Şaşırdığını fark ettim, ‘nasıl’ dedi, ‘bu kadar şey konuştuk, ezan vakti, hadi ya şaka yapma, gel abdest alalım, girelim camiye.’ Ciddiydim. ‘Yok, ben gelmiyorum, işim var, eve gitmem gerekiyor, sen gir abi, güzelce abdest al, namazını kıl ama konuştuklarımız ciddi bana iyi geldi’ dedim. Beyninden aşağı kaynar su akmış, artık bir süre acısını hissedemez hale gelince ‘tamam abi, sen bilirsin ama keşke gelseydin’ derken tokalaşıyorduk. Bir süre sokaklarda dolandım. Dört ayağıyla koşuşturan bir kedi gibiydi içimi yiyip bitiren kurtlar. Zamanla oyun oynuyor gibiydim. Eve geldiğimde pencereden dışarı baktım. Evdeydim. Gözlerimi kapatınca, madden bir körlük etrafımı kapladı. Pişmandım arkadaşla camiye girmediğime. Banyoya girip abdest aldıktan sonra odaya geldim. Seksen yıllık halının üzerindeydim. Sanki önümde Sincan’lı Hasan vardı, arkadaşım yanımda saf tutmuştu. Diğer arkadaşlarda yanımızdaydı. Ipıslaktım. Havluyla kurulanmadan gelince, farza yetişmiş gibi hissettim. Naylonu tutuşturacak ateş, onu büzüştürüp yok edecekti. Saçlarımı hissettim uzun uzun. Alnımı hissettim. Hasan tiz sesiyle selam verirken, gözlerim boş duvara bakıyordu. Adem elmasının hevesi sokaklara dökülmüş, gözlerim buğulanıncaya kadar duvara bakındım. Tepede büyüyen bir mezarlıkta geçmişti içinden. Boş duvar oradaydı. Pencereye doğru baktım tekrar. Kıble oradaydı. Ellerim havaya kaldırırken, Adana’da içtiğim acı şalgam suyundan daha beter bir sızı boğazıma kadar beni olduğum yerde esir etti. Ellerimi havaya tam kaldırmadan, kollarım yere düştü. Kollarımı kaldıramadım.
***
Birkaç hafta sonra arkadaşla tekrar yüz yüze görüştüğümüz zaman, arkadaşın hayatının nasıl değiştiğini gözlerimle görebildiğim için sevindim. Gözlerinin içi gülüyordu. Yüzü bile değişmiş, ruhunun etrafında melekler sanki ayrı bir koruma alanı oluşturmuşlardı. Tüm günahlara ve hatalara rağmen, affedici olan merci için açılan kapıyı tutuyordum. Arkadaş önden geçip, akşam namazı için camide ön saflardan birine geçip oturduk. Sincan’lı Hasan yoktu ancak kıraatı düzgün imamın arkasından akşam namazını eda ettikten sonra, dışarı çıktığımızda ‘her şeye rağmen, tüm faniliğe rağmen, yine de fani olandan değil, senden Ya Rabbi’ mısraları ağzımdaydı. Çay ocağına yürüyorduk.
YORUMLAR
"
Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş,
Bürhân sorardım aslıma aslım bana bürhân imiş.
Sağ u solum gözler idim dost yüzünü görsem deyü,
Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş.
Öyle sanırdım ayriyem dost gayrıdır ben gayriyem,
Benden görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş.
Savm u sâlât u hac ile sanma biter zâhid işin,
İnsân‐ı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş
Kande gelir yolun senin ya kande varır menzilin,
Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvân imiş.
Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk’al‐yakîn,
Mürşidi olmayanların bildikleri gümân imiş.
Her mürşide dil verme kim yolun sarpa uğratır,
Mürşidi Kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş
Anla hemen bir söz durur yokuş değildir düz durur,
Âlem kamû bir yüz dürür gören anı hayrân imiş.
İşit Niyâzî’nin sözün bir nesne örtmez Hakk yüzün,
Hakk’dan ayân bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş "
HakkınSesi
sağ olasın, hoş gelmişsin.