- 442 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Sadece bir Hediye 2
Genç kız olmaya başladığımda aşk hakkında bir çok hayallerim vardı ama hayatımda henüz belli bir şahıs olmadığından şöyle dua ederdim;
" Allahım senden sadece çok büyük bir aşk diliyorum, dünyanın, bütün kainatın en büyük aşkını istiyorum, başka hiç bir dileğim yok..."
Fakat böyle dua ederken aklıma hep bir soru takılırdı "acaba çok sevmek mi daha güzeldi, yoksa çok sevilmek mi?" Tabiiki karşılıklı aşk en güzeliydi ama içimde bir şey beni seçim yapmaya itiyordu sanki ve kendi aklımda yaşadığım uzun tartışmalardan sonra korkarakta olsa, aşık olmayı seçtim. Çünkü sevmediğim bir insan tarafından sevilmek, özlemini duyduğum aşk değildi.
O zamanlar, her pahasına aşık olmak için hayatımın en önemli tercihini yaptığımda kainatın en büyük aşk hikayesi başlamıştı artık. Aşkın bana ilk ’merhaba’ değişiydi o an, "ya benim için, ya da kendin için yap seçimini!" diyordu aşk. İçimdeki o garip hissin sebebini ancak çok seneler sonra anlayabilecektim.
Aşk, bizim sınırlı bilincimiz ile hiç bir zaman idrak edemeyeceğimiz kadar hür ve bağımsız. Sadece onun bu çok önemli özelliğini, biraz olsun anlayabilmem senelerimi aldı ve tabii canımı da yaktı. Bugün Aşk, tüm hayatımı kapladığı halde, hakkında en ufak bir yargıya izin vermiyor. Beni gün be gün şaşırtarak bütün bildiklerimi başaşağı ediyor ve bana yeni bir şeyler öğretiyor. Tam manası ile öğrendiğim tek şey, hiç ama hiç bir zaman akıl ve mantık yolu ile yaklaşalamayacak bir gerçek, AŞK. Bunu hep duyardım, okurdum ve anlardım ama idrak etmek başka bir şey, zannedersem idrak etmenin ardında tecrübe var ve tecrübe muhakkak ki en iyi öğretmen.
Ben bir müslüman olarak doğdum, büyüdüm ve çok genç bir yaştan itibaren Avrupa’da, hristiyan bir çevrede yaşadım. Çocuklukta öğrendiğim doğru ve yanlışların, tüm itirazlarıma rağmen beni nasıl görünmeyen iplerle bağladıklarını çok seneler sonra anlayabildim ve birbirinden çok farklı iki kültürde yaşamanın bana, dünyaya bakış tarzıma katkısını farkettim. Bugün çeşitliliğin verdiği bağımsızlıkla, dinlerin öz içeriğini biraz daha mesafeli inceleme imkanım olduğunu düşünüyorum.
İman konusu benim için problemli bir konuydu hep ve bu sorgulayış, ergenlik çağında erkeklerin kadınlardan çok daha fazla haklara sahip olmasına isyanla, büyüklerden duyduğum " bizim dinimiz böyle emrediyor" cevabı ile başladı sonra tatmin etmeyen cevaplar arttıkça büyüdü, yerleşti. On iki yaşındaydım, ilk defa bir akşam yemeğinde bütün ailenin, hemde o sıralar bizde kalan çok inançlı, beş vakit namazında anneannemin önünde ben Allah’a inanmadığımı söyledim ve çok iyi hatırlıyorum bu cümleyi böyle ortaya söyleyinceye kadar günlerce düşündüm, nasıl söylesem diye. Aslında ben o zamanlar çocuk aklımla, bana anlatılmayan, saklanan bir şeylerin olduğuna inanıyordum ve böyle asice inanmıyorum diyerek onları dürtüp bana gerçekleri anlatmalarını istiyordum. Din hakkında anlatılanlar benim o çocuk aklımı bile tatmin etmiyordu. Büyükler benim tahrik etme maksadımı hemen farkettiler ve " tabii evladım, her koyun kendi ayağından asılır, ister inanırsın, ister inanmazsın, senin meselen..." dedi annem. Anneannem de tatlı tatlı baktı yüzüme ve "herkes gibi sen de günün birinde kendi yolunu ve Allah’ı bulursun" dedi.
Çok seneler dinle bir alakam yok gibi görünse de, Yaratan ile bir nevi daimi sohbet vardı içimde. Bu sohbet hayatımın çeşitli dönemlerinde değişik şekiller aldı, bazen bir ’arayış’, bazen yakın bir ilişki, bazen de isyan ve küslük hali oldu. Dinle olan sorunlarım, küçük yaşlarda kendi kafama uygun bir din ve Tanrı yaratmama sebep oldu. Benim Tanrımın cennet ve cehennemle alakası yoktu, çünkü cezalandıran bir Tanrı düşüncesi bana çok insani geliyordu. Ben zamanla Tanrı’yı, insani tüm vasıflardan kurtardım ve sonunda O’nun insanlarla pek bir ilişkisinin olamayacağına kanaat getirdim. Beni duyan bir Tanrı’nın varlığına olan ihtiyacım sonunda hep baskın çıktı ve ben her ne kadar zaman zaman isyan etsem de, hep içimde bir yerde o Bilinmeyen’le sohbetteydim. Aileme aksini söylememe rağmen içimde bir yerlerde, isimlendiremediğim, bilemediğim bir Yaratıcının varlığından kesinlikle emindim.
On beş yaşındayken, aynı sınıfta bir çocuğa aşık oldum. Sarışın, mavi gözlü, uzun boylu çok güzel bir çocuktu. O zamanlar erkek çocuklar, gençler, kızlara konuşma teklif ederlerdi ve aralarında başlayan ilişkiye de konuşuyorlar denirdi. Bana o zamana kadar hiç konuşma teklif eden olmamıştı, bu konuda bütün bildiklerim, arkadaşlarımın anlattıklarından ibaret olduğu için, merak içindeydim. Bana ilk konuşma teklifini kimin edeceğini, ilk kiminle öpüşeceğimi merak ediyordum. Sarışın çocuk sınıfta arkamdaki sırada oturuyordu ve o sene bütün hayallerimde o vardı.
Aşık olduğumu sadece yanımda oturan bir arkadaşıma anlatmıştım. O’da dahil hiç kimse anlamasın diye, ona o zamanlar çok meşhur bir şarkının ismini vermiştik: "Delilah". Oturduğum sıranın, masanın üstüne, bütün defterlerime, bulduğum yazılır her zemine kalpler içinde Delilah yazıyordum. "O....", İstanbul Galatasaray lisesinden gelmiş, gitar çalan, çok güzel fransızca konuşan, yabancı görünüşlü, nazik mi nazik, ince ruhlu çocuk, lisenin bütün kızlarının kalbini çalmıştı. Öylesine hoş, terbiyeli, kültürlü ve güzeldiki, benden hoşlanabileceği bir kere bile aklımın ucundan geçmedi. Ben bütün sene yandım tutuştum durdum kendi kendime. İlk defa aşık olmuştum ama onu her gün görmekten başka bir arzum yoktu. Hiç bir ümidim olmadığından, ümitsizliğim de yoktu. Tam arkamdaki sırada oturduğu için arada bir şakalaşıp gülüşüyorduk, arkama yaslandığımda kendime çok yakın hissediyordum onu ve bu yakınlık, başka bir yakınlık tanımadığımdan, benim için tam manası ile mükemmeldi. Bazen soruyordu "kim bu Delilah" diye, bende "o benim büyük ve tek aşkım" diyordum. O isimler sayıp sıralamaya başlıyordu, kim olabilir diye, beni kızdırmak için hiç olmadık isimler sayıyordu ve böylece her zaman kikirdeyecek bir konumuz vardı. Bütün bir seneyi kalp çarpıntısı içinde geçirdim. Yaz tatilini heyecandan, hasretten nasıl geçirdiğimi bilemedim, okul başlayana kadar günleri saydım. O sene babamın tayini çıktığı için sadece iki hafta gidecektim okula sonra İzmit’e gidecektik. Okulun ilk günü sınıfımı bulduğumda, koridorda onunla karşılaştım, bana "maalesef ayrı sınıflardayız" dedi. Ben onu gördüğüm andan itibaren hiç bir şey duymaz, anlamaz bir hale girdiğimden "maalesef" dediğini ancak saatler sonra idrak ettim. Sınıflarımız yan yana olduğu için, teneffüsleri iple çeker oldum. Derken akşam üstü eve giderken yanıma geldi, otobüs durağına kadar beraber yürüyebilir miyiz diye sordu, tabii diye cevap verince beraber yürümeye başladık. Kalbim öylesine çarpıyordu ki, duyacak diye korkuyordum. Bütün gücümle ona aşık olduğumu belli etmemeye çalışıyordum. Yanlış bir hareket yapmamak için kendi kendime sürekli, "biz sadece okul arkadaşıyız" diye tekrarlıyordum. Kendimi öylesine kaptırmıştım ki, kalbimin halini ona bildirmemeye, onunla ilgili hiç bir şey algılayabilecek durumda değildim.
Tam bu vaziyetteyken utangaç bir gülümseme ile " Ben seninle konuşmak istiyorum, benimle konuşur musun?" diye sordu. Ben daha bu cümlenin manasını anlamadan, bir makina gibi, sonra yıllarca pişman olduğum ve dünyanın o an verilebilecek en berbat, en salak cevabını verdim... "Bunu senden hiç beklemezdim O...."
Onun birden kıpkırmızı olan o güzel yüzünü hala bugün gibi hatırlıyorum.
Evet beni bütün bir sene yakıp kavuran saf genç kızlık aşkımı böyle kendi elimle ittim ve ardından bütün geceyi "ben ne yaptım" diye ağlayarak geçirdim.
Aslında bir an hiç düşünmeden çıkan o cümlenin aslında derinlerden bir yerden, o zamanlar henüz bilmediğim bir düzeyden geldiğini, İzmit’e taşındıktan altı ay sonra, Ankara’dan aldığım bir mektupla anlayacaktım.
Delilah, bir televizyon programında gitar çalmaya gitmek için evde yalnız hazırlanırken, gaz şofbeninin sönmesi sonucu zehirlenerek vefat etmişti.
Bugün bile kalbim burkulmadan düşünemiyorum onu, biliyorum hafızamızda eskileri hatırlarken hep biraz daha güzelleştiririz fakat Delilah hakikaten benim tanıdığım en ince ruhlu, kibar insandı diyebilirim.
Ona olan aşkım da hiç bir karşılık beklemeyen, son derece saf bir aşktı. Sadece varlığı yetiyordu ve sadece çok saf, henüz hiç kirlenmemiş bir bilinç ile yaşanabilecek bir aşk olduğu için de, bir daha hiç böyle bir aşk yaşamadım. Ondan sonraki aşklarımda, tabiatı ile hep bir ’alış-veriş’ vardı, istekler, arzular vardı veya hedefler, planlar vardı. AŞK’ın hedefsiz, plansız, arzu ve isteklere tabii olmaksızın, tamamı ile bağımsızlığını, hürriyetini, nesnesiz bütünlüğünü öğrendikten sonra, ona olan aşkım, hayatımda yerini buldu. Nur içinde yatsın, canım benim.
YORUMLAR
Efendim !.. Nezih paylaşımınız ; bendenize , Hüdavendigarımız Hazreti Pir Mevlana'yı hatırlattı .
'' Biz aşkın çocuklarıyız , ruh annemiz aşktır bizim '' diyordu o da .
Kendisinden asırlar sonra gelen bir ehli aşk da , onun gibi söylüyordu yine ;
Daireyiz , hem kudümüz , cismimiz neydir bizim ,
Aşkı sevdadır gıdamız , bağrımız meydir bizim .
Kayalardan akan kaynaksuları gibi berrak bir gönül ve onun tercümanı olan samimi bir kalemden düşen paha biçilmez incilerdi bunlar .
Gördük ve topladık biz de onları .
Kalbi teşekkürlerimiz , tebriklerimiz ve saygılarımızla...
Sayın yazar, ilk aşkların hayatımızdaki yeri sonsuzluğa kadar kendini korur. Şimdilerde 63 yaşımdayken bile lise birinci sınıfta 15 yaşında iken aşık olduğum sınıf arkadaşımı unutmamışımdır... Yazınızı okumaya başlayınca aradığınız çok büyük bir aşk olunca ve müteakiben dini inançlarınızı sorguladığınızı görerek sanırım uhrevi bir aşk anlatılacak demiştim kendi kendime, ama iki ayrı konu kopuk kopuk işlenmiş ... Güzel bir paylaşımdı. Tebrikler. Saygıyla