BİR RÜYA MIYDI ÇOCUKLUĞUM ? 1.BÖLÜM-2-
YANGIN
Çocukluğumun erken döneminde hatırlayabildiğim anılarımın başında, bir gece vakti evimizde çıkan yangın gelir. Evin cümle kapısından girişte ayakkabılık ve yüklük olarak kullanılan küçük bölümün sağındaki oda çocuk, solundaki oda ise ebeveyn odasıydı. Ben iki yaşında, küçüğüm ise altı aylık bebek olduğundan bizi annemiz yanı başında yatırırmış. Diğer çocukların yattığı odada, yiyeceğimizin pişirildiği ve soğuklarda ısınmak amacıyla da kullanılan derme-çatma bir ocak (şömine) bulunmaktaydı. Gece yatmadan önce ocağa, sabaha kadar idare edebilecek büyüklükte bir kütük atılırdı. O gece, kütükten çıkan alevler önce bacanın isini tutuşturmuş, oluşan hararetle de damın çarpılarına sıçrayan alevler ikisi öksüz ve yetim amca çocukları ile ablam ve abimin yataklarının neredeyse hizasına kadar yayılmış ancak, hiçbiri uyanamamıştı. Ara kapılar açık olduğundan yan odaya ulaşan duman önce beni uyandırmış, bende annemi uyku mahmurluğuyla “Ana gözlerim yanıyor” diyerek uyandırmışım. Annem kartal çevikliği ile önce bebeği ve beni sonra da diğer çocukları avluya çıkardıktan sonra babamı uyandırmış ve yangını söndürmeye girişmişlerdi. Komşuların da müdahalesiyle yangın kısa zamanda söndürüldü ama çocuk odasının damında kocaman bir delik açılmak zorunda kalındı. Babamın; “Eğer Ahmet bizi uyandırmasaydı başımıza büyük bir felaket gelecekti” deyişi hep kulaklarımda kaldı, hoş ve sevinç yüklü bir mahcubiyetle...
ANNEMİN VEFATI
Üç yaşına erişimin birkaç hafta sonrası olsa gerek, sabah uyandığımda ortalıkta bir gariplik vardı. Evin dış kısmında harman yerine bakan duvarın önünde bir iki direkle oluşturulmuş ve etrafı çul ile kapatılmış bölüm ve yanında su ısıtılan don kazanı. Komşu kadınlar içeri bakıp çıkıyor ve sessizce ağlıyorlardı. Kadınlardan biri; beni kucaklayıp “ah talihsiz öksüzüm” deyince anladım, cenazenin anneme ait olduğunu. Olayın ne anlama geldiğini kavrayacak yaşta olmadığım için, nasıl bir tepki vermem gerektiğini bilemiyordum. Oysa evimizin temelinden göçmüş olduğunu daha sonraki günlerde anlayacaktım. Mezarlığın bir kısmı harman yerinden görünmekteydi. Biraz uzaktan da olsa cenazeyi kaldırmanın tüm safhalarına ve babamın ağladığına ilk o zaman tanık olmuştum. Zaten kendisi de; “Birçok ölüme tanık olduğunu ama sadece annemin ölümüne ağladığını söylerdi”. Vefatın sonrasında babamın defalarca annemin mezarının yanında uyuyakalıp sabahladığını gördüklerini söylerlerdi komşular. Annemle ilgili hafızamda kalan iki anımdan birincisi, taşların üzerinde bulunan bir çeşit yosunu ıslatarak yaptığı kınayı avuçlarıma sürmesi; ikincisi ise bir ramazan ayında hamurdan yaptığı ve hinkal adı verilen yemeği top patlamadan önce yememize izin vermemesiydi. Allah gani gani rahmet eylesin.(amin)
ÖKSÜZLER YURDU
Annemin vefatından sonra evimiz öksüzler yurduna dönüvermişti. İki amca yadigârı öksüz ve yetim, dört de biz altı çocuk, en büyüğümüz Ayşe (12) (biz ona Anşa diye hitap ederdik), Kerime(8), Emine(7), Yıldırım(5), ben(3) ve Saniye bir buçuk yaşında ortada kala kalmıştık.. Ertesi gün komşu hanımlar gelip bize bir ay yetecek yufka ekmek açıp pişirdiler. Çamaşırlarımız yıkandı, evimiz süpürüldü bir karşılık beklenmeksizin. Babamın, İstanbul gibi yerden gelip bu kuş ve kervanın bolca geçtiği yere yerleşmesinin sırrı buradaydı işte. Bazı günler yayık ayranı getirirlerdi sırayla öksüzler ekmeğe katık etsin diye. Ayşe annelik görevinin kendisinde olduğunu anlamada gecikmedi. Gerçi bulgur pilavını hep dibine tuttururdu ama olsun elini taşın altına koymuştu ya bu bizi mutlu etmeye yetip artıyordu bile.
Ayşe bize anlatırdı. Annem ölmeden önce babamdan söz almış; “Çocuklara analık yüzü gösterirsen ahirette iki elim yakandadır diye.” Peki, bu kadar küçük çocukla kim nasıl baş edecekti?
O yılın yazı sıcak geçiyordu. Bir ikindi vakti evimize babamla birlikte bir karı-koca geldiler. Giyim kuşamlarından hali vakti yerinde insanlar olduğu anlaşılıyordu. En küçüğümüz olan Saniye ile ilgilenmeleri gözümden kaçmamıştı. Aradan bir hafta geçmemişti ki! Aymet abi çığlıkları arasında kardeşimi alıp götürmüşlerdi. Yani babam çocukları olmayan bu ailenin nüfus kaydına geçme koşulu ile evlatlık vermeye razı olmuştu. Kadirli’nin toprak zengini ve tanınmış bir ailesine evlatlık gitmişti kardeşimiz. Bir daha o evimize hiç getirilmeyecekti anıları tümden silinsin diye. Ara sıra kasabanın içerisinde oturdukları kiralık eve gidip ziyaret ederdim. Babamdan iyice soğuması için ‘Gâvurun saatçisi seni bizden kaçırmış’ tarzında bir senaryo kurgulamışlardı.
Saniyeden sonra sıra amca yadigârı Kerime’ye gelmişti. O da Kadirli’li bir çocuksuz aileye evlatlık verildi. Sonraki yılın yayla sezonunda, Kerime bir gün elinde bir çitil yoğurt ile çıka gelmez mi! Öksüzler yurduna. Üzerinde o zamana kadar hayal bile edemeyeceği cicili bicili elbisesi ve ayağında yazlık sandaletleri ile Kerime bambaşka biri oluvermiş, konuşması bile değişmişti. Ayşe’nin Onu tepeden tırnağa bir süzüşü vardı ki görülmeye değerdi. Elinden aldığı yoğurt çitilini bir kaba boşalttıktan sonra, bulaşık haldeki çitili Kerimeye uzattı ve parmaklayıp yalamasını söyledi. Kerime şaşkın bir bekleyişle beklerken Ayşe’nin tokadı yüzünde şaklayıvermişti bile. Arkasından kıskançlık, hasetlik belki de yoksulluğun kızgınlığı ile kükredi! “Şu asrileşmiş şıprıntıya bak! Ne çabuk unuttun yalayıp yuttuğun günleri”. Kerime, elinde boş çitil gözleri iki çeşme hızlı adımlarla uzaklaştı. Bu onu son görüşümüz oldu.
Saniye’nin yeni ailesi ise takip eden yılların yaz aylarında Andırın’ın kuzeyinde bulunan Azgıt Köyü civarında kurdukları çadırlarda konaklamaya başlamışlardı. Bir Pazar gün ağarırken babamla birlikte yürüyerek Saniye’nin yeni ailesini ziyarete gitmiştik. Bu benim o zamana kadar yaptığım en uzun yolculuktu. Merak edip durduğum, ‘Şu dağların arkasında acaba ne var?’ sorusunun cevabını o gün almıştım. O dağların arkasında başka dağların bulunduğu gerçeğini. Kuşluk vakti Azgıt Yaylasındaki çadır evlere ulaştığımızda sakinler yeni kalkışıyorlardı. Biraz sonra kahvaltı sofrasına çöreklendiğimde gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Herkese porselen tabak içerisinde süt dolu porselen fincanlar, ortadaki tabaklarda tereyağı, bal, reçel, peynir, zeytin, taze domates gani... çekine korka ama tıka basa doyurdum karnımı. Bir daha uzun yıllar ne Saniyeyi ne de böyle bir kahvaltı sofrasını görebilecektim.
Bir yıl sonrasında Emine ablam da Kadirliye bağlı Nürfet köyünde çocukları olmayan yaşlı bir aileye evlatlık verilmişti. Nüfusumuz giderek azalıyor ama sorunlarımız değişmiyordu.
./..