- 708 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Yıldırım Bayezid Han (5. Bölüm)
Balkanlarda Bir Fedai...
’28 Eylül 1392’
Günlerin ayları kovaladığı, aylarında senelere dayandığı zaman su gibi akıp gitmişti. Mehmet Ezio’yu öldürdükten sonra onun kıyafetini ve silahlarını kendisi almış ve bir suikastçı hayatına girmeye karar vermişti. O dönemin ilim hocalarından eğitim almış ve değişik savaş taktikleri öğrenmişti. Kendisini günden güne geliştiren Mehmet kısa sürede bir suikastçı olmak için gereken tecrübeyi edinmişti. Rusça, Farsça, İtalyanca, İngilizce ve İspanyolca dillerini de öğrenen Mehmet kültür zenginliğini geliştirmişti. Bayezid Mehmet’in bu yolda ilerlemesin de her türlü gereken yardımı yapmıştı. 1393 senesinin sonlarına doğru Osmanlı Devleti Balkanlarda taktiksel bir ilerleme yapacak ve fetih hareketlerine başlayacak kadar güçlenmişti. Bayezid 22 Şubat 1392’de Sırp Despotluğundan Yakunye Kalesi’ni alarak ileri düzey üs olarak kullandı. 8 Mayıs 1392 senesinde de Selanik kapılarına dayanan Bayezid, kısa sürede şehri ele geçirmiş ve içeride bir tane kalmak şartıyla bütün kiliseleri camiye çevirtmişti. Zaman öyle hızlı geçiyordu ki Bayezid Kosova Muharebesi’ni bile dün gibi hatırlıyordu...
Mehmet 28 Eylül sabahı Sultanın huzuruna çıktı. Çandarlı Ali Paşa onu kapıda karşılayarak içeri aldı. Kahverengi kalın deri çizmeleri, karga burunlu kapüşonu, omuzlarından aşağıya doğru salınan pelerini, belinde duran kısa bir savaş baltası, göğüs kısmından gözüken yay ipi ve omuzunun üst kısmına bağladığı ok küpüyle tıpkı Ezio’yu andırıyordu...
’Hoş geldin yiğidim.’
’Sağolun Hünkârım.’
’Görünen o ki çok iyi görünüyorsun Mehmet. Artık seni gurbete yollamanın vakti geldi sanıyorum?’
’ Görev nedir sultanım.’
’ Balkanlardaki ilerleyişimiz hakkında dün gece oturup düşündüm. Ordumuz gün geçtikçe kuvvetleniyor. İki seneden beridir iki kale fethettik. Bir ay evvel Sırp Despotluğuna iki casus gönderdim. Lakin birisi dönüşte şehit olmuş. Diğer casusun bana anlattığına göre John Pitcairn ordusu ile sefere çıktığında ormanlık alanda kurulu çadırı fark etmiş. O çadırda bizim casusa aitmiş. Onu orada yakalayıp sorguya çekmişler ve şehit etmişler. Lakin bir müddet sonra bizim sınırlarda ki Müslüman köylerimizi yağmalayıp Golyak dağlarına çekilmişler. Son aldığım habere göre hala oradadır. Bu adam bizim için bir tehdit. Ordumla sefere çıkıp onları dağıtmayı umuyorum ancak son zamanlarda Bursa’da ki çıkan isyan yüzünden sefere çıkamıyorum.’
’John Pitcairn mi dediniz sultanım?’
’Evet. O adamı bulup ortadan kaldırmanı istiyorum. Bunu yalnız başına yapabilir misin Mehmet?’
’ Emriniz emir olsun sultanım.’
’Pekâlâ, Lalam seni hazırlasın. Gerek erzak ve mühimmatı sana versin. Yarın sabahtan yola çıkabilirsin.’
’Emredersiniz Sultanım. Allah’ın izniyle geri döneceğim.’
’İnşallah. Gazan mübarek kılıcın keskin olsun yiğidim.’
’Sağol Hünkârım. Sağolun.’
’Golyak Dağları, Kosova ’
Mehmet, Sabahın ilk ışıklarında kır ata binip hızlıca yola koyuldu. Kendisine verilen ilk suikast göreviydi bu. John Pitcairn adında bir kara komutanı ile yüzleşmek ve onu öldürmek kolay olmayacaktı. Hayatını suikastçılığa adamak adına yapacağı bu ilk görevde yaşam ile ölüm arasında boğuşacaktı. Ya ölecek ya da öldürecek. Dört gün geçip sınıra geldiğinde uzaktan bir köy gözüktü. Hızlıca atını oraya sürerek etrafta insanları aradı. Lakin ortalıkta kimseler yoktu. Köye girdiğinde evin çatılarından çıkan köz kıvılcımları dünkü gibi tazeydi. Tüm evler yakıp yıkılmış ve harabeye dönmüştü. Asıl garip olan şey ise köyün insanları neredeydi? Köy meydanına gelen Mehmet atından indi ve harabe olmuş ahşap bir eve girdi. İçerde ki eşyalar ortalığa saçılı, masalar, sandalyeler yüzükoyun yerde yatılı halde duruyordu. Mehmet yerde ki Kuran-ı Kerim’i görünce hemen alıp çıkınına koydu. Tekrar dışarıya çıkıp ortalığı kolaçan etti. Gözü Golyak dağlarına daldı bir an...
Acaba John orada mıydı? Bunu öğrenmek için atına binip hızlıca oraya doğru ilerledi. Sarp kayalıklara gelince bir an eski günleri hatırladı. Kosova harbinde haçlıları kovaladığı yerler gözünün önünde duruyordu. Atından inerek ağır ağır tepeye doğru çıkmaya başladı. Golyak dağlarının mis gibi kokan bahar çiçekleri Mehmet’in burun kapaklarını açmıştı... Ansızın dağın tepesine gelince bir ses duydu.
’ İçinizden birisi kaçmaya yeltenirse hepinizin canına okurum!’
’ Askerler bunların ellerini ve ayaklarını bağlayın. Bu gece burada kamp kuracağız!’
’Emredersiniz Efendim.’
Mehmet içinden söylene söylene;
’Bu gece kamp kuracaklarsa ilk önce John’un çadırını bulmalıyım. Gece sinsice yaklaşıp işini bitireceğim.’
Mehmet yapacağı ilk suikast girişimi için gecenin bir yarısına kadar bekledi. John’un ordusu sayıca kalabalıktı. Etrafı iyice bir süzdükten sonra tahmini beş bin kişinin bulunduğunu anladı. Sarp kayalıklardan aşağıya doğru yavaş yavaş süzülerek inmeye başladı. Attığı her adımda çok dikkatli ve temkinli davranıyordu. Yağmalanan köylerdeki esirler John’un bulunduğu çadırın hemen arkasındaki mağaranın içerisinde tutuluyordu. Mehmet yanına yaklaştığı ilk muhafızı kalbinden hançerleyerek kayalıkların içerisine çekti. Yerinden doğrulacağı vakit bir ses duyunca durdu.
’ Samuel? Samuel? Neredesin dostum?’
’Samuel! Nöbet yerini bırakabilirsin sıra bizde!’
’Nerede bu adam?’
’Bilmiyorum ki? Şu yukarıda ki yamaçlara doğru çıkmış olmasın?’
’ O görev yerinden hiç ayrılmazdı. Yine de gidip bir bakalım.’
’ Dikkatli olun ben burada bekleyeceğim.’
Dört muhafız birden yamaçlara doğru çıkmaya başladılar. Diğer muhafız ise Mehmet’in on arşın ötesinde açık alanda duruyordu. Kendiliğinden bir şarkı söylemeye başladı. Şarkının sözleri kulağa hoş geliyordu ve böylesi sıkıcı nöbetlerde insanın ruhunu dinlendirmeye yardımcı oluyordu. Mehmet belindeki yayını indirdi ve okunu gerdi. Nişan kabiliyetinin ne kadar yüksek olduğunu ilk defa anlayacaktı. Eğer ki muhafızı vuramazsa fark edilecek ve peşine düşeceklerdi. Bunun için kaçacağı yeri hiç hesaplamadan doğruca muhafıza oku fırlattı lakin ok muhafızın sağ omzunu sıyırarak kayalara çarptı. Muhafız arkasını döner dönmez Mehmet’i fark etti ve var gücüyle bağırmaya başladı.
’ Bir suikastçı var! Suikastçı var!’
’Hay Allah...’
Mehmet olağanca gücü ile yukarıya koşmaya başladı. Fark edilmişti ve kaçmak için var gücüyle koşmaya başlamıştı. Peşine düşen onlarca muhafız ona bir türlü yetişemedi. Golyak dağlarından aşağıya yıldırım gibi inen Mehmet kısa sürede kendisini harabe olmuş köyde buldu. Atına atlayarak hızlıca oradan uzaklaştı...
Büyük bir hataya düşmüştü. O yayı çekip nişan almaması gerektiğini biliyordu. Lakin geri dönecek olan muhafızlar Mehmet’i fark etseydi ne olacaktı? Bu sefer daha zor bir durumda kalıp çatışmaya girmek zorunda kalacaktı...
’Efendim. Burada bir suikastçı var!’
’Neler söylüyorsun sen? Nerede gördünüz?’
’Bölüğümüzden Samuel James ölü olarak bulundu. Kalbine hançer saplanmış. Bu o suikastçının işi olmalı.’
’Nerede gördünüz dedim!’
’Kuzey batıda ki Golyak dağlarının yamaçlarında efendim.’
’İzini sürebildiniz mi peki?’
’Efendim. O kadar hızlı koşuyordu ki arkasından yetişemedik. Onu yağmaladığımız köylere kadar takip ettik. Ne yazık ki atına binerek hızlıca kaçtı. Atımız olsaydı takip edecektik.’
’Beceriksizler! Askerlerimizden birisi öldürülüyor ve siz hiçbir şey yapamıyorsunuz!’
’Ama...’
’Kapat çeneni! O suikastçıyı bana bulun!’
’Emredersiniz Efendim.’
John Pitcairn, yirmi beş kişiden oluşan özel eğitimli askerlerini Mehmet’in peşine saldı. Sınıra kadar takip ettiler fakat izini bulamadan geri döndüler. Akşamın karanlığında şiddetli bir yağmur bastırmıştı. Mehmet, sınırdaki köylerden birine tekrar gelerek harabe olmuş bir eve girdi. Ateş yakarsa fark edileceğinden bu riski göze almadı ve öylece sabahladı...
’ 4 Ekim 1392’
’Efendim. Suikastçıdan iki gündür haber alamıyoruz. Her yere baktık ama bir iz bulamadık. Sanırım kaçmış olmalı.’
’Suikastçının amacı neydi peki? Kimi öldürmek için buraya geldi? Kim için çalışıyor? Hiçbir kanıt bulamadınız mı?’
’Maalesef hiçbir kanıt elde edemedik efendim.’
’Aşağılık herifler! Bir suikastçı benim ordugâhıma kadar sızıp bir askerimi öldürüyor ve peşinden onlarca adam salıyorum. Onu bulmadan geri dönüyorlar! Defolun!’
Telaşla içeriye giren bir muhafız;
’Efendim. Kral’ımızdan haber getirdiler. Yeni bir yağmalama için gereken izin verildi.’
’ Orduyu hazırlayın. Yola koyuluyoruz!’
’Esirleri ne yapacağız efendim?’
’ Onlar burada kalacaklar. Yirmi seçkin muhafızlarım onlara göz kulak olacak.’
John Pitcairn, emrindeki beş bin kişilik kuvvetle Golyak dağlarından aşağıya inerek Osmanlı sınırlarına girdi. Müslüman köylere girerek her tarafı yakıp yıkmaya başladılar. Devletin bu kışkırtmalar ile uğraşacak vakti olamayınca köylüler kendi başlarının çarelerine bakmak zorunda kalmışlardı. Sınırlarda yaklaşık yüz yirmi köy vardı ve bunların yüz on ikisi Müslümanlardan oluşuyordu. Sırp Despotluğunun gönderdiği ve başlarında John Pitcairn’in bulunduğu beş bin kişilik ordu, hem bu köyleri yağmalayarak ganimet elde ediyordu, hem de esirleri köle olarak satıyorlardı. Böylece Osmanlı’ya karşı savaş açmış olsalar da devletin buna bir şey yapmaması gözlerini daha da açıyordu. John günden güne hırçınlaşıyor ve daha çok köy yağmalayarak daha çok ganimet ve köle elde ediyordu. Para ve güç hırsından kudurmuş komutandan başka birisi değildi.
’ Ben çadırdan su almaya gidiyorum. Birazdan dönerim.’
’Tamam, ama acele Et dostum.’
’Burası çok sıkıcı olmaya başladı. ’
’ O suikastçı sence nerelerdedir?’
’ Cehennemin dibine kadar yolu var! En çok sevdiğim dostumu öldürdü.’
’Samuel iyi bir dosttu...’
’ Osmanoğulları bu günlerde isyan ile boğuşuyor. Padişahları sefere çıkamıyor. Bu da bizim işimize geliyor tabi. Kral’ımız bir seferberlik ilan etse Sofya’ya kadar ilerleriz bence.’
Muhafızlar hep beraber bir kahkaha attılar. Osmanoğulları ile dalga geçmek hoşlarına gidiyordu doğrusu.
’ Sonra Bayezid diye bir adamı başlarına geçirdiler. İki senede bir kale iki şehir fethetti’
’Hahahaha...’
’ Yapabildikleri tek şey bir haçlı ordusunu yenmekti. Bunları dünya neden büyük bir tehdit olarak görüyor anlamıyorum!’
Gecenin karanlığında muhafızların on arşın ötesinde bir adam belirdi. Kınındaki kılıcı çekip eli hazırda saldırı pozisyonu aldı. Muhafızlar karanlıktan dolayı adamın yüzünü tam fark edemeseler de bir kahkaha daha kopardılar.
’ Kahraman oyunu oynamak isteyen bir çocuk daha!’
’ Osmanoğulları’na hakaret etmenin karşılığını görmek isteyen var mı aranızda?’
Bir an sessizlik oldu. Muhafızlar adamın yüzünü görebilmek için iki arşın daha yaklaştılar. Kargaburunlu kapüşonu adamın yüzünü sakladığından dolayı dışarıdan hiç fark edilmiyordu.
’Sende mi onlardansın yoksa?’
Adam hala susuyordu. Bir müddet sessizlik oldu. Aynı soruyu tekrarlayınca muhafızlar kılıçlarını çekerek adamın üzerine yürüdüler. Adam üzerine gelen ilk muhafızı bacağından vurarak yere yığdı. Sonrasında üzerine çullanan onlarca muhafızı tek tek yere serdi. Sadece tek bir muhafız hayatta kalmıştı. Mağaranın ağzına doğru sürünerek giden muhafız sırtını kayalıklara yaslayarak beklemeye başladı. Adam ortalıkta yoktu. Muhafız için zaman bir türlü geçmiyordu. Ayağında ki yarığa baktığında bir balta izi olduğunu düşündü. Sol kolunda da bir hançer yarası vardı. Bu adam kimdi? Kapüşonlu olduğuna göre kısa sürede Samuel’i öldüren suikastçı olduğunu anladı. Sabahın ışıkları ovayı aydınlatmaya başladığında muhafız yorgunluk ve kan kaybından gittikçe nefes alamaz oldu. Eğer uyursa öleceğini biliyordu. Göz kapaklarında oluşan yoğunluğu kaldıramaz oldu. Tam uykuya dalacağı vakit bir tekme yedi ve mağaradan içeriye doğru yuvarlandı. Acı içinde kıvranan muhafız yerinden doğrulduğunda suikastçı ile karşılaştı.
’ Lütfen canımı bağışla. Lütfen!’
’Sana zarar vermeyeceğim.’
Muhafız bunu duyduğunda bir an için rahatladı. Suikastçı hiç beklemeden esirleri kurtaracağını ve yerinden kıpırdamamasını söyledi. Muhafız hiç tepki vermeden başını eğerek kabul etti. Eğer ki yaşarsa John buraya geldiğinde yine ölecekti.
’ İşte esirler orada. Hepsinin eli ve ayağı bağlı durumdadır.’
Suikastçı, doğruca esirlerin yanına yöneldi. Bir saat içerisinde tüm esirler kurtarılmış ve mağaradan dışarıya çıkılmıştı. Suikastçı muhafızın yanına gelerek;
’ John Pitcairn nerede?’
’ Müslüman köyleri yağmalamaya gittiler.’
’ Sizi aşağılık herifler! Ne istiyorsunuz bu masum insanlardan?’
’John acımasız biridir. Ganimet ve köle peşinde koşmaktan bıkmaz.’
’ Canını aldığımda bir daha böyle bir şey yapamayacak!’
’Bu o kadar kolay değil. Büyük çaplı bir ordusu vardır. Nasıl öldüreceksin.’
’ Osmanoğulları dendiğinde nasıl korkuyorsanız, O da korkacaktır.’
’ O hiçbir şeyden korkmaz.’
’ Bunu göreceğiz!’
Suikastçı oradan ayrılacağı vakit muhafız;
’ Dur! Bana adını söylemedin?’
’Bunun ne önemi var?’
’Hayır, dostum sadece bilmek istiyorum.’
’ Mehmet... Adım Mehmet...’
’5 Ekim 1392’
Mehmet, harabe olmuş bir evin kenarına oturarak etrafını izlemeye başladı. Bu masum insanları John Pitcairn’den kurtarması gerekiyordu. Köyleri yağmalanan insanlar sabahın erken saatlerinden işe koyulmuş ve tekrardan onarım yapmaya başlamışlardı. Çalışkan ve azimli idiler. Az sonra yanına elinde su testisi ile yaşlı bir adam geldi.
’Bizi kurtardığınız için sağolun. Allah sizden razı olsun.’
’ Bu adamlar sizden ne istiyor?’
’ Mallarımızı, eşyalarımızı, her şeyimizi aldılar. Evlerimiz yağmalayıp yakıp yıktılar. Bizleri de esir olarak götürdüler.’
’Başlarında ki lideri hiç gördünüz mü?’
’Benim elimi bizzat bağlayan kendisidir. Yüzümdeki yara izini fark ettiyseniz onu John yaptı’
’ Sizi o adamın elinden kurtaracağım. Buna söz veriyorum.’
’ Ama tek başınıza ne yapacaksınız. Büyük bir ordusu vardır.’
’ Ben bir suikastçıyım. Gerekeni yapacağımdan emin olabilirsin.’
’ Her ne kadar yetenekli olsanız da onun yanına kadar sızabilmek için önce o koskoca orduyu yenmeniz gerekiyor.’
’ Ne yapmamı öneriyorsun?’
’ Bizler göçebe insanlarız. Yakın zamanda buradan dağlara çıkacağız. Sık ağaçlıklarla kaplı tepelerde ev yapar orada yaşarız. Bizim de kendi imkânlarımızla savaşma azmimiz var. Tehlikelerden, saldırılardan, yağmalamalardan korunabilmek için savaşacak insanlarımız var. Ama şimdi o insanlarımızdan çoğu bu yağmalamalardan dolayı öldü. Yerini çocukları aldı, fakat onların ne kılıç tutma kabiliyeti ne de ok yay kullanma kabiliyeti vardır. Bunları küçük bir eğitimden geçirmek gerekiyor. Bu konuda bize yardımcı olursanız, size kısa sürede iki yüz kişilik ordu kurabilirim.’
’ Pekâlâ, her türlü yardımcı olurum. Ancak eğitim için olsun, savaş için olsun. Elinizde hiç savaş aletleri var mı?’
’Maalesef, elimizdeki tüm eşyaları John aldı.’
’ Anlaşıldı. Yaraladığım muhafızlardan birinden öğrendiklerimle hareket edeceğim. Bu gece John ordugâhına geri dönecek ve ben sinsice mühimmat deposuna sızıp alabildiğim kadar kılıç, kalkan, miğfer, zırh ne varsa hepsini getireceğim. Ancak bana dört kişi daha gerekiyor.’
’ Aramızda sana katılacak çok gönüllü var. Bu arada isminizi öğrenebilir miyim?’
’Adım Mehmet’tir. Dört kişi benimle Golyak Dağı’nın batı kıyısında buluşsun. Ben orada bekleyeceğim. Haydi selametle...’
’Edirne, 13 Kasım 1392’
Otağı Hümayunda oturan genç, kısa boylu, zayıf biri vardı. Etrafındaki paşalar gözleri fal taşı gibi açılmış, her birinin kaşları çatık halde şehzadeyi dinliyorlardı.
’ Devletlüm, lakin sizin aleyhinize ise bırakın biz halledelim o denyuzun işini’
’Hayır, paşalar. Ben otakta oturup ta sizleri harp meydanında çatışırken görmek istemem.’
’ Babanız bizi Kadı Burhanettin denen iblisten uzak tutalım diye yanınıza gönderdi lakin siz çatışma alanında bulunmak istiyorsunuz. Ya bir şey olursa?’
’ Ağalar, Benim isteğim çatışma alanında bulunmak değildir. Sizleri o harp meydanında çatışır iken görmek beni durduramaz. Ben bundan hoşnut olamam.’ dedi Sultan Yıldırım Bayezid’in oğlu Şehzade Ertuğrul Bey. Sonra üzerinde boncuk işlemeli minberinden doğrularak ayağa kalktı. Beraberinde paşalarda doğrulacağı vakit eliyle oturun dedi. Otağından dışarıya çıkarak az ötede bulunan odun yığıntılarının üzerine oturdu. Sessiz ve sakin bir şekilde etrafına göz atmaya başladı. Rüzgârın verdiği soğukluk ağaç gövdelerinin etrafını sarmış ve olabildiğine insanın içini titreten bir hale bürünmüştü. Başında ki kaftanını çıkararak odun yığıntılarının üzerine koydu. Saçlarını dalgalandırarak ensesine doğru attırdı. Bir an için az ötesinde kılıçlarını bileyen karatuğlara doğru baktı. İkisi de çok gençti ve birbirlerine benziyorlardı. Aralarında oluşturdukları sohbet ortamı, yanan ateşin verdiği sıcaklık ile pekişmiş bir şekilde etrafa saçılıyordu. Şehzade; ayağa doğrulup gençlerin yanına gideceği vakit biri omzunu sıktı.
’ Allah’ın selamı üzerinize olsun şehzadem’ dedi Mehmet.
’Aleykümselam.’
’ Şehzadem. Ben babanız için görev yapan bir suikastçıyım. Babanız Balkan sınırlarında John Pitcairn isimli bir Sırp komutanını öldürmem için görevlendirmişti. Lakin işler ters gitti ve Müslüman köylerde bulunan insanlara erzak yardımı için Edirne’ye döndüm. Babanız bana Kadı Burhanettin’in büyük bir ordu ile Ankara’ya doğru hareket ettiklerini belirtti. Beni doğrudan sizin yanınıza gönderdi.’
’ Babam beni koruyasın diye mi gönderdi yoksa seni?’
’ Hayır şehzadem. Bana verilen görev Kadı Burhanettin’in kellesidir.’
Şehzade Mehmet’i içten içe sevmişti. Konuşmasında ki naziklikten, gösterdiği hoşgörülü tavrına kadar etkilendi.
’ Şu dağın eteklerini görüyor musun?’ diyerek Ankara’nın sımsıkı ağaçları ve vahşi hayvanları ile dolu yüksek tepelerini eliyle gösterdi Mehmet’e.
’Evet, şehzadem görüyorum.’
’ O dağın arka sırtında Kadı Burhanettin’in hassa birlikleri var. Orada otağını kurdu ve bu gece baskın yapacağız. Sol cenahtan göndereceğim Kapıkulu askerleri onları şaşırtacak ve sağ cenahtaki karatuğlarımız onların peşine düştüğü vakit merkez kuvvetteki birlikler benimle doğruca Kadı Burhanettin’in birliklerine yüklenecek. Böylece gece baskınında Kadı’nın atlı birlikleri hareket edemeyeceğinden kıskıvrak tuzağa düşecek.’
’ Şehzademiz ne derse o olur. Siz çok genç ama bir o kadar da akıllısınız.’
’ Paşalarımızın da fikirlerini alarak böyle bir baskın taktiği oluşturduk.’ Sonrasın da odunluğun üzerinde ki kaftanını başına takarak üzerindeki kalın yeleği bedenine iyice sardı. Kısık bir sesle;
’ Sen ne yapacaksın peki?’
’ Dediğim gibi şehzadem. Kadı Burhanettin’in kellesini Sultan Bayezid’e götüreceğim.’
’ Çok genç biri olmalısın. Bu kıyafetleri nereden aldın?’
’ Edirne’de babanıza suikast girişimi yapmak isteyen bir İspanyol vardı, hatırlıyor musunuz?’
’ Evet, hatırlıyorum.’
’ O suikastçıyı öldüren benim. Babanız Devlet-ü Sultan Bayezid’in bana hediyesidir bu kıyafet.’
Akşam ezanının Ankara dağlarına kadar uzanan sesi yankılandı bir an. Şehzade Ertuğrul ve Mehmet gün boyu sohbet ederek günün yorgunluğunu getirilen gül suyu ile tatlandırdılar. Beraberinde otağa girdiklerinde İdris Paşa;
’ Hey gidi benim yiğidim Mehmet!’ dedi. Ayağa doğrularak Mehmet’i yanına çağırdı.
Kısa bir selamlaşmadan sonra beraberinde minbere oturdular. Şehzade Ertuğrul hiç vakit kaybetmeden paşalarına kumanda edecekleri birliklerin dağıtımını ve konuşlanacağı yerleri belirtti. Kısa bir planlamadan sonra Şehzade;
’ Ya Allah ağalar. Hiddet ve kin kusan bu iblisi canından edelim!’
’ Evelallah!’ diyerek hepsi birden dışarıya çıktılar. Akşamın karanlığı Ankara dağlarının eteklerini siyaha bürümüş vaziyetteydi. Her bir paşa birliklerini seçerek yerlerinde konuşlandı. Şehzade ise Kapıkulu muhafızları ile beraber orta cenahta hareket edeceği vakti bekler iken İdris Paşa yanına geldi.
’Şehzadem. Mehmet şu sarp kayalıklara doğru at sürüyor. Kadı Efendi’nin birliklerine yanaşacakmış. Lakin o gittiği bölümde nöbet tutan muhafızlar var. Biz arkadan saldırı yapmayalım diye oraya bir yığın asker koydu.’
’ Mehmet bu İdris Paşa. Ne yaptığı belli olmaz’ diyerek gülümsedi.
Mehmet, sarp kayalıklarda bir müddet at sürünce daha fazla gidemez oldu. Atını bir taşa bağlayarak patika yollarda koşarak ilerlemeye başladı. Şehzade Ertuğrul paşalarına emir vererek hareket etmeye başladılar. Mehmet tepeye çıktığında yüksek kayalıklardan arka eteklere doğru baktı. O tarafta ne bir asker ne de bir çadır vardı. Kısa sürede ne olduğunu anladı. Tepenin diğer ardına koşup şehzadenin bulunduğu ovaya baktı. Ordu hareket ediyordu lakin Kadı Burhanettin’in birlikleri ileride girecekleri sık ormanlıkta pusuya yatmışlardı. O anda rüzgâr etkisini artırmış ve fırtına haline dönmüştü. Bağırsa bile fırtınanın sesi yüzünden kendi sesi duyulmayacaktı. Hiç vakit kaybetmeden tepeden aşağıya doğru koşmaya başladı. Ormanlık alana yaklaştıkça kılıç şakırdamaları duymaya başladı. Anlaşılan şehzadeyi pusuya düşürmüşlerdi. Kısa sürede harp meydanına girdi.
Önüne çıkan ilk hassa muhafızının kolunu uçurdu. Üzerine doğru gelen bir süvariyi mızrağından yakalayıp yere düşürdü. Süvarinin atına bindi ve harp alanında şehzadeyi aramaya başladı. Kadı Burhanettin’in birlikleri iki koldan saldırmıştı. Anlaşılan bir az önce indiği tepeden de hassa muhafızları saldırı yapmıştı. Bir müddet harp alanında at koşturan Mehmet, şehzadeyi dev bir ağaç kovuğunun ardında iki kişi ile çatışırken gördü. Kılıcını tutamaz olmuş ve alnından dökülen ter fırtınanın soğuğu ile bedenine karışıyordu. Sağ cenahtan gelen onlarca hassa muhafızının içerisinde kaldı Mehmet. Atından yere düşerek muhafızlarla mücadele ediyordu. Saruca Paşa’nın birlikleri sıkışıp kalan Mehmet’i o dar alandan çekip kurtardılar ve orta cenah tekrardan Osmanlı’nın eline geçti. Sağ kanatlara ağır ağır darbe vuran karatuğlar hassa birliklerini bozguna uğrattı.
Mehmet vakit kaybetmeden şehzadenin az önceki çarpıştığı ağaç kovuğuna geldi ama şehzade orada yoktu. Sol tarafına döndüğünde şehzadeyi at üzerinde gördü. Göğsünde takılıp kalmış oku fark edince iki büklüm oldu. Saniyeler içerisinde göz göze geldiklerinde Şehzade Ertuğrul ufak bir tebessüm verdi ve ardından atından düşerek yere yığıldı. Mehmet koşarak şehzadenin yanına geldiğinde iş işten geçmişti. Olamazdı, Şehzade Ertuğrul ölmüş olamazdı...
’Kadı Burhanettin’in birlikleri geri çekiliyorlar!’
’ Ben Kapıkulu süvarilerimle onların peşine düşerim!’ dedi Saruca Paşa.
Baskın yapacakları yerde baskın yiyen paşalar ve karatuğları Şehzade Ertuğrul’un öldüğünü görünce üzerlerinde ki moral tamamı ile yok olup gitti. Kimisi ağlar iken, kimisi de kılıcını ve kalkanını bırakıp secdeye eğildiler. Kimisi ellerini semaya kaldırarak Allah-ü Teâla’ya dua ettiler. İdris Paşa ve Mehmet, karatuğlar ile birlikte şehzadeyi otaktan getirilen battaniyenin üzerine yatırdılar. Mehmet öfkeli tavrıyla şehzadenin cansız bedenine bakarak;
’ İntikamınızı ve babanızın bana verdiği görevi yerine getireceğim!’ dedi ve kır atına binerek kaçan birliklerin peşine düştü. İdris paşa etrafında ki karatuğların kendisine şakın şaşkın baktığını fark edince;
’ Bre ne bakarsınız. Bildiğiniz deli işte!’...
’ Sivas yakınları’
’ Yürüyün benim aslanlarım! Yüklenin! Kaçacak yeri kalmadı o iblisin. Şehzademizin intikamını alalım. Yüklenin bre benim yiğitlerim. Vurun, vurun!’
Saruca Paşa öyle öfkelenmişti ki önüne çıkan muhafızların ya kellesini, ya kolunu, ya da bacağını koparıyordu. Kimisinin de bedenini ortadan ikiye ayırdığı fark ediliyordu. Kadı Burhanettin’in kaçacak yeri kalmadığından karatuğlar ağır ağır saldırıyorlardı. Dağ ardına sıkışıp kalan Kadı ve askerleri son bir baskı ile saldırıya geçtiler lakin karatuğların darbelerinden dolayı başarısız oldular. Fırtınanın şiddetini daha da arttırdığı sıralarda Saruca Paşa’nın yanından şimşek gibi geçen Mehmet, Kadı Burhanettin’in birliklerinin arasına gireceği vakit yayını gererek kır atından atladı ve olağanca hızı ile fırlattı. Ok askerlerin arasından geçerek doğruca Kadı’nın omzuna saplandı ve atından yere yuvarlandı.
Öfkeden kudurmuş olan Mehmet’i onca muhafızın arasında deliler gibi çarpışırken gören karatuğlar son bir baskı daha yaparak hassa birliklerine yüklendiler. Mehmet saçından tuttuğu bir hassa askerinin kellesini uçurdu. Yerden kaptığı bir mızrakla doğruca Kadı’nın bulunduğu yere koştu. Önüne çıkan muhafızları mızrakla tek tek yere serdi. Arkasından gelen karatuğlar hassa birliklerini ezip geçiyordu. Mehmet, Kadı Efendi’nin yanına geldiğinde yerde acılar içinde kıvrandığını gördü. O an sağını döndüğünde üzerine gelen muhafızı gördü. Baltasını tam zamanında kullanmasaydı canından olacaktı. Çıldırmış gibi kılıcını sağa sola savuran muhafız;
’ Bayezid’in canı cehenneme!’ diyerek bağırmaya başladı. Kılıcını savurmaktan yorulan muhafız sonunda Mehmet’in tek hamlesiyle yere yığıldı.
Saruca Paşa ve birlikleri hassa muhafızlarını tek tek kılıçtan geçirdiler. Kadı Burhanettin’i Mehmet’e yalvarır iken gördüklerinde gülmeye başladılar.
’ Bre kardeşlerim. Söyleyin bu adamın suçu nedir?’
’ O bizim Devlet-ü Şehzademiz olan Ertuğrul Bey’in canını aldı!’ dediler hep bir ağızdan.
’ Şehzadeyi şehit etmenin karşılığı nedir o zaman ağalar?’
’ Ölümdür kardeş. Ölüm!’
’ Eğer ölümse olsun o zaman. Ya Allah!’...
...
3 SENE SONRA..
’ 13 OCAK 1395’
Yıldırım Bayezid iki ay evvel Sivas kapılarını kırmış ve şehri ele geçirmişti. Anadolu’da Karamanoğulları ile savaşılmış ve birçok toprak ele geçirilmişti. Balkanlarda ise Atina’ya kadar ilerleyen Bayezid kısa sürede devletin topraklarını genişletmişti. Kadı Burhanettin’in ölümü üzerine Germiyanoğulları Beyliği’ne son verilmiş ve ege kıyısının büyük bölümü alınmıştı. Ayların yılları kovaladığı zaman su gibi akıp gitmiş, Ertuğrul Bey’in şehit edilmesinin üzerinden tam iki sene geçmişti. Osmanoğulları’nın balkanlarda ilerlemesine karşılık Papa’nın elleri bağlıydı ve elinden hiç bir şey gelmiyordu. İngiliz- Fransız savaşları hala etkisini sürdürse de İspanyolların Portekiz ile savaşa girmesi Avrupa’da ki haçlı seferlerini durdurmuş ve asker bakımından devletler sıkıntılar yaşamaya başlamışlardı. Sırp Despotluğu’na bağlı John Pitcairn’in ordusu iki sene içerisinde on iki bin kişiye ulaşmış ve John Sırp Devletinden bağını kopararak özgür bir yağmacı olmuştu. Sadece Osmanoğulları ile değil tam tersi Sırplar ile de çatışmaya girmişti.
’ Cennet mekân Şehzade Ertuğrul’un şehit edildiği ova burası işte Mehmet.’
’ Hatırlıyorum İdris Paşa’m. Aklıma geldikçe yüreğim sızlıyor.’
’ Hepimiz bir gün mutlaka göç edeceğiz Mehmet.’
’ Doğru söylersiniz Paşam.’
Paşa, Mehmet’in omzunu sıvazlar gibi bir hareket yaparak;
’ EEE. Mehmet’im. Şimdi nereye gitmeyi düşünüyorsun?’
’ Her gece korsan avlamaktan usandım diyebilirim paşam. Lakin Sultanımızdan emir gelene kadar burada vakit geçireceğim galiba.’
’ Bak Mehmet. Sen Osmanlı Devleti’ne bağlı bir asker değilsin ama Osmanoğulları’ndansın. İstediğin yerde istediğin şeyi yapma hakkın var. Sen bu devlete bağlısın ama bu devlet için çalışmıyorsun. Sadece yardımcı oluyorsun.’
’ Biliyorum Paşam. Küçüklüğümde size her zaman bir karatuğ olmanın hayalini kurmuştum. Hatırlıyor musunuz?’
’ Hatırlamaz olur muyum Mehmet’im. Henüz on birine basmıştın.’
’ Evet Paşam. Küçük yaşlarda iken hep size karatuğ olmaktan bahsederdim. Ama Allah-ü Teâlâ’nın verdiği kader ve kısmet beni buralara kadar getirdi.’
’ Henüz genç biri olabilirsin ama aklın ve zihnin ta ki olgun yaşları anımsatıyor. Bizim davamız toprak davası değil Mehmet. Bizim davamız İslam’ı bütün insanlara ulaştırma ve öğretme davasıdır. Bunu unutma!’ diyerek boz atını hızla çadırına doğru sürdü. Arkasından öylece bakan Mehmet içinden;
’ Unutmayacağım Paşam... Unutmayacağım...’
...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.