- 2180 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Dünyanın En Büyük Salatası
Belki tüm yaşadıklarımız sadece yazmak içindir diyorum. Hiçbir yerde değilim. Hiçbir yerde yokum. Hiçbir yerde olmak istemiyorum. Ama oradayım. Buna inanması güç. Gelmek fiilinin olağan dönüşümünü eyleme geçirmenin büyülü şaşkınlığına teslim oluyoruz. Otobüsten iniyorum kimse yok. Alışveriş merkezinin önündeki kaldırma oturup bir sigara yakıyorum. Beni orada bekliyor olmasını umduğumdan ufak çaplı bir hayal kırıklığı yaşıyorum. On dakikaya oradayım sakin ol diyor. Alışveriş merkezinden çıkan aileler yanımdan geçip giderken umarsızlığımı garipser bakışlarla beni süzüyorlar. Az sonra arıyor, nerdesin? Buradayım diyorum. Seni göremiyorum ayağa kalk diyor. Hem yorgun, hem de kızgınım. Ayağa kalkmadan gelip beni bulmasını buyuruyorum. Gülümseyerek nefes nefese yanıma geliyor. Gülmemeye ne kadar gayret etsem de eğreti bir azar çekmeyi ancak başarıyorum. Hiçbir an boşa gitsin istemiyorum. Her dakika bir öncekinden kıymetli. İkimiz de konuya vakıfız.’Çok uzakta değil, işte orada. Kaldırımın üzerinde oturuyor. Onu ararken gözlerim, buluyor, bulmakla da kalmıyor, mutlu. Yapabileceğim bir şey olmalı, örneğin sarılmayı öğrenmeliyim. Sımsıkı sarılmak güzeldir. Yağmurlar insana sarılmayı öğretir. Alışveriş merkezinin tam ortasında, yapayalnızız. Kimse yok. Raflar bomboş. Sepete koyduklarım da biraz önce kayboldu. Başımı kaldırıp baktığımda, yine onu görüyorum. Yorgun, bir o kadar daha yorgun. Bu kadar yorgun olmayı nasıl başarabiliyorsun? Tepkisini önce sözel olarak bildiriyor. Sloganlar eşliğinde kortejin en gevşek zihinli, gevrek bir iradeye sahip canlıları olarak en öndeyiz. Sürekli değişmeyen ve her zaman kalıcı gibi gelen bir his; bu alışveriş ve yerin dibine batamamak.’
Bütün acılarımı avcunun içi gibi biliyor. Daha fazla acıya gerek yok diyor. Koluna giriyorum, elini tutuyorum. Endişesi mutluluğunu riske sokuyor. Sanki ikisi de eşit gibi. O an hangisine daha çok ihtiyacı var emin olamıyorum. En güzel yaptığımız şeyin sarılmak olduğunu anlıyorum yıllar sonra. Bir insanı içine çeke çeke koklamanın ne demek olduğunu sadece sevdiği insana kıyamayan insanlar anlayabilir. Bazı dokunuşlar ruhsuz görünür. Çünkü bazen dokunmaktan daha anlamlı şeyler vardır. Bizimki güven duygusu. Yoksa o şeytan işi icada insanı hangi güç maruz bırakabilir. ’Bana göre, şimdiye kadar yapılmış dünyanın en büyük salatasını yapıyor. Mutfakta biriyle yemek yapmak gerçekten hoş, yanındaki direnmiyorsa! Direniyoruz, ikimiz beraber birbirimize direniyoruz. Mutlaka birimiz için yanlış olan bir hareket olacak. Benim hareketim, kavanoz içerisindeki Urfa biberini tavaya dökmek olacaktı, böyle bir şeyi ben de istemiyordum. Elini tavaya daldırıp, tavuğa bulaşmamış biberleri tekrar kavanoza doldururken, ‘isot muydu bu’ diye soruyor. ‘Hayır, siyah Urfa biber’ diyorum. ‘İsot işte’ diyor, tavukları alıp, süzgeçte yıkarken. ‘Hayır’ diyorum, ‘isot değil bu’ sessizce. Paçayı kurtarınca insan gerçekten rahatlar. Tavuk aslında tam istediğim kıvamda sosuna kavuşmuşken, onun yaptığı dünyanın en büyük salatasına bakıyorum. Haşlanmış mısır serpiyor. ’Kekik olsaydı’ diyor. Zeytinyağını ve nar ekşisi döktükten sonra, limon sıkıyor. Avuçları sert ve bir kayayı andırıyor. Yorgunluktan avuçları sert bir kadın o ve salatası dünyanın en büyük salatası.’
Keşke gitmesem. Keşke kalabilsem burada. Yeni bir hayat kursak. Bir hayata başlasak birlikte. Veya yarılanmış hayatlarımıza devam etsek. Mutfakta dünyanın en büyük salatasını yapsam ona. O Urfa biberine bulanmış tavuklar pişirse bana. Bu mümkün mü? Değil! Belki birkaç defa daha. Çok az kere daha belki. Belki hiç.. Bizi biz yapan bütün sahipliklerimizi, bizi seven ve bizim sevdiğimiz insanlardan vazgeçebilmek mümkün mü? Yoksa geriye kalan hiçbir şeyi terk etmek zor değil. Ne oldu bana? Veyahut ne oldu bize? Bu içimdeki kocaman sevgi ve olabilmek özlemiyle nasıl baş edeceğim. Belki yanılıyorum. Her zaman yaptığım gibi. Dikkatim boyuna boyut değiştiriyor. Unut gitsin! ’Karnımız tok. Sigara içmek için oturduğumuz bankta konuşuyoruz. Ne dediğimizin bu saniyeden sonra bir önemi var mı? ‘Üşürsen söyle’ diyorum, ‘hasta olma.’ Ne üşümesi!’ diyor. Belki bıraksam, kolumdan çıksa, ellerini kollarımın arasından çıkarsa denize atabilir kendini. Bir ara kollarımı kendime geri alıyorum. ‘Utanıyor musun’ diye soruyor. Ciddi bir soru bu. Şimdi gülmemem gerekiyor. ‘Ben rahat edemiyorum, burada, rahat rahat yürüyelim’ diyorum. Küsüp, uzaklaşmamı istiyor. Bir adım ileri, iki adım geri. Küsüp, barışabiliyoruz. Yine yanımda ama son bir isteği var: ‘Lütfen beni denize en yakın olabileceğim bir yere götür!’ Şaman ağzının dudakları birbirine çarpıp dururken, kayalıklara geliyoruz. Kayalıklara gelmeden önce yağmur çiselemeye başlıyor. Üç ya da beş kaya, yine de bir kayalıktır. Oturacağım diye diretince kayalardan birine, ‘ıslanır pantolonun’ diyorum. ‘Olsun’ diyor dünyanın en umursamaz haliyle. Yine de sesinde bir çocuğun tatmin olmaz yarasına yakınım. Artık pantolonu ıslak bir kadın o. Yağmur sakallarını kesiyor arabaların. Saçlarımız kovaya daldırılmış kıvırcıklara benziyor. Sigara çıkarıyorum cebimden. ‘Bu yağmurda içemezsin’ diyor. Bu yağmuru tanımadığı ortada, aslında ben de yıllardır böyle ıslanmamıştım. Yalan söylüyorum. Çok ıslandım ancak bu tatlı yağmurdan bahsediyorum. Bahar yağmuru, mayıs düşüne inananlar için, ancak bir kalp daha atabiliyorsa, o da umut beslemekten dolayı iyi insanların kazanacağına dair. Böyle güzel beklentileri çağrıştıracak bir yağmur diyorum. İnat etmiyoruz. Sigara o kadar güzel yanıyor ki, şaşırıyor. Sönmüyor diyor. İçime çekiyorum. İçime yağmur yağıyor ama sigara ıslanmıyor. Kayalığın üzerinde otururken, mutlu oluşunu sözel bir devinimle büyütüyor. Nasıl olacak? İkinci sigara yarısında artık sönmüşken, biz evdeyiz. Duş alıyor. Dünyanın en tatlı yağmuru, en büyük salatayı yapan kadının teninden soyunurken, kendi pijamamdan ve tişörtümden veriyorum ona. İkisi de bol geliyor. Bir an rahatsız olacakmış gibi oluyor. Vazgeçiyor.’
Taş denemeyecek kadar büyük, kaya denemeyecek kadar küçük yığının üzerinde oturuyorum. İnanılmaz bir yağmur yağıyor. Deniz kabarıyor, sanki öfkeli gibi bir hâli var. Kıyıya çarpan tuzlu suların döver gibi, belki söver gibi bir hali var ama olsun bana her şey muhteşem görünüyor. Bir pus yığını denizle beraber üzerimize çöküyor. Suların içinde değil de sanki bir yangının ortasındaymışız gibi hissediyorum ama hiç korkum yok. Gülümsüyor. Her şeye gülümsüyor, sigara yakıyor. Bütün ıslaklığa inat sigara hiç sönmüyor. Neden sönmüyor diyorum. Sanki her şey bu öykünün bir parçası olmaya ant içmiş gibi rolünün hakkını sonuna kadar ödüyor.
Eve geliyoruz. Çay demliyor. Hep hayalini kurduğumuz biçimde göğsüne yaslıyorum başımı. Filmimizi açıyoruz. İlk defa izliyor gibi, kaçırdığımız vurucu sözleri yakalamaya çalışıyoruz. Çekçe bir şeyler söyleyen kızın ne demek istediğini anlamaya uğraşıyoruz. Olmuyor. O dili bilmiyoruz. Az sonra kısa bir araştırmanın ardından çeviriden ulaşıyoruz o kilit cümleye. ’Onu değil seni seviyorum’ diyor kız. Şimdi film daha anlamlı.
Kara kalem yapmaya başlıyoruz az sonra. Her şey gayri ihtiyari gelişiyor. Ben cansız şeyler karalıyorum. Onu öyle çok seviyorum ki, o yüzden onu resmetme girişiminde bile bulunmuyorum. Aklımda hep o haliyle kalsın istiyorum. Çok şey var kısacık zamana sığan ama kelimelerden taşan çok şey.. Bazı şeyleri kendime, bazı şeyleri ona, bazı şeyleri sadece geçmişe saklamak ama unutmaktan ölürcesine korktuğum şeyleri ikimize emanet etmek istiyorum. O hep öyle sevecen, orası hep cennetim olarak kalsın istiyorum.
’Kuşların bugün daha yalnız ve acımasız oldukları da aşikâr. Ötmek istemiyorlar. Olsun. Kiremit altında, sağ köşede biriktirilmiş kırık briketlerin üzerine yuva yapmış kumrunun kavun sarısı gövdesi var ancak koyu, kopkoyu bir sarı. Kuşları, çiçekleri, yeri geldi mi kedileri çok seviyor. Birbirimizi seviyoruz, hem sevmesek burada işimiz ne! Onun benden bir farkı yok. Bazen gerekli ayrılıklar taşıyor olmamız, yine de ona olan güvenimi hiç yitirmeme sebep olmuyor. Kendi adıma, onunla olan tüm ilişkilerimde de duyabildiğim sonsuz güveninin de bir sınırı olmalı. İşte sınır, yorgunuz, nefes nefese. Yorgunluk kesinlikle bulaşıcı ve kimin kimi yorgunlaştırdığı önemli olmadan, ikimizin de yorgunluktan bacakları ağarıyor. Bu ağarmanın, dünyanın magmasıyla ilişkisini kurmak üzereyim. Siyah, artık köz olmuş bir ateşin külleri yoksa köz her an eskisi kadar, belki daha etkili olarak alevlenebilir. Lavları hissedince, korkunun düzeyine göre insan önce tedbir almak ister. Mutlaka yanmak sonuçta insana mutsuz bir geleceği vadediyor da diyebilirim.’
Balkonun kenarında dört tane kumru var. Koş çabuk şunlara bak diyorum. O yetişene kadar biri havalanıyor. Kalanlar durağan. Bize benziyorlar. Beni bırakıp giden kumrumu yad ediyoruz. Çok ağlamıştım öldüğünde demiyorum. Tebessüm ederek izliyorum onları. Buranın kargaları çok heybetli. Gözlerimi büyük büyük açarak hayret ediyorum. Ona hiç tuhaf gelmeyen şeyleri şaşkınlıkla izleyişimden müthiş bir keyif almanın tadını çıkarıyor. Kolunu boynuma atıyor. Boş boş manzaraya bakarak sigara içiyoruz balkonda.
İkinci kez orada olmam ona hiç hesapta yokken muazzam bir sevinç nakşediyor. Gitmemi istemiyor. Gitmeyi istemiyorum. Orada kalıp günlerce kendimi aynı yere sabitleyip yaşayabilirmişim gibi geliyor. Bu mümkün değil. Pek çok şey mümkün olmaz. Bizi seviyorum. Her şeyim olan, türlü zamana yayılan her sıfata yakışan yanlarını seviyorum onun. Sabah oluyor. Gözümüzü kırpmadan gün ağarıyor.
Birkaç saat sonra hüzünlü bir ayrılık yaşayacağımızın etkisiyle biraz durgunlaşıyoruz. Belli mi olur yine gelirim belki diyorum. İkimizi de teselli etmek istiyorum çocukça. Çocuğum gibi göğsüme yaslayıp uyutmak istiyorum onu. Ne kadar zavallıyız diyor. Şu halimize bak! Bense geldiğimden daha güçlü bir umutsuzlukla döneceğimi biliyorum geriye. Beni iyi hatırlasın istiyorum. Çok konuştuğum için kızdığı anı bile özleyeceğini biliyorum. O da biliyor.
Polis karakolunun karşısındaki tarihi mezarlığın içindeki büyük çam ağaçlarının önünde fotoğrafımı çekmediği için, oradan her geçişinde aklına inatçılığımın gelip nasıl da hadi çek, çek diye tutturduğumu düşünerek gülümseyeceğini kendisi de biliyor. Yağmurun bize bahşettiği rahmeti iliklerimize kadar çektiğimiz akşamı hatırladığında yıllar sonra iyi ki yapmışız diyeceğini de. Bazı şeylerin tekrarı yok. Belki hiçbir şeyin tekrarı yok. Hiçbir anın! Saçlarını okşadığım anların, ağrıyan boynumu iyileştirme çabalarının da.
’Gözleri bir an için hüzünlüydü. Kıstırıldım. Zamanın geçmesine aldırış ettiğimizde, doğrusu hiçbir şey yapamadığım andaki kıstırılmış duygu. Duygu melodi oluyor. My soul cries painfully. Buraya kadar, işte tam buraya kadar; bazen söylemek istediğinden fazlasıyla susarsın. Bazıları için o küçük görülen bir an, işte; bir an; bir saatten ya da bir günden fazlası değil, nasıl da büyüyor! Yalnızlıkkaçıran, zamanı dondurabilir miyiz? Yine de bir tedirginlik boyunlarımızı kemirmeyecek mi? Aslında o kadar mutluyum ki. Burada dur, burada kal. Sınır koyuluyor, hırslı bir kadınlık aramızda tül perdeden de ince bir görüntü sunuyor. Bu kadar öpücük, kaç günah eder? Bu kadar öpücük, kaç yılı bağışlatır? Bu kadar öpücük, bizi ne kadar tatmin eder? Hiçbirinin önemi yok. İşte, dünyada sana en yakın olduğum zaman diyorum. En yakının. Hiçbir şey değişmeyecek, azalmayacak sana olan özgürlüğüm. Köylü ağzıyla buruşacak etin, artık bir esintiye ihtiyacı var. Balkon. Sigara. Yüzün. Korkun. Sıkıntı. Doğrular. Yine yaban yalnızlık siyah elbisesini giyinmiş, üzerimize tırpanlar fırlatacak. Sana bir fotoğraf çizmiş olacağım, masmavi bir deniz ve dağ; işte orada bir toprak. Biraz toprak. Hep ölümü düşünmüş olacağım. Yaşamaktan kasıt asla hürriyet değildir.’
Dönüş yoluna giriyoruz. İkimiz de kask takmıyoruz. Gözlerimden rüzgardan ötürü yaşlar süzülüyor. Ne olur dikkat et diyorum. Merak etme diyor. Sımsıkı sarılıyorum. Keşke onu da alıp götürsem. Ya da o beni bırakmasa. Terminale giriyoruz. Beni bekleyen otobüse binme vakti. Çantanın üzerine bir uğur böceği konuyor. Her şey iyi olacak diye ümitleniyorum. Yüzüme bakmıyor. Küsmüş gibi. Ayrılıkları sevmiyor. Gitmem gerekiyor. Ayaklarım geri geri gidiyor.
Otobüste bana ayrılan koltuğa oturuyorum. Birkaç dakika birbirimize bakıyoruz. Araya camdan örülmüş duvarlar giriyor. Biraz buruk, biraz gülümser ama üzgünüz. Kopuş anını beynime kazıyorum. Sessizlik çığlık gibi büyüyor. Otobüsün motor sesi büyüyor. Onun kıvrıldığı yol büyüyor. Ayrılıyoruz. İçimde yığınla duyguyla geri döneceğim yolu tüketmeye başlıyorum. Bir saat sonra mesajı geliyor. ’Seni şimdiden özledim.’ Onun gözündeki masumiyet tanrıçasına dönüştürdüğü kadına iyi bakmamı, onu korumamı istiyor. İşte herkes kendi yalnızlığına dönüyor.
Yol devam ediyor. Kulaklığın bana fısıldadığı şarkıyı başa sarıyorum yol boyu.
’Ne sen leylasın ne de ben mecnun’. Biz daha iyi bir şeyiz seninle.....
//mayıs2016
YORUMLAR
Aynı anları farklı nefeslerde çok güzel aktarmışsınız. Oldukça şiirsel anlatımınıza aşinaydık zaten. Yine şaşırtmadınız.
Müzik de güzel gitmiş. Başlıktaki fotoğrafın filmini izlemiştim. Müzikleri güzel bağımsız Amerikan sinemasıydı. O filmin müzikleri pek gitmezdi yazınıza ama.
Kaleminize sağlık efendim.
Sağlıcakla,
nitemtran tarafından 5/20/2016 7:53:13 PM zamanında düzenlenmiştir.