ÇÖPÇÜ
Kadın valiz gibi çantasını almış, işine gidiyordu. Kapıdan çıkarken seslendi:
“Çöpleri atmayı unutma, tuvaletteki çöpü de! Hep unutuyorsun zaten.” dedi. Adam başını salladı, gülümsedi:
“Hayırlı işler,” dedi. “Kendine iyi bak.”
Adam kapıyı kapattı. Odada dolanmaya başladı. Mutfağa gitti. Çöpü bağladı, çöp torbasını bağladı. Tuvalete gitti. Tuvaletteki çöpü de bağladı. Tuvalette de çöp vardı: “Hayret!” dedi. “Başka işim yok benim. Adım çöpçüye çıktı. Ne kadar güzel değil mi? Ama hoşuma da gidiyor. Bu apartmanın, çöplerini alıyorum. İki yüz, üç yüz metre ilerideki belediyenin tekerlekli çöp arabaları var. Fırının karşısında, onun içine atıyorum. Fırıncının odunları duruyor çöp arabalarının arka tarafında ve kedilerim. Beni o güzelim kedilerim. Ağzı yara içerisinde, bıyıklarına kadar bakteri dolmuş kedilerim. Kimisi mavi gözlü, kimisi yeşil gözlü, kimisi Van kedisi; birisi mavi, birisi kahverengi, çeşit çeşit kediler. Her biri hırpani; kimisinin bir gözü akmış, kimisinin kulağı kopmuş, kimisinin kuyruğu kopmuş, kimisinin bacağı satır yemiş. Benim kedilerim, sokağımın güzellikleri.
Manolya Sokağı’nda oturuyoruz. Dört katlı bir evde oturuyoruz. Dördüncü katta, en üst katta biz oturuyoruz. Bir altımızda Almanya’daki kardeşi oturuyor. Onun altında kız kardeşi, en altta da annesi. Bir apartman ki, evlere şenlik; rengârenk. Sanki dört değişik karakter, aynı apartmanda oturuyoruz. Çok hoşuma gidiyor bu yer. Manolya Sokağı. Evet, Manolya Sokağı’nın en güçlü evi, kayaların üzerine yapılmıştı, zelzeleden korunmak için. Deprem bölgesi burası; beş kez yıkılmış bu şehir. Tekrar kurulmuş diyorlar. Deprem sallamazsa başka şeyler sallıyor bu şehri. Alıp götürüyor uzaklara. Sonra tekrar getiriyor. Bu ara çok karıştı şehir. Çok değişik insanlar geliyor, sınırın öteki yakasından buraya.
Her gün çöpleri alıyorum. Neşe ile yukarıdan aşağıya bağırıyorum: “Çöpçüüüüü, çöpçüüüüüü!” İkinci katta, minik bir kızımız var. Koşturuyor ‘dede’ diye. Evet, okula gitmediği zamanlar, onunla sohbet ediyorum. Annesi de var. Beraber kahve içiyoruz, birinci katta. Evet, hoşlanıyorum, Manolya Sokağı çok sakin bir sokak; ileride köşe başında, büyük apartmanlar var fırının hizasında. Apartmanların tepelerine, hoparlörler yerleştirmişler. Günde beş defa namaz kılanların ezanı okunuyor orada. Evet, hoparlörden ezan dinliyoruz günde beş kez. Hele ramazanda, hele sala veriliyor ara sıra; ölenler adına, ölenlerin sülalesinin ismi anılıyor. Hepsini dinlemek mecburiyetindeyiz.
Evet, burası Manolya Sokağı. Manolya Sokağı’nı çok seviyorum. İki araba zor geçiyor bu sokaktan. Kedileri var ama köpek yok. Bu şehirde köpek sanki yok. Yoksa Çin’e mi ihraç ettiler köpekleri, bilmiyorum ama bu şehrin köpekleri, başka başka. Resmi elbiseler giyinmiş bu şehrin köpekleri. Hoşuma da gidiyor bu şehri tarif etmek.
Evet, her gün çöp, çöp, çöp!
Akşamüzerleri veya akşam saat ona doğru, yazın akşamüzeri olarak kabul ediyorum; her sokaktan, o spray ne denir onu bilmiyorum, sinekleri öldürmek için, ilaç sıkan, belediyenin arabası geçiyor. Çünkü sokaklar çöp dolu. Herkes çöpünü, evin önüne fırlatıyor pencereden aşağıya. Dördüncü kattan atsak, pat diye yayılacak yere. Ama biz atmıyoruz, ben topluyorum çöpleri. Bu apartmanın çöpleri, toplanmaya başladı artık. Bu apartmanın, bir çöpçüsü var. Ne güzel, değil mi? Hoşuma gidiyor. Başka yapacak hiçbir işim yok benim. Emekli oldum olalı, en hoşuma giden iş bu. Karşılığı bir tebessüm, bir teşekkür: “Çöpçüüüüüü, çööpçüüüüü!” Evet, hoşuma gidiyor, arya söyler gibi, şarkı söylüyorum sanki. Başka işim yok benim.
O işe gidiyor. Akşam yorgun argın geliyor. Çoğunlukla ya sinirli, ya başı ağrıyor. Evet, annesi yemek yapıyor. Yemeğimizi annesi yapıyor, kız kardeşi de gönderiyor ikinci kattan. Birinci kat, yemek; evet, birinci kat yemeğimizi, yoğurdumuzu her şeyimizi turşumuzu, birinci kattan alıyoruz. Biz, beleşe yaşıyoruz dördüncü katta. Dördüncü kat, beleşçilerin yeri. O, ara sıra güzel yemek yapıyor, isterse çok güzel yemek yapıyor. Ne koyduğunu karıştırıyor. Bir kez daha aynı yemeği yapması, mümkün değil. Sabah kahvaltıları çok güzel, ona bir şey diyemeyeceğim. Rengârenk donatıyor sanki sofrayı; acı biberli cevizinden tut, kayısıya varıncaya kadar. Ben kayısı yiyorum sabah kahvaltılarında. Sabah kahvaltısına bayılıyorum. Birlikte sabah kahvaltısı yapıyoruz. En hoşuma giden de sabah kahvaltısı. Bazen saat onda bazen on bire doğru uzuyor sabah kahvaltıları. Evet, o işe gidiyor, onda on birde, akşamları; yedide, sekizde, dokuzda, onda, on birde döndüğü oluyor, işine göre, evet. Haklı değil mi? Sinirli geliyor bazen. Ellerinde poşetler:
“Açsana kapıyı, açsana! Görmüyor musun, birçok şey getiriyorum, yoruldum.”
Evet, doğru. Ben hiçbir şey yapmıyorum. O dördüncü kata kadar, poşetleri taşıyor. Ben kapıyı açıyorum. Güler yüzle “Hoş geldin” diyorum ona. O yorgun argın, dinlenmek istiyor. Poşetleri alıp, mutfağa bırakıyorum:
“Yere bırakma!” diyor.
Evet, mutfağın üzerindeki yere bırakıyorum. Masanın üzerine bırakıyorum. Korkuyorum ben! Ondan korkuyorum! Kızdığı zaman çok değişik bir insan oluyor. Yüzü kararıyor, çirkinleşiyor yüzü. Güldüğü zaman dünya onunla birlikte gülüyor sanki. Güzel dişleri var, dudakları da:
“Sen hep gülmelisin,” diyorum. Gülmeye çalışıyor. Yorgun geliyor, haklı. Büyük bir buzdolabı var. Onu dolduruyoruz. En çok ben yiyorum evde. Meyve evet sebze, rengârenk; yeşilin tonları var, kırmızının tonları var. Seviyorum bu şehri. Sebzesi bol, meyvesi bol. Ben de gidiyorum ara sıra kaçak. Benim dışarıdan bir şey almama hep kızıyor:
“Ne biçim almışsın, patlıcanlar böyle alınır mı, bu patlıcandan musakka olmaz, imambayıldı olmaz, oturtma olmaz, patlıcan salatası olmaz!” Evet, közlenen patlıcan salatası olmazmış benim aldığım patlıcanlar küçükmüş, mormuş. Evet, zamanı varmış patlıcanın zamanı, biberin zamanı. Hep o zamanda alınırmış. Öyle kontrol edecekmiş ki bilmem gerekiyordu; salatalıkları, domatesleri. Ben hep yanlış sebze alıyorum, hep yanlış meyve alıyorum. Domatesler, domatesler yanlış, hep yanlış.
Çok yanlış yapıyorum ben. Hep bir şey aldığım zaman tedirgin eve getiriyorum. O aldığı zaman çok güzel almış. Teşekkür ediyorum, diyebiliyorum ama ondan bir tek teşekkür bile almadım: “Şunu getirdiğin için, teşekkür ederim,” demedi bana. Neden demedi, bilmiyorum. Her birine bir bahane buldu:
“Soğanların eziğini almışsın.”
Evet, soğanın cücüğünü seviyorum. Ne bileyim ben. “Çileklerin büyüklerini almışsın.” Tatsız oluyormuş çileğin büyüğü. Küçükleri güzel oluyormuş. Küçük, minicik çilekler. Evet, belki doğru belki haklı bilmiyorum. Meyveyi, sebzeyi seçmesini bilmiyorum. Hele pazarlık etmesini hiç bilmiyorum. Manav, ne diyorsa o parayı veriyorum. Evet, o pazarlık etmesini çok iyi beceriyor. Yarı fiyatını veriyor, diyor ki, eğer beş lira ise bir şey: “İki buçuklara olur mu?” diyor. Hayret! Ben utanıyorum, “iki buçuk lira olur mu?” diyebilir miyim, diyemem. Garip.
Evet, ben kedilerimi çok seviyorum. Çöp tenekesinin etrafında dolanan, o poşetleri yırtan, ağızları kirli, tırnakları kopmuş o kedileri çok seviyorum. Onlara kaçak yemek götürüyorum. Evet, buradaki büyük marketlerde bile, köpek kedi maması yok. Hiç kimse, kedisine dışarıdan mama alıp, yedirmiyor. Bir tek mağazada gördüm, büyük bir mağaza, büyük bir adama ait bir mağaza, ulusal bir mağaza. İşte orada köpek maması ve kedi maması var. İnanın, insan yemeğinden daha pahalıydı. Dana etinden pahalı kedi maması, köpek maması. Evet, hak verdim ama ben balıkları alıyorum, ton balıkları alıyorum tenekeler halinde. Benim hasta bir kedim var. Ona vermeye başladım. Çok seviyorum o kediyi ama benim gelişimi biliyor. Ayak seslerimi bile biliyor. Birkaç gün oldu, onu görmedim. Acaba öldü mü, bilmiyorum. Ölürse üzülürüm. Benim kedim de ölmüştü. Evet, ölmek üzereydi, veterinere götürdüm.
Burada veteriner yok. Bu şehirde, veteriner yok. Ha var, veteriner var: İnek, öküz ve atlara bakıyor. Evet, kedi köpeğe bakan veteriner yok, bu şehirde. Bütün levhaların resimlerini çektim, sokak sokak dolaştım, veteriner bulamadım. Köylerde var veteriner, evet. Bu şehrin, kedi ve köpekleri, allaha emanet, evet. Kendi kendilerine bakıyorlar.
Bazı evlerin, kedileri var. Sokağa çıkmaları, yasaklanmış kediler ama kedileri evde tutmak mümkün değil. Kedilere benzemiyor. Tasma takamazsınız kedilere. Kediler, özgür yaşamın bir sembolü. Hain diyorlar, nankör diyorlar kedilere ama ben seviyorum. O nedenle bana “Karakedi” diyorlar. “Karakedim” diyor bana, seviniyorum, “Karakedim.”
Yorgun geliyor eve, evet. Diyor ki:
“Bugün ne yaptın?”
“Bugün mü, ben şey, internete girdim.”
“Evet?”
“İnternette yedi sekiz sayfam var. On sayfam var. Bloğum var. Şiirlerimi asıyorum, resimleri asıyorum.”
“Evet, sonra? Sonra ne yaptın?”
“Ne yapayım, güneşlendim.”
Dışarıya çıktım, güneşlendim. Birkaç kare çektim, etrafta. Benim kuşlarım var, ama "sahibi" ben değilim. Komşunun kuşları var. Her tarafta kuşlar uçuyor; bir sabah bir de akşam benekli benekli kuşlar, güvercinler ama sesleri çok acayip, sabaha kadar inliyor komşunun güvercinleri. On altı tane güvercini var komşunun. İlerideki komşumun en az kırk, elli tane güvercini var. Adamın işi gücü yukarıya çıkıp, sigara içmek ve güvercinlere bakmak, uçurmak. Ben sadece bir zevk sandım. Meğer güvercin edinmenin, güvercin beslemenin, güvercin uçurmanın kendi aralarında bir raconu varmış. Akşam üzerleri, gökyüzü güvercinlerle doluyor. Seviyorum bu şehrin güvercinlerini. Her birinin ayaklarında, minik çıngıraklar var. Uçarken büyük ses çıkarıyorlar; “çıkır, çıkır, çıkır, çıkır,” güvercinler yarı özgür, bana benziyorlar. Ben akşamüzerleri çıkıyorum. Hava serinlemeye başlayınca. Bana diyor ki:
“Evden çıkınca beni telefonla ara. Nerede olduğunu söyle, belki birlikte döneriz.”
Hâlbuki ben yürümek istiyorum. Bol bol yürümek istiyorum.
Evi ile işi arası, on beş dakikalık yol. Hep arabayla gidiyor. Ayakları ağrıyor. Ayaklarının altına, protez gibi bir şeyler koyuyor, plastik. “Ayaklarım ağrıyor,” diyor. Hak veriyorum. Akşamüzerleri yemekten sonra, dolaşmak istiyorum. Canım dolaşmak istiyor. Nehir kenarında dolaşmak istiyorum, nehir kenarında dolaşmak istiyorum. Herkes dolaşıyor. El ele tutuşanlar var. Dondurma yemek istiyorum, yaz bu. O yürüyemiyorum, diyor. Bazen çıkıyoruz, çok nadir. Bazen çıkıyoruz. Güzel bir parkı var. Parkın etrafında dolanıyoruz, dönüyoruz arabayla. Arabayla dönüyoruz eve. Arabayla gidiyoruz, her tarafa arabayla gidiyoruz. Ama ben, ben yürümek istiyorum. Yürümek istiyorum, çok kilo aldığımı biliyorum, evet.
Yürüyorum, yürüyorum. Bazen telefon etmeyi unutuyorum, aniden beni arıyor:
“Neredesin, niye aramadın?”
“Yok” diyorum, “ben biraz yürüyeyim.”
Biraz kitapçılara uğruyorum, dolanıyorum. Kahvehanelerde oturuyorum. İnsanların tavla oynayışlarını seyrediyorum. Ama, bana yabancı gözüyle bakıyorlar. Bana yabancı gözüyle bakıyor herkes. Tipim uymuyor onlara. Siyah giyiniyorum, yazın bile simsiyah. Siyah giyiniyorum; siyah şapkam var, siyah ayakkabım var. Bilmiyorum. Siyahı çok seviyorum. Renklerin anası, diyorum siyaha. Beyaz derler aslında renklerin anası ama, ben renklerin anasını, siyah olarak görüyorum. Toprağı simgeliyor siyah, kapkara. Doğanın anası değil mi? Yaşadığımız dünyanın anası, değil mi siyah? Siyah, bütün renklerin anası diyorum. Bunun için “Karakediyim” diyorum ona. Karakediyim ben. Hoşuma da gidiyor bu, evet.
“Çöpçüüüü, çöpçüüüüü,” diye bağırdım günler, komşu kadınlar bana bakıyor. Bu adam hep çöp taşıyor sanıyorlar. Bazıları gülüyor içinden. Bazen poşetlerle yiyecek getiriyorum, haftada birkaç sefer gizlice gidiyorum, markete gidiyorum; dondurma alıyorum, bolca. Evde kavgayla yiyeceğimi bildiğim halde dondurma getiriyorum. Dondurma yemem yasaklandı benim:
“Hayır, çok kilo alıyorsun, yemeyeceksin! Senin iyiliğin için söylüyorum, yemeyeceksin. Ne kadar kilo alıyorsun, biliyor musun, farkında mısın aldığın kilonun? Nefes alamayacaksın günün birinde. Bıraksam, dondurmanın hepsini yiyeceksin.”
Evet, benim iyiliğim için söylüyor. Her şeyi benim iyiliğim için söylüyor. Çünkü ben bilmiyorum. Ben, ben farkında bile değilim benim iyiliğim için, neler yapılması gerektiğinin. Evet, iyiliğim için.!
Evde üç tane terlik var. Adam başına, insan başına üç terlik; birisi oturma odası, gezmek için vs evin içerisinde. İkincisi, tuvalet terliği; evet, alaturka tuvaletler var orada. Belki doğru, haklılar; oturuyorsun, sağa sola sıçrar, terliğin üzerine sıçrar belki. Ben bazen alaturka tuvaleti seviyorum. İnsanın vücut şekline, anatomisine çok uygun; çömeliyorsun, baskı uyguluyorsun kasıklarına, kolonlardaki baskı senin tuvaletini daha çabuk getiriyor. Sonra banyo tuvaleti var. Plastikten yapılma banyo terliği, evet. Düşünebiliyor musunuz; eve beş misafir geldi, her birine üç terlik, on beş terlik, altı da terlik sizin, yirmi bir terliğinizin olması gerekiyor, evet. Bizim evde terlik çok. Her taraf terlik; dolapların içi, terlik, her evde terlik var. Bu apartmanın her evinde terlik var. Ben unutuyorum bazen. Kapının önüne bırakılmış, kapının iç kısmına bırakılmış terlikleri giymeden ikinci katın evine girdim bir gün. Hemen koştu küçük kız:
“Dede, terliğini giymedin!” dedi.
Terlikleri uzattı bana. Evet, terliğimi giydim. Hâlbuki ayaklarım temizdi, yer kirliydi belki ama ben terlik giymeye alıştırıldım, evet. Burada herkes terlik giyiyor. Her evde terlik var. Düşünüyorum, terliğin içindeki bakterileri düşünüyorum, evet. Evet, benden evvel kim giydi bu terliği? Erkek terlikleri ayrı, kadın terlikleri ayrı anlıyorum, evet. Misafir terliklerini giymiş olursam, kim geldi eve bilmiyorum. Belki, belki elektrikçi geldi, belki tamirci geldi eve, terlik uzatıldı ona, o giydi. Sonra ben giyeceğim. O bakteriler ne olacak? Ben hep bunu düşünüyorum. Bakterileri düşünmeye başladım. Başka işim yok benim, bakterileri düşünüyorum. Terliğin faydalarını düşünüyorum. Terliğin faydaları. Terlik, ara sıra yıkanmalıymış. Bazı terlikler hiç yıkanmıyor, büzüşüyor gidiyor. Kaynar suyun içerisine koysam büzüşüyor.
Ben hiçbir şeyi beceremiyorum. Beceriksizin tekiyim. Bazen, iç çamaşırlarımı kendim yıkamak istiyorum banyoda, itiraz geliyor hemen niçin; onun göreviymiş. O bütün çamaşırları teker teker yıkamadan evvel kokluyor, “temiz, kirli, orta kirli! Hayır hayır, bu da kirli.” Onu da atıyor, sonra aşağıya indiriyor. Haftada üç kez bazen, dört kez çamaşır yıkıyor, şaşırıyorum. Yok, ben haftada bir kez çamaşır yıkanmasına alışmışım. Kendi ülkemde öyleydi. Burada başka. Üç kez çamaşır yıkanıyor bazen, en az iki. Haftada iki kez çamaşır; iki kişiyiz, haftada iki kez çamaşır, günde iki kez külot değiştirdiği oluyor insanın, hayret! Ben hayret diyorum. Bu kadar temizlik, sonra? Sonra nereye yok, bilmiyorum. Ama benim iyiliğim için. Ben, ben iyiliğimi bilmiyorum. Siz biliyor musunuz, bilmiyorum.
Siz kendi iyiliğinizin nereden geçtiğinin, farkında mısınız? Ben farkında değilim. Bana öğretiyorlar hep. Bilmiyorum, ben iyiliğimi düşünemiyorum. Pazardan yanlış şeyler alıyorum. Benim iyiliğim için söyleniyor çünkü ben kazıklanıyormuşum. Bana kazık atıyormuş manav, bana kazık atıyormuş bakkal, bana kazık atıyormuş herkes, bilmiyorum. Kazık yiyormuşum, aptalım galiba! Ne bileyim, ben pazarlık etmiyorum. İnanıyorum, söylediği rakama inanıyorum.
Bir gün bir yere gittik, hiç unutmuyorum. İpek malzemeler satılıyordu. Güzel elbiseler vardı, ipekten yapılmış. Adam “doksan lira,” dedi. “Hayır,” dedi “kırk lira veriyorum.” Doksan liralık elbiseye, kırk lira verdi. Utandım, dışarı çıkmak istedim. Sıkıldım, terlemeye başladım. O itiraz etti ve pazarlık başladı, evet. Doksan liralık elbiseyi, elli liraya aldı, şaşırdım, şaşırdım. Ben yapamam, duramam. Evet, pazarlık edemem. Ben aptalın tekiyim, doğru; ben çöpçüyüm, “çöpçüüüü” diyorum, çöpçü.
Biliyor musunuz, çöpçü olabilmek çok güzel. Bu ülke öyle kirlenmiş ki, kirlenmiş insanları var. Televizyon, televizyonumuz yok bizim. Birinci katta, televizyon var. Oraya iniyorum bazen. Görüyorum, ekranda yüzler kirlenmiş. Ekrandaki yüzlerin; burunlarını göremiyorum, yüzlerini göremiyorum. Sadece dilleri, dilleri bir karış çıkmış, dilleri konuşuyor. Evet, hep kirlenmiş yüzleri. Burada eksik bir şey var diyorum. Bu ülkede eksik bir şey var. Herkes televizyon izliyor, bağıra bağıra. Çanak antenler var. Bütün evlerin üzerinde çanak antenler var. Yıkılacak gibi, minicik evler, barakaların üzerinde çanak antenler var. Çanak anten! Yollar çöp dolu, çöpün üzerinde kediler, ölmek üzere olan kediler, kuyruksuz kediler, bacaksız kediler, kulakları yırtılmış, gözleri akmış kediler, tırnakları kırılmış kediler; kedi dolu her taraf, evet. Bu şehrin adını değiştirmeli ama seviyorum, kedileri seviyorum, evet.
Öyle geceler var ki, gürültüden uyuyamıyorum, uyunmuyor. Bazen saat onda bazen dokuzda, dokuzda tencere tava çalmaya başlanır, evet. Ben bir kova elime geçirdim, kova çalmaya başladım. Kovanın altına vurdukça çok büyük bir gürültü çıkarıyor. Pencereden dışarıya doğru verdim ağzını kovanın, kıçına tokmak gibi, tahta bir kaşık aldım ve vurmaya başladım; yarım saat, her gün yarım saat. Bulunduğumuz mahalle çınlıyor. Ondan sonra gaz bombası sesleri, silah sesleri geliyor, evet. Sloganlar peşi sıra. Her gece, kırk beş gün devam eden, elli gün devam eden, iki ay devam eden büyük bir gürültü var gece vakti. Havai fişekler atılıyor sanıyorsunuz. Balkona çıkıp, bakıyoruz. Balkona çıkıyoruz. Gitmek istiyorum. O seslerin bulunduğu yere gitmek istiyorum:
“Hayır, hayır! Başına bir şey gelir. Senin iyiliğin için, gitmeyeceksin. Bu yaşta ben ne olurum ne sonra?” diyor. Beni mi düşünüyor, kendisini mi düşünüyor, bilmiyorum. Ben ne olurum sonra, diyor, evet. Gitmek istiyorum.
Sala veriliyor ertesi gün. Bir çocuk öldürülmüş. Aradan bir müddet geçiyor, yine sala veriliyor. Başka bir genç öldürülmüş. İnsanlar yürüyor yollarda. Ellerinde bayraklar, ellerinde bayraklar, yıldızlı aylı bayraklar, posterli bayraklar. İnsanlar yürüyor. Ele ele tutuşmuş, bir kasabadan şehre doğru insanlar, el ele tutuşmuş, zincir olmuş yürüyor. Şehitleri için yürüyor o insanlar, evet. Geceleri saat onda, cumartesi günleri bir müzisyen geliyor. İkinci müzisyen çıkıyor, evet. Konserler veriliyor. ‘Barış Konserleri’ veriliyor, ‘Anma Konserleri’ veriliyor. Bu şehir, insan kaynıyor. İnsanları çok seviyorum. Bazılarını hiç sevmiyorum. Sivil giyimli, kel kafalı, kara gözlüklü insanlar dolaşıyor bu insanların çevresinde. O insanları hep tanıyorum. Ben resimlerini çektim sanki bilmiyorum, evet.
Evde oturamaz oldum. “Çöpçüüüü!” Her öğleden sonra, bağırıyorum. Bana gülüyorlar. Hoşuma da gidiyor: “Her evde bir çöpçü olsa; yollarda, çöp olmaz,” diyorum. “Her evde bir kedi beslense, yollarda kedilerin bacakları, kopmaz,” diyorum. Kedi sevgisi yok bu ülkede. Köpekleri seviyorlar çünkü ortada yok, kalmamış. Köpekleri, yiyorlar belki, farkında değiliz. Belki yiyorlar.
Sorgulanmaktan hoşlanmıyorum:
“Neredeydin, bugün ne yaptın?” Ben sormuyorum:
“İşler nasıldı?” diyorum, sadece..
“Bugün ne yaptın, bugün ne yaptın?
“Ne yapacağım, bugün çöpleri attım, evet.”
Öyle anlar oluyor ki, eve gelesim gelmiyor. Küçük bir park var. O yürüyüşlerin, o kavgaların olduğu mahallenin hemen karşısında, küçük bir park var. Akşamüzerleri, hava kararınca yavaş yavaş o yokuşu tırmanıp, o parkta oturuyorum. İnsanları izliyorum. Hele bir kadın var, fil hastalığına yakalanmış. Ayakları belim kadar. Boğum boğum. Bir ayakkabısı var, o ayak, o ayakkabıya nasıl sığdı, onu merak ediyorum. Yuvarlana yuvarlana geliyor. Banka oturuyor. Yanına bir kadın geliyor. Her zaman aynı kadını görüyorum. Konuşmaya başlıyorlar. Konuşuyorlar, bağıra bağıra. Benim anlayamadığım bir dilde konuşuyorlar. Öbür tarafta çocuklar oynuyor. Parkın lambaları da patlatılmış. Sadece bir tanesi köşede kalmış. Ilık bir ışık, çocukların yüzünden toprağa siniyor. Kumların içinde oynuyor çocuklar. Bir kaydırağı var parkın, iki de salıncağı. Otlar bile üzerinde yürünmekten, kaybolmuş, parkta ot yok. Köşede bir çeşme var. Ağzını yıkıyor ihtiyar bir adam. Sonra köşede, öbür köşede nohut satan bir adam var. Nohutlar, köklenmiş. Herkes nohut yiyor burada. Herkes bir demet nohut almış, köklü nohut, teker teker açıp, yiyor. Kabuklarını, tükürüyor yere. Evet, herkes çekirdek çitliyor burada. Parklardaki yerler, çekirdek kabuklarıyla dolu..
Küçük küçük nehirler var, büyük nehre ulaşan. Teker teker resimlerini çektim ben bu nehirlerin. Çöp dolu, kokuyor. Nehirlerin kenarında çocuk bahçeleri var. Nehirler, sivrisinek dolu. Akşamüzeri, sivrisinekten geçilmiyor. Nehirler çöp kokuyor. Yemyeşil yosun tutmuş. Altlarına beton döşemişler, minik nehirlerin. Büyük nehirde birleşiyor hep küçük nehirler. Büyük nehir de kirli. Kirli bakıyor insana, ters bakıyor insana. İnsan, o nehirlere ters bakıyor. Sulayıp, bırakıyor ne kaldıysa geride, evet. “Nehirleri kirletmeyin,” desem, kızacaklar bana. “Yerlere tükürüyorsunuz, yerlere çekirdek kabukları atıyorsunuz, niye atıyorsunuz?” diye soruyorum, sessizce. Bana bakıyorlar ablak ablak. Ben yabancıyım bu ülkede. Bu ülkenin yabancısıyım. Bunun farkındayım. Yüzüme vuruyorlar:
“Sen bilmezsin, sen burada yaşamadın ki, sen burada doğmadın ki. Sen burayı bilmezsin. Sen bir turist gibi, gelip gidiyorsun bu ülkeye. Sen burayı tanımıyorsun. Senin için söylüyoruz bunu, senin iyiliğin için söylüyorum bunu. Çekme! O sivil giyimli adamların resimlerini çekme. Başın belaya girecek diyorum. Senin iyiliğin için!”
Bir gün, “senin iyiliğin için,” diyen insan, benim onun iyiliği için de düşündüklerimi dinlese ! Ben de onun iyiliğini düşünüyorum ama söyleyemiyorum, evet. Hep o, benim iyiliğim için düşünüyor. Benim iyiliğim için, daha başkaları da düşünüyor. Bütün bankalar kredi kartları, benim iyiliğimi düşünüyor. Dünya Bankası, IMF, yoksul ülkelerin insanlarını düşünüyor. Onlara kredi veriyor. Ömrü billah ödeyemeyecekleri kredileri veriyor. Zengin ülkeler, fakir ülkelere silah satıyor. Etnik ayrımcılığı körüklüyor. Dini ayrımcılığı körüklüyor. Silah satıyor. Her birine aynı silahı satan, aynı el; hepsinin iyiliğini düşünüyor büyük ülkeler, küçük ülkelerin. İmparator, öyle buyuruyor: “Tüketin!” diyor. “Tükettikçe, biz tükenmeyeceğiz. Biz, üreteceğiz. Sizler için, üretiyoruz bunları,” diyor, evet.
Herkes bilgisayar sahibi olmak istiyor. Minik bilgisayarlar çıktı, tabletler, ipedler; adam, ipad’e sahip olabilmek için, çocuğunu satıyor. Gazeteler öyle diyor, televizyonlar öyle diyor, radyolar öyle diyor. Satıyor, satıyorlar ama alan var mı? Var tabiî. Herkesin ipadi var. Bütün genç kızların elinde, ipadi var. Tesettürlüsü, tesettürsüzü, açığı kapalısı, millisi; ellerinde ipad ile dolaşıyor. Kulaklarında kulaklık, nehir boyunca yürüyorlar. Konuşmuyorlar. Çocuklar robotlaşmış ipad ile.. ama birden bu ipadler canlanıyor. Öyle bir iletişim aracı ki, aniden bir meydanda bir kişi on, on kişi yüz, yüz kişi bine çıkıyor. Gençleri, bir araya getiriyor. Gençleri bir araya getiriyor ipad. Benim ipadim yok. Almak istemiyorum. Nereye gidebilirim ki, çağırsalar çıkamam ki, evet. Ben Manolya Street’de oturuyorum. Manolya Caddesi burası, Manolya Sokağı. Dördüncü katta oturuyorum. Her gün “çöpçüüüü” diye, bağırıyorum.
Bir gece çöpleri unutmuşum. Geç vakitte geldi akşam eve. Mutfağa girdi, sonra banyoya. Hışımla döndü bana:
“Çöpleri atmayı unutmuşsun.” dedi, hayret. O gün unutmuştum.
“Bugün ne yaptın?” dedi.
“İnternetteydim, tabiî saatlerce.”
“Boynun ağrıyor, kolun ağrıyor farkında değil misin? Bu internet seni mahvetti. Başın belaya girecek.” dedi. Başım belaya girmişti zaten. Başım internette beladaydı, evet.
“Çöpleri atmadın,” dedi.
Adam, çöpleri atmak için çıktı, geceyarısı. Cebinde üç tane teneke vardı; tonbalığı. Adam, minik çantasını aldı, çöpleri aldı ve çıktı. Bir de telefonunu almıştı yanına bir de cüzdanını. Adam, çöpleri aldı. Aşağıdaki üç katın da çöpünü birlikte aldı. Üç yüz metre ilerideki, belediye çöp arabasına tekerlekli arabaya fırlatmak için yürüdü. Sadece bir kedi kalmıştı orada. Bütün kediler bir yerlere sığınmıştı. Uyuyorlardı. Sadece adamın en çok sevdiği, hastalıklı, zayıf bir kedi kalmıştı. Adam, çöpleri attı. Cebinden çıkardığı üç tenekeyi, yavaş yavaş açtı. Bir poşetin üzerine boşalttı hepsini. Çirkin, kuyruğu kesik, gözleri çapaklar içerisinde, ağzı kir dolu kedi, onu hemen tanıdı. Yavaş yavaş geldi, yalayarak önce balığın suyundan sonra etleri yavaş yavaş ağzına götürdü. Dişleri, kırılmıştı sanki yutamıyordu. Her lokmada, başını arkaya doğru çeviriyordu. Adam, kediyi okşadı. Kedi ona, mavi mavi baktı.
Adam doğruldu. Manolya Sokağı’na baktı. Dört katlı apartmana baktı. En son katında ışık, hala yanıyordu. Gece yarısını geçmişti. Adam sırtını, Manolya Sokak’a döndü. Tepeden aşağıya doğru yürümeye başladı.
Gece yarısıydı. Hala sloganlar atılıyordu. Gaz bombasının sesleri vardı. Keskin bir koku yayılmıştı sokağa. Sokağın köşesinden aşağıya döndü. Bir bulut kabarmıştı sokağın köşesinden. Bağırışmalar vardı.
Çöpçü, yavaş yavaş bulutların arasına girdi.
Kayboldu.
20 Ekim 2013
YORUMLAR
okudukça insan kendini o sokakta yaşıyormuş hissine kaptırıyor sanki... terlikler, kediler, kuşlar, çöpler, dar sokaklar, dar balkon, yatak altı leğende kirli çamaşırlar ve sakin olmayan ev sakinleri.....
çöpler gibi bir gün bizler de yok olup gideceğiz...
güzel, anlamlı, bildik bir hikaye ama çok güzel betimlemişsin Volkan...
Volkan70
Tesekkurler Guldalli..
Tadı damağımda kaldı, desem yeridir. Daha girişle birlikte öykünün içine girdim adeta. Beraberdim ta sonuna kadar kahramanla. Onun gibi hissettim. Birara onun gibi düşündüğümü farkettim. Kahramanın ruh hali mükemmel verilmiş. Onun naifliğini yaşadım sanki.
Öykünün uzunluğunu hiç fark etmedim bile, bitiverdi hemen. Bilinç akışı çok yakışmış öyküye. Böyle bir kahraman başka türlü anlatılamazdı zaten. Okuduğum her cümle canlandı gözümde. bir filmin içinde gibi hissettim. Forrest Gump da aklımdaydı hep.
Bugün okuduğum en güzel öyküydü. Kutlarım yazarı.
Sağlıcakla,
Volkan70
tesekkurler
dostcakalin hep
VK