- 2634 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
Ortaokulda Son Sınıf (b.ö.r. -8-)
Ortaokul ikinci sınıf, yılsonunda karnelerimizi almakla sona erdi. Sevinçle köye döndüm. Artık köyde çalışma yılları başlıyordu benim için her yaz. Âdem baba usulü, toprakla güreşir gibi çalışmak, tarlada-çayırda, bağda bahçede. Her iş kol kuvvetiyle hallettik. Çiftçilik öyle uzaktan bakıldığı gibi kolay bir zanaat değildir. Kolay hiç değildir. Sabah güneş doğmadan arazinin başında başlayan mesai akşam geç saatlere kadar sürer. Güneş altında çalış babam çalış. Ha gayret! Değil bir günün işini yarına bırakmak bazen bir saatlik iş bile geriye bırakılmaz.
Çayır biçilmiş, otlar kurumuş. Havada kara kara bulutlar sıklaşıyor. Sen gel de bir an önce otları bir araya yığma. Bir anda yağmur yağar. Hele yağmur üç-dört gün devamlı yağarsa; topla o otları. Ateşe ver. Yak. Hayır, gelmez fazlaca ıslanan otlardan ya da başaklardan.
Temmuz başlarında, son çapalarla bir ucundan başlamış oldum işlerin. O yıllarda çokça mısır ekilirdi. Mısırların üç kez çapasını yapardık. Sadece mısır mı? Patates, fasulye, kabak gibi ürünlerde mısırla aynı tarlaya ekilirdi. Sıcak güneş altında saatlerce çapa yapmak hiç kolay bir iş değildi. Çapalar bitti. Bu kez çayır biçmeler başladı. Babamla elde tırpan Tolstoy’un romanlarında betimlediği, on dokuzuncu yüz yıl Rus köylüleri gibi çayırları biçtik. Otları biçmek, kurutmakla iş bitmiyor elbet. Temmuz sıcağında yayladan getirilen öküzleri koşup kağnı arabalarıyla otları taşımak hayli meşakkatli bir uğraş. Doğada ne kadar çeşitli boylarda sinek varsa gelip öküzlere adeta saldırır.
Nihayet ekin biçme zamanı geldi. Buğday ve arpalar köylerimizde çayırlar gibi tırpanla biçilirdi. Ekinler sarardı. Tarlalar sarıya kesti. Elde tırpan tarla biçmedeyim bu kez. Çiftçiliğin en zor işi harmandaki çalışmalardır. Sapları (başak) yine kağnı arabasıyla harmana taşıyoruz. Bu arada harman yeri özel olarak hazırlamışız. Saplar dirgenlerle iyice havalı bir biçimde harmana seriyoruz. Tabi bu iş sıcak güneşin altında yapılıyor. İyice kuruyan sapların üzerinde dövenle zavallı öküzler; dön ha dön. Epey zaman sonra mola verip sapları alt üst çevirip yine havalandırıyoruz. Saman tozları gökyüzünü kaplıyor bu çalışmalar esnasında. Bir harman ancak hava güzel giderse, güneş ışıklarını esirgemezse üç günde bitirilir. Bu kez tınaz makinesine iş düşer. Tüm saman, makineden geçirilerek buğdaylar ayrılmış olur. Her köylü en az üç harman yapar. Dört-beş harman yapan komşularımızda vardı köyümüzde. Harman işi rahat bir ay sürdü.
Köyde yaz mevsiminde dinlenme diye bir olgu tanımadım yıllarca. Yağmurlu havalarda elde balta ve hızar hedef orman. Kurumuş ya da kurumaya başlamış ağaçları kesip kış odunu hazırlama telaşesi. Uzak çayırların biçilmesi, o otları taşıma. Köy işleri birazcık azaldı. Sıkı çalışma sezonu benim için bitti sayılır. İşlerden azat olma ayım, eylül geliyordu. Geçen yıllarda yaylalarda çobanlık günlerimde yüzümün derisi soğukta esmerleşirdi. Köyde ise sıcaktan esmerleşti. Üstelik de ellerimin derisi iyice nasırlaştı.
Okullar açıldı. Bu yıl yine kuzenimle ikimize bir oda kiralandı ilçede. Yengem yemeğimizi yapacaktı. Böylece ortaokul üçüncü sınıfa başlamış oldum. İlçenin en kenarında bir sırta kurulmuştu oturacağımız ev. İlçemizin evlerinin bitiminde dik bir yamaç uzanır yemyeşil ormanlarla kaplı. Sarıçamdan, gürgene, ardıçtan kavağa kadar her çeşit ağacı barındırır bu güzel orman. Evin kurulduğu tepenin arka yüzü de yine sık ağaçlı ormanla kaplı. Daha aşağılarda cümle dağlarımızdaki su kaynaklarımızın birleşip oluşturdukları büyük bir çay akar. Ta karşılarda ise ilçemizin köyleri gözükür kırık arazilere kurulmuş evleriyle. Meyve bahçeleri içinde ayvanlarında saksılarla süslü ahşap binalar.
Dersler normal seyri içinde başladı okulda. Geçen yılki sıra arkadaşımla aynı sırayı paylaşıyoruz. İftihara geçmeyi fazla önemsemiyorum. Her sınavdan dokuz-on alma kaygısı yok içimde. Dört kez iftihara geçtim. Veline yarım dosya kâğıdına yazılı teşekkür mektubu bir de bol bol aferinler… İçimdeki okuma öğrenme isteğini tam karşılamıyor ders kitaplarındaki klasik bilgiler.
Yaz tatilinde iş güç arasında Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun tarihi romanlarını okudum. Yeni kitaplar bulup okumaya karşı zapt edilemez bir istek var içimde. Sınıfta kol başkanları seçimi yapıldı. Sıra arkadaşımda en az benim kadar kitap dostu. O, kitaplık kolu başkanı ben de yardımcısı seçildim. Ortak amaç sınıf kitaplığımızdaki kitapları öncelikle okuyabilmek. O yıllarda her istediğin kitabı bulup okuyabilmek ne mümkün! Kitaplığımızdaki ele gelir on beş romanı kısa sürede bitirdim. Reşat Nuri’nin, Acımak, Yaprak Dökümü, Bir Kadın Düşmanı, Damga…Orhan Kemal’in El Kızı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban adlı romanını, Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü ve de Yaşar Kemal’in henüz birinci cildinin yazıldığı İnce Memed’i bir çır çırpıda okudum. Türkçe öğretmenimiz Çalıkuşu’nu okumamızı söyledi bir derste.
“Hocam, nereden bulalım o romanı, elbette okumak isterim,” dedim. Sevgili öğretmenim, “Bende var Çalıkuşu, sana vereyim oku.” Milli piyangodan büyük ikramiye kazanmış bir yoksul yurttaş sevincine eş değer bir sevinç duydum öğretmenimin sözlerini duyunca. İnce Memed ve Çalıkuşu’nu okumak bir ayrıcalıktı ortaokul yıllarımızda.
Okuldan çıkıncı eve varıp, yakınımızdaki ormana dalardım, elimde roman. Mevsim sonbahar. Hava ılık. Orman sessiz. Yerlerde gazellenen ağaçların yaprakları serili yumuşak halı örneği. Kitabın gizemli büyüsüne kendimi bir kaptırır ancak akşam karanlığı bastırıp kelimeleri okuyamaz duruma gelince eve dönerdim. Şubat tatiline kadar otuz beş tane roman okumuştum.
Öğretmenlerimiz, Kerime Nadir, Esat Mahmut Karakurt, Muazzez Tahsin Berkant’ın kitaplarını okumamızı öğütlerlerdi. Biz kitap kurtları ise bu yazarların, Son Hıçkırık, Vahşi Bir Kız Sevdim, Çölde Bir İstanbul Kızı… gibi romanlarını daha bir coşkuyla okurduk.
İlk gençlik günlerimizi yaşıyoruz. Karşı cinsle, kız arkadaşlarımızla konuşmak, şakalaşmak hiç hoş karşılanmazdı. Ayıp diye addedilirdi. Geçen yıl birlikte ders çalıştığım kız arkadaşımla bile okul bahçesinde selamlaşmam kısmet olmadı. Teneffüslerde erkekler ve kızlar gruplar halinde yürüyoruz. Kız arkadaşımla yüz yüze geldiğimiz zaman utanarak uzaklaşıyoruz bir merhaba demeden. Bir öğlen teneffüsü çıkışında okul salonundayım. Kız arkadaşım yanıma yaklaştı. Elinde bir kâğıt tutuyor. Mahzunca:
“İbrahim bu bir kıta mani, benim için besteler misim?” Müzik öğretmenimiz aynı konuda bize de ödev vermişti. Tabi, ne demek bestelemez miyim? O yıl, kız arkadaşımla sadece o kadar konuşabildim…
Konular tüm hızıyla işleniyor. Tarih öğretmenimizin ders anlatış biçimi hepimizi heyecanlandırıyor. Vücut diliyle Çaldıran Savaşı’nı bir anlatışı var, nefes almadan dinliyoruz öğretmenimizi…
“ Yavuz, padişahımız ordumuz yorgun savaşı bir gün erteleyelim, diyen en sevdiği vezirini anında idam ettirmiş…” Böylesi cümleleri anlatışı, tütünden sararmış dişleri hala hafızamın derinliklerinde saklı.
Bizler ülkemizin kısa sürede kalkınmasını tamamlayacağını ve gelecekte güzel günler göreceğimize dair büyük ümitlerle yetişiyorduk. Toplum çıkarlarının kişisel çıkarlardan üstün tutulması gereğini öğreniyorduk. Ülke sevgisini, bu ülkeyi kuran büyüklerimize olan saygıyı en üst düzeyde hissediyorduk. Öğretmenimize sordum bir derste:
“Hocam İkinci Dünya Savaş’ında Almanlar Trakya’da ülkemize saldırsaydı ordumuzu yenebilirler miydi?” Öğretmenim tebessüm ederek:
“Oğlum biz kılkuyruk atlarla Alman panzerlerinin karşısında tutunabilir miydik?” Derslerden başarılı oluyorduk. Fakat ders kitaplarından okuduğum bilgilerden öte genel konularda bilgilerim ne kadar yetersizdi. Bu gerçekleri gelecek yıllarda öğrenecektim.
Yengem yemek sorununu çöze dursun yakacak oduna gereksinimimiz var. Bazen dayımlardan bazen bizden sobalık odunlar getiriliyor köyden kağnı arabalarıyla. Kış iyice yaklaşmış. Günlerden Pazar. Annemle beraber bir çeşit kağnı arabası olan tahtalı arabamızla ilçeye benim için odun götürüyoruz. Normal koşullarda yasak yaptığımız iş. Sabah erkenden yola çıktık. İlçeye yakın bir mahallenin içinden geçip kiraladığımız eve varacağız. Ne görelim yolun kenarındaki evlerin birinin harmanında adamlar bir tomruğu yontuyorlar. Ormancı da yanı başlarında. Eteklerimiz tutuştu. Acep bizi nasıl bir macera bekliyor. İcabında ormancı resmi muamele yapıp arabamızı Orman İdaresinin deposuna çektirebilir. Odunlarımıza el koyabilir. Geri dönüş yok. Yaklaştık adamların yanına. Ormancı amca:
“Arabanızı durdurun, tomruklardan yontulan kalın yongaları da arabanıza yükleyin. Öğrencimiz sobayı tutuştururken bu yongalar işine yarar…” Dedi. Korku ve heyecanla yanlarına vardığımız bu yerden sevinç içinde ayrıldık. Halkımızda, okulculuk faaliyetlerine tanımsız güzellikte ilgi vardı. Ormancı amcanın ilgisini hiç unutmadım. Biz öğrencilere büyüklerimizin gösterdiği ilgi zor koşullarda, yarı aç yarı tok yaşadığımız öğrencilik günlerimizde hepimize itici bir güç oluyordu. Birkaç çeşit yemek yiyebilmek ne mümkün! Bir sıcak çorba buldun mu, öp başının üstüne koy.
Roman okuyarak geçiyor günlerim. Derslere bir göz gezdiriyorum. Amacım, karneme beşten aşağı notum olmasın. Bu bana yeter diyorum. Öğretmenlerimiz şu gün şu saatte yazılı sınav var demezlerdi. Bir bakarız “ Çocuklar kâğıtlarınızı çıkarın sınav yapacağım.” sözleriyle sınavlara tabi tutulurduk. Bir hafta fizikten sinema makinesi, projeksiyonlarla ilgili konuları işledik. Öğretmenimiz tahtaya şekiller çizdi. Kışın ortalarındayız. Doğa beyaz kürkünü giymiş. Her yerde kar var. Hafta sonu köye gittim. Pazartesi erkenden ilçeye döndüm. Derse zor bela kavuştum. Ellerim üşümüş. İlk ders fizik. Öğretmenim yazılı yapmaz mı? Tüm sorular geçen hafta işlenen konulardan. Şekille beraber yanıtlar isteniyor. Hiç hazırlıklı değilim. Cevapları yazmam ne mümkün. Öğrencilik yaşamımda ilk ve son kez bir aldım. Bölgemizde söylenen bir deyim var: “Her zaman keşiş kete yemez.” Fakat fizikten yine de karneme beş düşürdüm.
Şubat tatili geldi. Karlı bir günde karnelerimizi aldık. Beşten aşağı notum yoktu. İftihara geçemedim. İftihara geçenleri gıpta ile izledim. Hüzünlenmedim değil, zaten iftihar için çaba harcamamıştım. Köyümüzün okullu arkadaşlarımın ikişer- üçer zayıf notu vardı. Onlar durumlarından gayet memnunlar. Benim de üzülmeme gerek yoktu aslında. İçimde, annem ve babam durumumu nasıl değerlendirecekler kaygısı. Geç kalmamalıyım. Tipi ile birlikte kar yağıyor. Sürekli yağan karlar altında köye doğru yürüyen arkadaşlarımla köye doğru yürümeye başladık.
YORUMLAR
Hocam,yazı ne kadar güzeldi.Bizimde hemen hemen aynı romanları okuduğumuz orta okul yıllarına götürdü yazınız.Ben de ilk okul üçüncü sınıfta, bana kitaplık kolu görevi verildiği zaman sanki bir hazinenin anahtarı verilmişti ,kitaplığın anahtarını aldığımda.Her gün bir hikaye alıp okuyordum...şimdi hala okuyorum,her kitabı.Teşekkürler,saygılar.
İBRAHİM YILMAZ
ne çok isterim ülkemizde sizler gibi kitap sever yurttaşlarımızın sayısının artmasını.
Emeğe ve sanata saygımla esen kalın.
ESKİLERE YOLCULUK YOKSULLUK VARDI LAKİN HUZUR VARDI GÜZEL GÜNLERDİ KUTLUYORUM
İBRAHİM YILMAZ
selam ve saygılar tarafınıza.
Evet
SAYIN YAZARIMIZ,
biz okurları bir köyün başak ,mısır tarlasında gezdirdiniz.Başak ve mısır tarlası aralarında gelincikler çıkar, bu güzelliklere rastladığımda boynunu eğmiş başakların,başını eğmeyen mısır tarlasını GEZMEYE BAYILIRIM daldım gittim İŞTE.
Türkçe öğretmenimiz Çalıkuşu’nu okumamızı söyledi bir derste. Çalıkuşu romanını, ilk okul beş yıllarında, sıkılmadan kaç kez okuduğumu bilmiyorum, o dönemlerimizde kitap yokluğunda.
Öğretmenlerimiz, Kerime Nadir, Esat Mahmut Karakurt, Muazzez Tahsin Berkant’ın kitaplarını okumamızı öğütlerlerdi. Biz kitap kurtları ise bu yazarların, Son Hıçkırık, Vahşi Bir Kız Sevdim, Çölde Bir İstanbul Kızı… gibi romanlarını daha bir coşkuyla okurduk. Bu değerli yazarları çok küçük yaşlarda okudum, rahmetli annemin kızmalarına aldırmadan, yemek yemek aklıma gelmiyordu ,zaten zayıf ve çelimsiz çocuktum kitaplar bana açlık hissettirmiyordu. Edebiyatı sevmeme neden olan bu değerli Türk yazarlarımız sayesinde sevdim.Ruhları şad olsun...
Emeğe Saygılarımla değerli öğretmenimiz...
Oya gedik tarafından 5/15/2016 11:00:19 AM zamanında düzenlenmiştir.
İBRAHİM YILMAZ
her ne kadar köyümüzde kütüphane açılmış olsa bile köy yaşamında işlerden zaman bulup kitaplara erişmek hiç kolay değildi.
ben yurdun uzak bir ilçesinde büyüdüm kısmet olsa da sizlere ne zor koşullarda yaşadığımızı ve kitaplara ulaşabilmemizin zorluklarını anlatabilsem o dönemler için.
kısaca aşk romanı yazan yazarları okumakla zamanınız boşa gider, o yazarların eserlerinin edebi değeri yok derlerdi öğretmenlerimiz...
selam ve saygımla...
Oya gedik
ben bu konuya katılmıyorum, sevdirdiler bana okumayı efendim, ağır roman veya ebedi romanla bu okuma aşkı asla olamazdı,Türk yazarlarımız bana edebiyatı sevdirmekle başladı. Edebiyatı seven her tür kitabı okur araştırır diyorum bence...
Saygılar...