- 535 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Susuz'un Kavakları
Rasim BAKIRCIOĞLU
Susuz, Kars-Ardahan yolu üzerinde, Cılavuz Köy Enstitüsü’nün kurulduğu ve etkinlik gösterdiği yerin adıdır. Bu ilçemiz, uzunca bir vadinin, batıdan doğuya doğru alçaldıkça genişleyip yayvanlaşan ve Cılavuz’un doğusundaki Susuz köyünde düzlüğe dönüşen tabanında kurulmuştur. Vadinin ortasından akıp gitmekte olan dere, batıdaki daha yüksek kesimlerden gelen sulara Coşkun Pınar’la Telli Pınar’ın katılımıyla oluşuyor.
Susuz bucağının (şimdiki Susuz ilçesinin) kuzey ve kuzeydoğusunu çevreleyen düzlüklerin yeşilliğini ulu kavak ağaçları taçlandırırdı o zamanlar. Derenin kuzey ve güney kıyılarında da dallarını her bahar suya sarkıtan söğüt ağaçları vardı. Baharda bu kavaklar yeşerdiğinde; söğütler, yeşeren dallarını suya saldığında, bin kez görülmeğe değer bir güzellik ortaya çıkardı.
Benim bu yerlere ilişkin anılarım, köy enstitülerinin, dolayısıyla Cılavuz Köy Enstitüsünün açık olduğu yıllara; nerdeyse altmış yıl öncesine dayanıyor. Bilirsiniz; 1940’larda, köylerimizi canlandırmayı amaçlayan yirmi bir aydınlanmacı, özgün eğitim kurumundan biri olan Cılavuz Köy Enstitüsü, bu güzel vadide hayat bulmuştu. Sonra, tüm köy enstitüleri gibi burası da 1953–1954 Öğretim Yılında İlköğretmen Okulu’na dönüştürüldü. İlköğretmen okulları kapatıldıktan sonra da Öğretmen Lisesi olarak eğitim hizmeti vermeyi sürdürüyor.
Her enstitülü beşer; her ilköğretmen okullu altışar; her öğretmen liseli de üçer yıl olmak üzere, altmış altı yıldır onca genç, bu yeşil vadinin havasını soludu, suyunu içti. On binler, orada aydınlandı; ülkemizin köy, kasaba ve kentlerine o aydınlığı ulaştırmanın mutluluğunu yaşadı ve yaşattı. Bu on binler, orada bulundukları yıllar boyunca, bu güzelliğin yarattığı duygularla; ayrıldıktan sonra da oranın özlemiyle içlerini ısıttı, göğüslerini kabarttı. Yaşama sevinçlerini ve umutlarını güçlendirmelerinde o vadinin, o kavak ve söğütlerin de katkısı oldu. Onlar, hâlâ yerli yerinde midir acaba?
Özellikle kış ayları Cılavuz’da, kuruluş yıllarındaki kadar olmasa da bizim dönemimizde de hâlâ zorlu geçiyordu. Metrelerce yağan kar, oluşan buz, o yıllar, sıklıkla elektrik santralimizin suyunun kesilmesine ve karanlıkta kalmamıza yol açmaktaydı. Ama orada kimse, yılgınlık, usanç, bıkkınlık gibi kavramlarla tanıştırılmadığı için gece, gündüz demeden müdürü, öğretmenleri ve öğrencileriyle okul tek yürek oluyor, onları karanlıkta bırakmaya yeltenen su arkındaki buzu kırmaya, önlerini kesen bu engeli ortadan kaldırmaya gidiyorlardı.
İnsan, ister istemez düşünüyor: O zamanın Cılavuz’unun ve diğer köy enstitülerinin öğrencileri, bu bilinç ve inancı nereden alıyorlardı? O güç kaynağını yeniden ortaya çıkarmak ve bugün de bir o kadar gereksinimimiz olan bu “bizci” insan gücünü yeniden yaratmak çok mu zordur acaba? Güçlükler karşısında yılgınlığa düşmek; geri çekilmek! Yoktu o zamanlar böyle bir şey. Güçlük varsa, onun karşısında da direnç, çaba, çözüm ve onun verdiği gurur, geliştirdiği özgüven vardı. Bu bilinci oluşturan öğretmen ve yöneticilerin varlığı karşısında, bundan etkilenmeyecek ve aynı bilinci paylaşmayacak kaç öğrenci çıkar, çıksa çıksa? Bu sayı, devede kulak bile olmazdı.
Şimdi de olmaz, diye düşünüyorum. Öğretmeninizi, yöneticinizi o tutum ve davranış içinde görünce; o nitelikleri oluşturan yaşantıların içinde yoğrulunca, o tutum ve davranışların, sizi de kuşatmaması, nerdeyse olanaksızdır. Çünkü içinde yaşadığınız o ortam; bencillik, çıkarcılık gibi ilkelliklere karşı, size kişiliğinizi korumanız ve geliştirmenizin güvencesi olan tutum ve davranışlar kazandırıyordu. Bu gelişmişliğin onur ve gururu ile kendinizi dağı devirip düz yol etmeye hazır görüyordunuz.
Her köy enstitülünün içini ısıtan anlamlı, birbirinden güzel, çok sayıda anıları ve düşünceleri vardır kuşkusuz. İşte size, basit görünümlü; ama bence çok anlamlı bir örnek:
Susuz vadisine bahar gelmiştir. Baharın tez canlı habercileri olan söğütler, bahar serinliğini duyar duymaz, yine o taze yeşilliklerini giyinmişlerdir. Kavaklarda ise, yeşerme telaşı yeni yeni başlamıştır. Kavakların konukları kuşlar da kışın gittikleri sıcak ülkelerden dönmüşlerdir. Siz, daha birinci sınıftasınız. Müzik öğretmeniniz, haftaya müzik dersini dışarıda, dere kenarında yapacağınızı söylemiştir. Kış boyunca hep içeride; ama müzik salonunda geçen derslerden sonra, bu ılık bahar günlerinin birinde dersin dışarıda yapılacağını duymak, içinizdeki, sevinç kelebeğini kanatlandırmıştır. Bir yandan da ister istemez, “Acaba dere kenarında müzik dersi nasıl yapılır?” diye bir soru, ikide bir kafanıza takılıp durmaktadır.
Ders günü ve saati gelmiştir. Öğretmeniniz sizi, o derenin kenarına götürüyor ve size, ömür boyu unutamayacağınız bir yaşantı kazandırıyor. Önce, sözleri üç sözcüklü bir tümceden oluşan bir şarkı öğretiyor, beş on dakika içinde: “Derelerden balık geçti / Derelerden balık geçti.” Sonra bu şarkının seslerinden her birini veren taşlar bulmanızı istiyor, sizden. Hepiniz, dere boyunda, bu şarkının seslerini veren taşları arıyor ve buluyorsunuz. O taşları şarkıdaki ses sırasına koyarak onlardan bir çalgı aleti yaratıyorsunuz. Öğretmeniniz, her birinizin bu doğal çalgısını denetliyor. Sonra hep birlikte, şarkınızı çalıp söylemeye başlıyorsunuz. Oradan sınıfınıza dönerken siz, artık başka bir sizsiniz. Adeta bir buluşçusunuz. Bununla kalmayacaksınız elbette. Daha sonra siz, İstiklal Marşı da içinde olmak üzere, dağarcığınıza giren çok sayıdaki şarkı ve türküleri, mandolinle çalmayı da başaracaksınız.
Köy enstitüleri, öğretmen adaylarına böyle iz bırakan, nice anlamlı ve değerli yaşantılar kazandırmanın ardına düşen eğitim kurumlarımızdı. Buralarda, en görkemli 19 Mayıs gösterileri hazırlanıyor, tüm okulca Anadolu’nun her yöresinin halk oyunları oynanıyordu. Türkiye’de çıkan tüm gazete ve dergilerin bulunduğu okuma salonları; kitap sayıları on binleri aşan okul kitaplıkları bulunuyordu. Okuyuculara, öğrencilerce hazırlanan ciddi ve zengin duvar gazeteleri sunuluyordu. Öykü, makale ve şiir yarışmaları yapılıyor; dereceye girenlerin yapıtları, o duvar gazetelerinde yayımlanıyordu. Bu ve benzeri yollarla geleceğin şair ve yazarları yetiştiriliyordu. Göstermelikten uzak, tüm öğrencileri kucaklayan koro, kültür ve edebiyat, tiyatro, kitaplık, çiçekçilik, fotoğrafçılık, gezi kolu gibi eğitici etkinlikler gerçekleştiriliyordu. Haftalık öğrenci başkanı, cumartesi günleri, bayrak töreni sırasında öğrencilerin oyuyla seçiliyor; hafta sonunda bu başkan, çalışmalarını bir raporla tüm öğrenci, öğretmen ve yöneticilere sunuyordu. Ardından da öğrenciler başkanın çalışmalarını eleştirip değerlendiriyorlardı.
Öbür derslerin yanı sıra, öğrencileri gerçek yaşamla, doğa ile tanıştırıp kaynaştıran uygulamalı arıcılık, çiçekçilik, tarım, ağaç işleri, duvarcılık, demircilik dersleri ve öğrencide öğrenme istek ve coşkusu yaratan başka birçok eğitim etkinlikleri gerçekleştiriliyordu. Bütün bunlar, öğrencilerde sonsuz bir gelişme, yetkinleşme istek ve çabası yaratıyordu.
Evet; yirmi bir ışıklı yıldızdan biri olarak, Türkiye’nin kuzeydoğusunda yer alan Cılavuz Köy Enstitüsü, şimdiki adıyla Susuz ilçesinde kurulmuştu. Cılavuz, yalnızca üç ana yapı çevresinde yükselen öteki yapılardan ibaret değildi. Bu yapıları çevreleyen çiçekliklerin; bu yapılardaki kitaplık, okuma salonu, müzik salonu, laboratuarlar, derslikler, atölyeler, yemekhane, toplantı salonu, yatakhaneler, hamam, çamaşırhane, spor alanı, okulun içindeki ağaçlıklar, çiçeklikler, arılık ve sebze bahçelerinin yanı sıra, bitişiğindeki koruluğu süsleyen söğüt ve kavak ağaçlarıyla da bir bütündü. Orada eğitim görenlerin kimlik ve kişiliklerinde bütün bunlar derin izler bırakmışlardır.
Örneğin, yıllarca o kavakların gölgesinde yürümemiş, kitap okumamış, mandolin çalmamış, şarkı söylememiş; her mevsimde onlardan ayrı algılar ve duygular edinmemiş bir köy enstitülü, bir ilköğretmen okullu bulabilir misiniz? Geçmiş zaman oluyor ki her 17 Nisanda hayali cihan değiyor.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.