- 575 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Yıldırım Bayezid Han (3.Bölüm)
KOSOVA CESET KOKUYOR
Herşeyimizi Muhammed Aleyhisselamın dinin sancağını yükseltmeye,
O’nun dinini bütün insanlara ulaştırmaya gayret ettik.
Dünyada yegâne gayemiz ve maksadımız;
Halisane olarak budur.
Sultan II. Murad Han
------ ------ ------
’’ Kosova, 14 Haziran 1389 ’’
Hırvat asıllı, Arnavut asıllı, Macar asıllı, Bulgar asıllı, Çek ve Yunan asıllı paralı askerlerden oluşan yaklaşık yüz bin kişilik Haçlı ordusu Kosova Ovasının eteklerinde belirdi. Rengârenk bayrakların 15 metrelik kalın mızraklarda taşınan flamaların ardında savaş boruları ve davullar çalıyor, kalabalıklar, düzensiz bir şekilde Kosova ovasının kuzey batısında yükseltilerden aşağıya doğru yürüyordu. Kosova Ovası’nın en güzel yanı ise kuzey sınırını kuşatan Golyak Dağları’nın serinletici havası ve çiçek kokusu ile hoş bir ortam sergilemesiydi. Haçlılar Ovanın Kuzey yamaçlarına büsbütün yerleşince, Karargâhlarından yükselen kızarmış et, alkol ve pis bir koku rüzgârında etkisiyle doğruca Osmanlı Karargâhının üzerine siniyordu. Daha beteri ise, yıkanmamaya yemin etmiş Katolik Kilisesinin keşişlerinin vücutlarından gelen koku vardı ki, Karatuğlar bunu çok iyi bilirlerdi.
Sultan Murad Han, rengârenk flamalarla diğerlerinden ayrılan merkez kuvvetlerin başında bulunuyordu. Ordunun sağ kanadında Veziriazam Çandarli Ali Paşa, sol kanadında ise Timurtaş Paşa bulunuyordu. Mehmet ise Vezir Ali Paşa tarafından Timurtaş Paşa’nın yanına Karatuğ olarak atanmıştı. Her zaman bir Karatuğ olmanın hayalini kuran Mehmet sonunda istediğini elde etmişti. Haçlılar Osmanoğullarının bu diziliş şekline bir türlü anlam verememişlerdi. Onlar için önemli olan bol içki ve eğlenceydi. Osmanlı merkez kuvvetlerinin killi volkan toprağıyla yaptığı zırh ve kalkanları pırıl pırıldı. Yine sağ kanat arka bölmede eyalet askerlerinin başında Şehzade Bayezid, yanında Saruca Paşa; sol arka bölmede Anadolu askerlerinin komutasında ki Yakup Bey bulunuyordu. Her birinin kalbinde şehit olma aşkıyla tutuşan bir kıvılcım vardı. Buraya, işte bu ovaya şehit olmak için gelmişlerdi...
’’Şunların haline bak’’ diyerek içten bir gülümsedi Hünkâr. ’’ Düşmanı karşımızda dimdik ayakta görürüz dedik, her biri ayrı bir sarhoş’’
’’Lakin Generalleri de öyledir Hünkârım. Bunlar savaşmaya mı yoksa eğlenmeye mi geldiler ?’’
’’Bunların savaşmasından endişe duyarım Lala. Baksana içkinin kokusu buraya kadar geliyor’’
Sultan Murad Han, gözlerini yukarı doğru kaldırdı. Güneşin ışıltısından, gökyüzünün maviliğinden ve bir kaç büyük bulut parçasından başka bir şey göremiyordu. Sonrasında gözleri tekrardan haçlıların ordugâhına yönlendi. Bir yandan da onlara acıyordu. Savaşmak bu değildi. Bu hallerini Papa görse ne derdi? Gerçi onun da pek tahammül edecek hali yoktu. Tamamı paralı askerlerden oluşan bu kuru kalabalığa emir mi dağıtacaktı?
Haçlılar ilk hamleyi Osmanoğulları’ndan bekler gibi bir halleri vardı. Beklenen oldu. Aydınlığın henüz belirmediği sabahın ilk ışıklarında; Golyak Dağlarının yamaçlarından yaklaşık bin fedai düzensiz şekilde konuşlanmış haçlıların üzerine doğru akın akın gelmeye başladı. Tam o sırada Yakup Bey komutasındaki Anadolu askerleri haçlıların Kuzey şeridini kaplayan süvarilerine hızla bir vurgun yaptı. Kılıçların şıkırdaması, Allah Allah sesleri, feryat ederek yere yığılan askerlerin sesleri Kosova ovasının dört bir yanında yankılanıyordu. Anadolu askerleri süvarilerin direnişini kırınca Şehzade Bayezid komutasında ki askerler ricat emrini alarak harekete geçti. Şehzade Bayezid yamaçlardaki gerginliğin ve kargaşanın daha da arttığı sırada haçlı ordusunun doğruca arasına daldı. Yıldırım gibi iniş yapan Şehzade Bayezid haçlıların şaşkınlığa uğramasına neden oldu. Şehzade elindeki baltayı bir kez indirdiğinde askerleri onun on mislini indiriyordu. Nitekim etten duvar olmuş ağır zırhlı piyadeleri geçmek kolay olmuyordu. Murad Han durumu fark edince emrindeki bütün karatuğları Bayezid’e destek için gönderdi. Destek için gönderilen karatuğlar Bayezid’in ordusuna katıldı ve haçlılar ağır darbeler yemeye başladılar. Yakup Bey bu durumdan istifaden istikametini değiştirerek Bayezid’in üzerine doğru hızla ilerlemeye başladı. Ordusunu ani bir çevirme yaparak doğruca Bayezid’in bulunduğu savaş alanına girdi. Bayezid bunu görünce sinirden küplere binmişti. Çünkü Şehzade Yakup’un ordusu ile kendi ordusu birbirine karışmıştı. Kendi karındaşlarına fark etmeden kılıç çekerek saldıranlar olmuştu. Nitekim haçlıların amansız direnişi kırılınca iki kuvvette birbirinden koptu ve iki kanada ayrılan haçlıların üzerine akın etmeye başladılar.
Bayezid kardeşinin yaptığı bu küçük hataya anlam verememişti. Ama böylesi basit bir hataya kimse düşmezdi. Bu durumdan biraz şüphelendi. Kaşlarını çatarak keskin sivri gözleriyle Yakup’u aradı etrafta. Şehzade Yakup haçlıların güney bölümü ile uğraşmaktaydı. Kendiside kuzey kanadını tutuyordu. Kafasını kurcalayan bu olayı zihnine iyice kazımıştı. Savaş bitiminde kardeşinden bunun hesabını soracaktı...
’’Karındaşım gel hele şu zorbalara günlerini gösterelim !’’
Mehmet çevik hareketlerle önüne çıkan her kâfiri deviriyordu. Bozdağlı’nın kendisine bağırdığını fark edince yanına doğru koşmaya başladı. Anlaşılan karındaşı zor durumdaydı. Yanına geldiğinde Bozdağlı’nın yaralı olduğunu fark etti. O’nu koluna alarak ordugâhlarına doğru getirdi. Bir ağacın gövdesine yaslayarak;
’’ Allah’tan kemiğe gelmemiş.’’
’’ Yok, kötü bir şeyim yok. ’’ Anlaşılan savrulan kılıç sağ koluna saplanmıştı. Mehmet yarayı açtığında tahmin ettiği gibiydi. Düşman tarafından sağ omuzuna kılıç saplanmıştı. Miğferinin arasına koyduğu bez parçasını çıkartarak Bozdağlı’nın omzunu iyice bağlayıp sıktı.
’’ Bir an fark edemedim karındaşım. Ben iki kişiyle uğraşırken arkamdan atın üzerinde birisi kılıcını bana doğru hedef aldı ani manevra yapayım derken az kalsın canımdan oluyordum.’’
’’ Allah korumuş be karındaşım.’’ Diyerek Bozdağlı’nın koluyla uğraşır iken;
’’ Bu ihtiyarda kim?’’ dedi bir anda Bozdağlı. Mehmet kafasını kaldırdığında bir ara Edirne çarşısında karşılaştığı ihtiyar çıktı karşısına. Şaşkınlığından dilini yutkunmuş bir şekilde hemen ayağa doğrularak ihtiyarın elini öptü.
’’ Allah razı olsun yiğidim.’’ Diyerek gitgide ağarmış saçlarının yüzünü kapatmış halinde iken buruşmuş dudaklarından ufak bir tebessüm gösterdi Mehmet’e.
Tam o anda ne olduğu bilinmez ama aniden üzerlerine gelen onlarca haçlı askerinin arasında kaldılar. İhtiyar ayakta durmakta zorlanıyorken bir askerin itmesiyle yere yığıldı. Mehmet ve Bozdağlı askerler ile uğraşırken haçlılar etraflarını çepeçevre sardılar. Bu durum Timurtaş Paşa’nın gözünden kaçmadı. Hemencecik oraya yönelerek iki genci o sıkıştıkları yerden çıkardı. Mehmet etrafta ihtiyarı aradı ama hiçbir izine rastlamadı. Bu nasıl olabilirdi? İhtiyar nasıl aniden ortadan kaybolabilirdi? Yine o şaşkın haliyle kılıcını savurarak daldı gözleri kan çanağına dönmüş korkar halde olan haçlı birliklerinin arasına...
Güneşin kavurucu sıcaklığıyla artan nem ve ceset kokusu Kosova ovasını büsbütün sarmıştı. Yırtıcı kuşlar çoktan ovanın üzerine sinmeye başladı. Murad Han karargâhından olup bitenleri izlediğinde bu kadar kanlı bir savaşın olacağını zannetmiyordu. Ellerini semaya kaldırarak Allah-ü Teâlâ’ya dua etmeye başladı. Kılıçların şakırdaması azalmış iki ordunun da alanları genişlemiş, ova üzerinde gruplar halinde çatışıyorlardı. Güneşin kavurucu sıcaklığı Hünkârı terletmesine rağmen bütün olup biteni atının üzerinde kıpırdamadan seyrediyordu...
’’Bir Kaç Saat Sonra’’
Kim durdurabilirdi ki bunları. Bağırarak tehdit eden generaller mi? Onlar canlarının derdindelerdi. Kimi dinleyeceklerdi? Hatta savaşmaya halen azimli generaller ses tellerini bozacak yükseltide bağırdıklarında çoğu asker generallerin üzerine yürüyerek onlara karşı çıkıyorlardı. İşte onlardan birisi de şanı dört bir yanda duyulmuş şöhretli Sırp Kralı Knez Lazar’dı. Bozgun sırasında askerleri durdurmak için her ne kadar tehditler savursa da kaçan askerlerden birinin kurbanı olmuştu. Arkası dönük halde olan kralı sırtından kılıçlayarak oradan uzaklaşmıştı. Olduğu yere yığılan kral acılar içinde kıvranarak oracıkta can vermişti. Son nefesinde ölümün bu kadar acı olacağını düşünememişti bile Knez Lazar. Son kez babasının verdiği kılıcına bakarak öylece kalmıştı.
Haçlıların bozguna uğramasından sonra koşarak kaçan askerler dört bir yana dağılmışlardı. Askerlerin büyük bir bölümü Güney şeridini kaplayan dağların tepesine doğru kaçtı. Az bir bölümü ise kuzey şeridi boyunca düz alanı takip ederek doğruca ovadan darağaçlıklarla kaplı ormanlık alana doğru girdiler.
’’Gelin bre Karatuğlarım. Takibe atılın’’
Şehzade Bayezid bozguna uğrayan haçlıların peşine düşerek Golyak dağlarının güney şeridine doğru tırmanmaya devam ediyordu. Amacı yamaçlara doğru kaçan haçlıları Golyak dağlarının arka eteğinde ki dar kayalıklarda kıstırmaktı. Yakup Bey ve askerleri de kuzey şeridi boyunca düz ağaçlık alanlara doğru kaçışan haçlıları o bölgede yok etmek için takibe atıldılar.
Güneşin pırıl pırıl parlayan yuvarlak şekli üzerinde Kosova ovasını ceset kokusu sarmıştı. Binlerce askerin yerde yatışını Murad Han tepeden seyre dalmıştı. Duygularına hâkim olamayan Sultan Murad içim içim dökülerek Allah-ü Teâlâ’ya dua etti.
’Allah’ım bana bir daha böyle kanlı bir savaşı zafer eyleme’
’’Hünkârım on beş kişi kaldık. Ayrıca karatuğlarınızın hepsini takibe göndermekle iyi yaptığınızı farz etmiyorum.’’
’’Bir Vezirin Sultan’ı eleştirmesi nerede görülmüş!’’
’’Affedin Hünkârım. Lakin güvenliğinizden endişe duyarım.’’
...
’’Bu O. Bu Sırp Kralı Knez Lazar!’’
’Ölmüş mü? Öldürülmüş mü?
’Hünkârım vücudunda ki kılıç darbesi bizim askerlerimizin kılıcından değil. Sanırım ihanete uğramış.’
’’Asker!’’
’’Emredin Sultanım.’’
’’Karatuğların Ağası’na haber et. İkindiye kadar Müslümanların cesetleri bir kenara ayrılsın. Düşman cesetleri içinde ayrı yer açın. Onları da gömeceğiz. ’’
’’Emredersiniz Sultanım. ! ’’
Hünkâr ışıl ışıl parlayan güneşe doğru bir baktı. Çok düşünceli görünüyordu. Yanındaki askerleri güvenliğinden dolayı kendisine bir hayli yaklaşmışlardı ve elleri her daim kılıçlarına sarılı duruyordu. Hünkâr bunalım içerisine girse de askerine doğru olanı yaptıkları için tepki vermedi.
’’Hünkârım, Burada bulunmamız çok tehlikelidir. Yapacak bir işimiz kalmadı. Ordugâhınıza dönmeniz daha iyi olur.’’
’’Lala !’’ diyerek birden kükredi hünkâr. Boynunu hemen büktü ve ’’ Affediniz hünkârım. Zaferin coşkusundan dolayı ne dediğimi bilmiyorum.’’
’’Hünkârım! Burada bir asker yaşıyor !’’ Hünkâr sesin geldiği yöne doğru başını çevirerek hızlı adımlarla oraya yöneldi. Ağır yaralı olan asker bir şeyler mırıldanıyordu. Bir Sırp olduğu üzerinde ki kıyafetten belliydi. Hünkâr Sırpların dilini anlardı. Yavaşça eğilerek yanına sokuldu. Askerin mırıldanışını şimdi daha iyi duyuyordu.
’’Su’’ diyordu. ’’Su istiyorum...’’ Hünkâr Lala’nın verdiği su testisini askere içirdi. Bir süre sonra kendisine geldi.
’’ Kimsin sen ’’ diyerek sordu Hünkâr.
’’Sırp Kralı Knez Lazar’ın kardeşiyim’’ dedi güçlükle. Ardından ağır ağır devam etti sözlerine;
’’Beni buraya zorla getirtti. Ben Osmanoğullarına karşı savaşmak istemediğimi söyledim. Kendisi bana tehditler savurdu ve beni kırbaçlamakla tehdit etti. Ben ise mecbur kaldım ve geldim.’’
’’Knez Lazar ihanete uğradı. Öldürülmüş ’’
’’Tanrı cezasını verdi. Geçmişte bana yaptıklarından dolayı büyük ceza alacaktır.’’ Ardından hemen ekledi. ’’ Benim yaşayacağım kesin değildir. Bana dininize katılmama müsaade ediniz? Duyduğuma göre son nefesinde Müslüman olan bir kişi cennetlik oluyormuş.’’
Hünkâr bu sözleri duyduğunda gözleri parladı. Pırıl pırıl parlayan gözleriyle Sırp askerine ufak bir tebessümle güldü. Vezir-i Azam Çandarlı Ali Paşa keskin gözlerle Sırp askerini iyice bir yokladı. Herhangi bir yanlış hareket yapacağını ummuyordu. Kendisi zaten hareket edemez halde can çekiyordu.
’’ Şehadet etmen gerekir. Lakin İslam’ın şartları gereğidir.’’ dedi Hünkâr.
’’Bana öğretebilir misiniz yüce Hünkâr’’
Bunu duyunca soluğu kesilir gibi oldu Hünkârın. Derin bir sızıntının karnının tam ortasında belirdiğini hissetti. Keskin bir nesnenin karnını delercesine tüm vücudunu titrettiğini... Ağır ağır gözleri dolmaya başladı. Askerler bunu fark ettiği an Hünkârı omuzlarından tutarak geriye doğru ittiler. Karnında saplanmış hançeri gördükleri anda kılıçlarını çekip Sırp askerini parçalarken Vezir-i Azam Ali Paşa Hünkârın dibinde oturmuş onu teselli etmeye çalışıyordu. Birlikte geçirdikleri koskoca otuz yılın bir anda tükenip gideceği korkusuyla içim içim ağlamaya başladı.
Hünkâr, soluğunu kesik kesik alırken şefkat dolu gözleriyle Lalasına bakıyordu. Murad Han’ın o yüzünde beliren gülümsemeden Vezir-i Azam içten içe iki büklüm olmuştu. Gözyaşlarına hâkim olamadı...
’’Aynı Gün; Güney Golyak Dağları’’
’’Şehzadem! Haçlılar ile burun burunayız eğer şimdi hızlı davranırsak onları Antenos geçidinde kıstırabiliriz. Lakin kaçabilecekleri tek yer orası.’’
Şehzade içten içe kalbinde bir ağrı hissediyordu. Gözlerini karartırcasına derin bir ağrıydı bu. Sesin geldiği yöne doğru başını çevirdi. Bu Mehmet’ti. Yanında Bozdağlı vardı. Sağ kolu kanlar içinde kalmış fakat halen dimdik ayakta duran Bozdağlı’yı keskin gözleri ile iyice bir süzdü.
’’Yaran ağır senin Karatuğ. Biz Geçidi kapatmaya gideceğiz. Sen burada birkaç takviye kuvveti ile beraber kalacaksın.’’
’’Emredersiniz Şehzadem’’ Bozdağlı hiç itiraz etmemişti. Son nefesine kadar çarpışırdı lakin Şehzade’nin emirlerine uymak zorunda idi. Bir yassı kayaya sırtını yaslayarak öylece oturdu.
’’Gidiyoruz.’’
Mehmet Şehzade’nin yanında at sürerken, Şehzade bir düşünce ile Mehmet’e döndü;
’’Babamın yanında kaç Karatuğ kalmıştı?’’
’’On beş Karatuğ bıraktılar Efendim. Lakin kendisi tüm karatuğları size destek olarak gönderdi.’’
Şehzade bu söylenene cevap vermedi ve derin düşünceler içerisinde at sürmeye devam etti. Bahar çiçeklerinin etrafı çepeçevre sardığı yerde Bayezid bir an durarak atından indi. Canlılığıyla görenleri büyüleyen bir papatyayı kopararak yoluna devam etti. Silah arkadaşlarından bazıları da kendisine eşlik ederek aynısını yaptılar. Antenos geçidinin tepeleri uzaktan net bir şekilde gözüküyordu. Önlerinde ki ormanlık alanlar yoğun olduğu için geçidin giriş yeri görünmüyordu.
’’Antenos Geçidi’’
Antenos geçidi, Roma İmparatorluğundan kalma Arnavutluk ve Kosova’yı birbirine bağlayan Beli Drim nehrinin ortasından geçen kısa bir kestirmeydi. Haçlılar bu nehrin üzerinde bulunan geçidi kullanarak doğruca Arnavutluk topraklarına sığınacaklardı. Amaçları geçidi aşarak Arnavutluk’un ıssız ve sakin ormanlarında vakit geçirmek ve Osmanlı’lar topraklarına çekildiğinde Kosova’ya dönerek oradan Sırbistan’a geçmekti.
Bayezid, emrindeki sekiz bin karatuğ ile birlikte geçide doğru hızla at sürmekte idi. Beli Drim nehrine yaklaştıklarında Mehmet Şehzade’ye;
’’Şehzadem. Bir fikrim olduğunu söylemek isterim.’’
’’Dinliyorum Mehmet ?’’
’’Ben yaklaşık üç sene evvel bu geçitten geçtim. Geçit olabildiğine dardır. Uzunluğu seksen arşın ve genişliği on iki arşın boyundadır. Haçlılara geçide varmadan yetişeceğimizi umuyorum. Bana biraz karatuğ verirseniz geçidin etrafındaki patika yollardan tepeye çıkar ve ok atışı ile düşmanı vururuz.’’
’’Tepelere çıkan patika yol olduğuna emin misin ?’’
’’Eminim Şehzadem. Buradan geçerken tepelere çıkıp kamp kurmuştuk. O gün o geçidi iyice bir gezinmiştim. O tepelerden ok atışı yapmak çok uygundur.’’
’’Atılan oklar hedefe kadar yetişir mi dersin ?’’
’’Yetişmez mi Şehzadem. Ben tepelerde konuşlanırken sizde geçidin etrafındaki ormanlık alana gizlenirsiniz. Düşmanın nehrin güneyinden geleceği kesindir. Geçide tam girmeye başladıklarında taarruza geçerek kaçışlarına vesile olursunuz. Sonrasında biz de tepelerden ok atışı yaparak onları kıstırırız. Ne dersiniz?’’
’’ Sana ilim ve taktik öğreten efendiye benden Allah’ın selamını ilet Mehmet’’ diyerek gülümsedi.
’’ Şehzademiz memnun kaldıysa benden mutlusu yoktur’’
’’ Bin karatuğ seninle gelecektir. Askerleri al hiç gecikmeden tepelere doğru harekete başla ben saklanacağım konumu belirlerim. Gazanız mübarek olsun.’’
’’Sağolun Şehzadem.’’
Mehmet; emrindeki bin kişilik karatuğ ile birlikte patika yola girerek Antenos geçidinin sarp kayalıklarla kaplı tepesine doğru tırmanmaya başladılar. Tepeye ulaştığında muhteşem bir manzara ile karşılaştı. Geçidin diğer yanında Arnavutluk topraklarının mis gibi kokan karanfil çiçekleri ve çam ağaçları ile süslenmiş ormanları insanın içinde huzur veren bir his uyandırıyordu. Hiç gecikmeden tepenin geçide bakan kenarlarında savaş nizamı aldılar. Bir müddet sessizlik hâkim oldu. Güneşin batışı yaklaşmış geçidin içerisini hafif bir sis bulutu kaplamıştı. Rüzgâr kuvvetini biraz daha arttırarak yağmurun yaklaştığını haber ediyordu. Tam o sıralarda yüzlerce ayak sesi duyulmaya başladı. Ayak sesleri gitgide artıyor adeta deprem oluyor gibiydi.
’’ Yüklenin bre aslanlarım haydi !’’
’’ Şehzademiz taarruza geçti okları hazırlayın. Emrimden sonra atış yapmaya hazır olun! ’’
’’Allah... Allah... Allah...’’
Haçlılar arkalarından gelen bu amansız saldırıya şaşırmışlardı. Hızlarını artırarak doğruca geçide girmeye başladılar. Bir süre sonra ikinci bir şoku yaşadılar. Tepelerde konuşlanmış Osmanlılar haçlıları ok yağmuruna tutmaya başladılar. Geçidin içerisi dakikalar içerisinde ceset meydanına dönüştü. Bayezid yine yıldırım gibi bir geliş yaparak haçlılara arkadan ağır bir darbe vurdu. Yaklaşık beş bin haçlı geçidin diğer tarafına geçmek için kaçmaya başladılar. Nitekim kendilerini orada da bir sürpriz bekliyordu. Mehmet haçlıların kaçmaya devam edeceklerini düşünerek üç yüz fedaisini geçidin diğer bölümüne saklamış haçlıların yaklaşımında geçidin önünü doldurarak düşmana karşı ok atışı yapacaklardı. Bu taktikten Bayezid’in haberi yoktu. Haçlılar geçide yaklaştıklarında Mehmet sarp kayalıklardan yedi yüz kişilik askeriyle aşağıya doğru inmeye başladı. Bir anda haçlıların önünde onlarca asker beliriverdi ve sonrasında yüzlercesi... En önde ki kaçışanlar fark etmeye bile zamanları kalmadan yere yığılıyorlardı. Haçlılar iki ateş arasında kalmışlardı. Arkalarından Bayezid hızlı adımlarla geliyordu. Onların direnişini yararak kaçmayı başarabilirlerdi. Her birinin yüzlerinde beliren şaşkın ifade onları mağdur duruma düşürmüştü. Kaçışları kalmamıştı. Resmen bir örümcek ağının içerisine büzülüp kalmışlardı. Osmanoğullarına esir düşmek istemiyordu hiç biri. Son bir kuvvet yaparak geçidi yarıp kaçmak istiyorlardı. Ama hiç birinde o cesaretliliği gösterecek yürek yoktu.
Art arda gelen ok atışları arasında haçlılar karatuğların üzerine akın akın gelmeye başladılar. Karatuğlarla aralarında mesafeler kala yoğun ok atışları yüzünden hepsi yere yığılıyordu. Sonunda Osmanlıların hattına girmeyi başardılar ve artık ok vızıltıları yerine kılıç şakırdamaları duyulmaya başlanmıştı. Haçlıların yoğun saldırısı üzerine karatuğların direnişi kırılmak üzereydi ki Mehmet son anda yetişmişti. Düşmanın direncini kırmaya başladıklarında sevinçlerinden azimle savaşıyorlardı. Lakin bu sevinç çok kısa sürdü ve yüzlerinde ki o gülümsemeler bir anda somurtkan bir hal alıverdi. Kaçma hayalleri büsbütün yok olmuştu. Kimisi çoktan kılıçlarını bırakıp yere eğilmişlerdi. Ölü taklidi yaparak kendini yere atanlar bile olmuştu. Bayezid ve Mehmet geçidin iki tarafını da iyice sarmıştı. Haçlıların kaçacak ümitleri kalmamıştı. Yavaş yavaş birbirlerine doğru yaklaşarak sımsıkı tutundular. Aralarında birisi avazı çıktığı kadar;
’’Bayezid’in canına okuyun !’’ diye bağırdı. Bağırtı sesleri bir kez daha kopmuş ve haçlılar son bir saldırıya geçmişti. Mehmet’e doğru saldıracaklarına doğruca Şehzade’nin üzerine doğru akın etmeye başladılar. Bayezid hiç istifini bozmadan en ön safta atının üzerinde bekliyordu. Ona saldıran ilk askerin kellesini tek hamlede uçurdu. Ardından gelen onlarcasını da askerlerinin yardımıyla yere devirdi. Sonrasın da karatuğların müdahaleleri sonucunda bu amansız saldırı önlendi. Haçlılar tüm ümitlerini kaybetmişti. Zaten fazla kişi kalmamışlardı. Ama neden se pes etmek te istemiyorlardı. Güneş batmış ve ortalığı sert rüzgârla birlikte hafif bir karanlık çöktürmüştü. İçlerinden birisi bağırarak ’’Teslim oluyoruz’’ dedi. Bayezid; karatuğlarına emir vererek kalan yüz elli askerin hepsini geçidin dışında bir araya topladı. Üzerlerinde ki mühimmatları aldırarak onları serbest bıraktı. Kimisi Bayezid’in yanına yaklaşıp el öpmek istediler. Askerler buna engel olacaktı ki Bayezid izin verdi. Bir kaçı değil çoğunluğu Bayezid’in elini öperek oradan hızlıca kaçıştılar...
’’Sırbistan Sınırları’’
’’Sence Ağabeyin bu yaptıklarımızdan dolayı bizi affeder mi ?’’
’’Kapat çeneni. Bu dertlerin hepsini başımıza sen açtın. Cezasını da sen çekeceksin’’ dedi Şehzade Yakup. Kendini çok sıkıyordu. Bunalmıştı. Ağabey’i bunu öğrendiğinde babasına durumu izah edecek ve bu yapılan hainliğe göz yummadan oğluna kıyacaktı. Henüz babasının şehit düştüğünden haberi bile yoktu. Dalgın bir şekilde karşısında kızıl renkte yanan meşaleye bakakaldı şehzade. Değişik desenler ve süslemelerle kaplı hırkasının içerisinde terlemişti. Bayezid’e orada ağır bir darbe vurmalıydı. Ama yapamamıştı. Kararsızlığı yüzünden düştüğü durumdan hiçte memnun değildi. ’’Keşke yapsaydım’’ dercesine içinde bir pişmanlık hissi vardı. Derin düşüncelerle kafasını kurcalıyordu. Bayezid’i orada kimse farkında olmadan öldürseydi tahtın tek varisi kendisi olacaktı ve karargâha döner dönmez babasından helallik isteyecekti. Ama yapamamıştı.
Gökyüzünü hafif bulutlarla süslemiş yıldızlar donatmış ve gece karanlığı ile beraber yoğun bir sis çökmüştü. Rüzgâr akşamüstünden beri hızını kesmemiş ve olabildiğine sert esiyordu. Şehzade Yakup yanında oturan Altan’a dönerek;
’’Kadı Burhanettin denen iblis senin gözünü nasıl boyamışsa artık’’ dedi içinden. Sonrasında sesini biraz daha yükselterek sözüne devam etti;
’’Osmanoğullarının sonu yaklaşmış demek? Nereden biliyormuş o iblis. Onun sözlerine kandın ve bu kirli işe beni de bulaştırdın. Senin gibi bir hain yüzünden ya sürgün edileceğim, ya da idam !’’
’’Kendine gel biraz. Ne hainliği ne idamı? Bayezid sanki bunları işitti mi sanıyorsun? O güney şeridi boyunca haçlıları temizlemekle uğraşıyordur daha. O karargâha dönmeden gidip bu işi halledelim. Bırak kaçsın haçlılar. Bizim onlara ihtiyacımız yok. Bizim için önemli olan senin tahtı ele geçirmendir. Kazanmak üzere olduğumuz bir tahtı senin bu kör düşüncelerinle kaybedeceğiz. Zamanımız dar hemen harekete geçelim.’’
’’ Eğer Bayezid çoktan ordugâha varmışsa şimdiden işimiz bitti demektir.’’
’’ Bayezid daha ordugâha varmamıştır. Aldığım bilgilere göre Antenos geçidinde haçlıları kıstırmış. Onlarla uğraşmakta. Biz şuanda burada beklemekle bile hata ediyoruz hemen geri dönüp tahtı ele geçirmemiz gerek tek kurtuluş yolumuz bu! ’’ diyerek bağırdı Altan.
Şehzade Yakup çok düşünceliydi. Sık sık düşüncelerindeki kurguları değişiyordu. Boyu kısa, elmacık kemikleri kalındı. Yüz şekli yuvarlak bir elmayı andırıyordu. Sakin görünümlü, disiplinli ve azimli bir şehzade idi. Saçları çok kısaydı ve bıyıkları beyazımsı bir renk üslubuyla olabildiğine inceydi. Uğradığı hayal kırıklığı ve kararsızlık yüzünden terlemişti. Sertleşmiş ve buruşmuş alnından simsiyah kaşlarına doğru akan teri eliyle sildi. Altan’a dönerek;
’’ Pekâlâ. Tüm ordugâhı toparla vakit kaybetmeden hemen yola çıkalım.’’
’’Emredersiniz şehzadem’’ diyerek içten bir gülümseme ile oradan ayrıldı.
Şehzade Bayezid babasının bulunduğu merkeze doğru hızla at sürmekte idi. Nitekim Yakup Bey’de aynı hızda at koşturuyordu. Altan sonunda zafere ulaşacaktı. Şehzade Yakup’u tahta geçirerek kendisi yanında vezir olacak ve Kadı Burhanettin’in söz verdiği gibi istediğini elde edecekti. Çok az kalmıştı. Işıl ışıl parlayan gözleriyle sahip olacağı toprakların hayalini kuruyordu. Bol servet, bol toprak ve kendisini güvence altında tutan bir beylik...
’’Dört ay önce...’’
’’Germiyanoğulları Beyliği’’
Güneşin kavurucu sıcaklığı sarayın avlusuna kadar ilişmişti. Beton kaplamalı duvarların her bir köşesinde çeşitli minyatür ve süslemeler vardı. Avlunun tam ortasında yuvarlak bir daire içerisinde Germiyanoğulları Beyliği’nin 25 arşınlık rengârenk flamalarla süslü dev bayrağı dikili olarak duruyordu. Avludan sağa doğru dönen uzun bir koridor boyunca iki adam birbirleri ile sohbet ederek yürüyordu.
’’Bak genç adam. Çok zeki birisine benziyorsun. Senin zekân bende ne gezer? Osmanoğulları’nın balkanlarda ilerleyişini durdurmak bizim çok işimize yarayacaktır. Bu yüzden bu savaşı değerlendirmemiz gerekir. Biz dâhil bütün Anadolu beyliklerini böyle giderlerse ortadan kaldırırlar. Anadolu’ya hâkim olmuş bir beylik kısa sürede devlet hatta imparatorluk haline bile gelebilir. Yıllardır sürdürdüğü bu entrikaya göz yumamam.’’
’’Çok açık sözlü konuşuyorsunuz Kadı Efendi. Daimi ileriyi düşünen bir politikacı olduğunuz apaçık ortada. Nerden bilirsiniz ki Osmanoğullarının kısa sürede Anadolu’ya hâkim olacağını? Bizans’tan farkınız yok bence sizin. Onlarda böyle ileriyi düşünen bir ırk ve her daim zararlı çıktıkları bilinir. Bizans gibi olmayın Kadı Efendi. Olaylara farklı açılardan bakınız.’’ dedi Altan.
Kadı Burhanettin bu söylenene kulak asmadı. Düşünceli tavrıyla o uzun koridorun minyatürlerle süslenmiş duvarlarına baktı. Derinden bir nefes aldı. Osmanoğullarının bu amansız ilerleyişinden bunalmıştı. Onlarla baş edecek gücü yoktu ve farklı yöntemlere başvurması gerekiyordu.
’’Moğollara elçi gönderdim. Timur ve Moğolları kendi tarafımıza çekersek Osmanoğulları ile baş edebiliriz. Timur ile yıllardır bir dostluk siyaseti sürdürüyoruz. Osmanlı’nın bize karşı tehdit oluşturduğu sırada Timur’u yanımıza çekeriz. Karşısında Timur gibi büyük bir güce karşı gelemeyecektir.’’
Altan bu denilenden sonra bir kahkaha attı. ’’ Siz neler diyorsunuz Kadı Efendi. Osmanoğulları kendinden emin bir şekilde hareket eder. Siz onları yok etmek için bir adım atarsınız, onlar size on adım gelir. Bunu göz önünde bulundurunuz.’’
’’Bana öğüt vermeyi bırak! Bir casusluk yapmak istemesen burada olmazdın değil mi? Sultan Murad senin burada olduğunu bilse kim bilir neler yapar sana.’’
’’ Osmanoğulları’na karşı mücadele etmenize yardımcı olmak amacıyla burada olduğumu unutmayın Kadı Efendi.’’
’’Bu beni ilgilendirmez. Ne sen ne de senin gibilerin bana yardımcı olacağını sanmıyorum. Burada böyle boş konuşmakla bile hata yapıyorum. Geldiğin yere geri dönsen iyi olur.’’
’’Candaroğulları Beyliği ile aranızdaki anlaşmazlıklar yüzünden bunalımda olduğunuzu biliyorum. Lakin kendileri de Orta çaplı bir ordu ile yakında üzerinize gelecekler.’’
Kadı bir anda irkildi. Buruşmuş dudaklarının arasından çıkan kısık bir sesle;
’’Ne demek istiyorsun ?’’
’’Candaroğulları oluşturduğu otuz bin kişilik ordu ile yakında üzerinize çullanacak. Peki ya siz ne yapacaksınız ?’’
’’Nereden aldın bu bilgiyi ?’’
’’Candaroğullarında iki casusum var. Onlar gereken bilgiyi bana anında iletiyorlar.’’
’’Bu bir kandırmaca. Candaroğulları limanlarında korsanlarla uğraşmaktan bıkmış vaziyette. O kadar sayıda bir ordu toplamaları da imkânsız. Boş boş konuşmayı bırak kanıtlayamadığın bir şeye inanmam.’’
’’Memlüklü’lerin Candaroğullarına asker yardımı yaptığını bilmiyor musunuz? Candaroğulları yıllardır ödediği vergileri biraz daha arttırarak askeri yardım istedi. Sultan’ın huzuruna bizzat kendisi çıkıp etek öptüler.’’
’’Memlüklü’ler; Moğollar ve Timur kadar kuvvetli bir ülke değildir. Candaroğulları istedikleri kadar asker toplasın üzerimize gelsin. On sene evvelinde Kayseri’de nasıl dağıttıysak yine hadlerini bildiririz.’’
’’İşte böyle kesin konuşmalar yüzünden her daim başarısız oluyorsunuz. Osmanoğulları ile baş etmek öyle basit bir şey değildir. Onlara askeri güçle müdahale etmek en büyük pişmanlığınız olur. Onlara tuzak kurmak bile tehlikeli bir iştir. Osmanoğulları ile nasıl baş edeceğinizi; önce onları iyi tanıyan hatta onlardan biri olan kişilerle irtibata geçerek anlaşmanız gerekir.’’
Kadı Burhanettin bir anda düşünmeye başladı. Dışarıda hafif rüzgâr esiyordu. Altan ile beraber koridorun öbür ucundan avlunun meydanına doğru çıktılar. Kadı çaresizlikten terlemişti. Getirilen suyu kana kana içerek az da olsa rahatlayabildi.
’’Sana bir teklif sunsam nasıl olur acaba genç ?’’
’’Nasıl bir teklifmiş bu Kadı Efendi?’’
’’Osmanoğulları ile mücadele etmekte bana yardımcı olmak gibi bir şey.’’
’’Peki, benim bundan çıkarım ne olacak?’’
Kadı Burhanettin bir anda durdu. Esen hafif ve soğuk rüzgârın dudaklarını buruşturduğu an gür bir sesle; ’’toprak’’ dedi.
Altan sakin bir tavırla;
’’Mesela?’’ dedi.
’’Osmanoğulları’nı bu savaşta mağlup düşürürsen Glesron Kalesi senindir.’’
’’Glesron Kalesi fena değil. Lakin başardık diyelim ve kaleyi bana bahşettin. Canıma ve malıma kastedecek her kim olursa onun karşısına çıkmaya söz verirsen kabul ederim Kadı Efendi.’’
’’Bundan şüphen olmasın. Glesron Kalesi sahip olduğum ve toprakları en verimli Kale’dir. Bu kaleyi de senin gibi birine layık görmekten gurur duyarım.’’
’’ Osmanoğulları kendinden emin bir şekilde hareket ederler. Bu strateji onları çoğu zaferde üstün kılar. Düşmanı nerede nasıl kıstıracağını, nasıl yok edeceğini, nasıl esir alacağını iyi bilirler. Doğdukları günden beri at ve kılıç talimi yaparak kendilerini geliştirmeleri ve bir yandan da ilim sahibi olmaları onların üstünlüğünü gözler önüne sermektedir Kadı Efendi. Size bu konuda yardım edeceğim lakin benim fikirlerim doğrultusunda hareket etmekte fayda vardır.’’
’’Kabul edebileceğim ve mantıklı fikirlerin var ise neden olmasın? Ancak doğacak her türlü zarardan da benim kadar sende zararlı çıkarsın.’’
’’Bunda şüphe duymam Kadı Efendi. İzin verirseniz fikrimi sunmak isterim.’’
’’Dinliyorum?’’
’’Öncelikle ben bir Osmanoğluyum. Şehzade Yakup’un yanında bir karatuğ aynı zamanda bir casusum. Devletin gizli meselelerinden mutlak haberim olur. Böylesi bir meseleye girişmemde ki sebep ise istediğim toprağın bana verilmemesi ve Şehzade Bayezid’e devredilmesi.
’’Bahsettiğin toprak neresi?’’
’’Sofya’da bulunan Hult Kalesi.’’
’’O kaleyi biliyorum. Makedonyalılar tarafından inşa edilmiş.’’
’’Evet doğrudur. Sultan Murad bir suikast için görevlendirildiğim de bana ödül olarak o kaleyi vereceğine söz vermişti.’’
’’Ama Şehzade Bayezid babasından aldığı onay ile kaleyi kendi sancağı ile donattı ve oranın Bey’i oldu. Bu bir kandırmaca değil de nedir Kadı Efendi?’’
’’Lafı uzatmaya gerek yok. Artık Hult Kalesi diye bir şey yok. Senin için önemli olan Glesron Kalesi.’’
’’Bunun için buradayım ve bir casus olarak elimden geleni yapacağım. Şimdi fikrimi söylemek isterim.’’
Altan konuşmaktan yorulmuştu. Anlaşmayı sağlayıp bir an önce oradan ayrılmak istiyordu. Kendisine yapılan yanlışlık aklına geldikçe bunalıma giriyordu. Siyah ve ince bıyıkları terlemiş, alnından dökülen ter damlacıkları kaşlarının arasından doğruca burnuna iniyordu. Eliyle yüzündeki ıslaklığı sildi.
’’Onların içerisine girerek bir ihanet çemberi oluşturabilirim Kadı Efendi ne dersiniz?’’
’’Ne gibi?’’
’’Osmanoğullarının içerisinde tanıdığım ve sadık bir dostum vardır. Kendisi yüksek mertebede aynı zamanda onun yanında görev yapıyorum.’’
’’Şehzade Yakup !’’
’’Evet’’
’’Nasıl olacak peki bu ?’’
’’Şehzade Yakup saf kanlı bir insandır. Amacımız zaten Bayezid’i öldürmek.’’
’’Bayezid’i öldürmek mi? Neler diyorsun sen?’’
’’Kadı Efendi Şehzade Bayezid’i ortadan kaldırırsak Yakup’un önündeki en büyük engel kalkmış olacak ve tahtın tek varisi olarak kendisi kalacaktır. Sultan Murad en çok oğlu Bayezid’e ilgi gösteriyor. Gittiği her yerde oğlunu yanında bulunduruyor. Yakup öyle değil ama. Bu yüzden Şehzade Yakup’u kullanmak kolay olacaktır.’’
’’ Seni şeytan seni’’ diyerek gülümsedi Kadı Burhanettin.
’’Hakkım olanı alamıyorsam büyük bir intikam almak istiyorum Kadı Efendi. İçimde Bayezid’e karşı büyük bir öfke var bunu kimse bilemez.’’
’’Şimdi ne yapacaksın?’’
’’Siz benden haber bekleyin. Ben ilk iş olarak Yakup’u kendi tarafıma çekeceğim. Bayezid’in işini bitirmeyi bana bırakın. Gerisini bir daha ki gelişimizde konuşacağız.’’
...
’’Bursa; 25 Nisan 1389’’
’’Şehzadem! İhtiyacımız olan teçhizatlar temin edildi. Vezir Ali Paşa tarafından on iki mancınık buraya gönderilmek üzere yola çıkmış. Şehir yakınlarında bir bataklık vardır. Bataklığa varmadan Ahilerin saldırısına uğramışlar.’’
’’Bu cani adamlarla uğraşmaktan bıktım. Ne zaman boş dursalar bizim mallarımıza göz dikiyorlar. Daha kaç defa canlarını bağışlamam gerekiyor?’’ diye söylenirken bir başka asker telaşla yanına geldi.
’’Şehzadem! Ahiler otağın hemen dışında, karatuğlarımız ile çatışmaya girdiler. Biraz kalabalık gelmişler.’’
’’Burte, koş aslanım Timurtaş Paşa bize en yakınımızdır. Destek istediğimizi ilet.’’
’’Emredersiniz Şehzadem!’’
Burte, hayatında hiç bu kadar hızlı koşmamıştı. Ayakları birbirine takılacak gibi oluyordu. Nefes kalmış olmasına rağmen büyük bir kararlılıkla koşuyordu. Darağaçların ve insanı her an çelme takar gibi yere düşürecek taş parçalarının bulunduğu ormanlık alanda Timurtaş Paşa’nın otağı bulunuyordu. Bursa surlarının hemen dışında olan bu bölge Paşa’nın olası saldırılarda suikast yapar gibi düşmanı şaşırtmak amacıyla gizlendiği bir yerdi.
Burte; ormanlık alana girdiğinde hızını yavaşlattı. Bir müddet hızlı adımlar ile yürüdü ve Timurtaş Paşa’nın muhafızlarını uzaktan görünce durdu. Çıkardığı beyaz bir bez parçasını ince bir odun parçasına takarak sallamaya başladı. Muhafızlar Burte’yi fark edince ’’Buraya gel’’ diye işaret ettiler.
’’Hayırdır bre nedir bu derdin? Nefes nefese kalmışsın.’’
’’Şehzade Yakup’un komutasındanım. Timurtaş Paşa’ya görünmem gerekir. Şehzademizden haber vardır.’’
’’Takip et beni.’’
Timurtaş Paşa otağında oturmuş Kuran-ı Kerim okuyordu. Simsiyah ve kalın kabarmış saçları vardı. Bıyıkları pos şeklinde saçları gibi siyahtı. Kaşlarının arasından inen ter damlacıkları uzun sivri burnundan bıyıklarının arasına karışıyordu. Muhafızlardan birisi içeri girdi. Paşa başını sağa ve sola çevirdi. Sonrasında ayağa kalkarak az ötesinde bulunan minberinde secdeye kapandı. Muhafıza başını çevirerek;
’’Hayırdır karatuğ?’’
’’Paşam. Şehzade Yakup’un ordugâhından bir asker geldi. Ahiler kendilerine saldırmış sayıca kalabalık olduklarından dolayı sizden destek istiyorlar.’’
’’Şehzademizin bulunduğu bölge seyrek ağaçlıklarla dolu bir ova. Atlı birlikleri hazırlansın yola çıkıyoruz.’’
’’Emredersiniz Paşam!’’
Timurtaş Paşa yaklaşık bin atlı süvari ile beraberinde Bursa’nın kıyı şeridi boyunca at sürmeye başladılar. Şehzade Yakup; yanında dört muhafızı ile birlikte bir tepeye çıkarak saldırının olduğu bölgeyi gözden geçirdiler. Kılıç şakırdamaları halen geliyordu. Ahilerin ovanın kuzey şeridi boyunca ilerlediğini fark etti. Ovanın kuzeyinden dolaşarak doğruca komuta merkezine girmeyi planlıyorlardı. Şehzade Yakup bulunduğu konumdan memnundu. Seyrek ağaçların olduğu bölgede ok atışı yapmak rahat olurdu. Ordugâhını bulunduğu tepeye doğru çekerse ok atışı yapmak daha kolay olacaktı. Ama bir müddet sonra bundan vazgeçti. Bulunduğu otağını buraya çekene kadar çok vakit kaybedecekti. Bu riski göze almadı ve otağına geri dönerek olası saldırılara karşı askerlerini düzenli bir şekilde konuşlandırdı.
’’Şehzadem! Şehzadem!’’ diye bir ses duyuldu ağaçlıkların arasından. Şehzade Yakup hızlı adımlarla oraya yöneldi. Bu Burte idi.
’’Şehzadem. Ahiler karatuğlarımızın direnişini kırıp hepsini kılıçtan geçirdiler. Sayıca çok kalabalıklar. Timurtaş Paşa güneyden geliyor. Ahileri arkalarından vuracak.’’
’’Ahiler iki kısma ayrıldılar. Bir bölümü kuzeyden geliyorlar. Sol kanadımızdan çıkacakları kesindir. Karatuğlarımızın büyük bölümünü sol cenaha yerleştirdim. Direnebildiğimiz kadar direneceğiz.’’
Güneşin batışını takip eden rüzgâr hızını artırmış, etraf bir sis bulutuna dönmüştü. Henüz bir hareketlilik yoktu. Şehzade keskin gözleriyle etrafı iyice bir süzdü. Her şey sakindi. Acaba ne zaman, hangi yönden saldıracaklardı? Ahilerin işi belli olmazdı doğrusu.
’’Şehzadem. Bunlar neyi bekliyorlar?’’ dedi Burte.
’’Bizim bulunduğumuz konum sağlam. Saldırırlarsa ağır kayıplar verirler. O yüzden önce bizim harekete geçmemizi bekliyorlar’’
’’Ahilerle baş etmek gerçekten zor işmiş şehzadem.’’
’’Ahiler bizim başımıza bela oldular. Kaç kez tepeledik yine akıllanmadılar. Osmanlı topraklarına akınlar düzenleyip duruyorlar. Amaçları zaten yağmalamaktan başka bir şey değil. Geçen hafta Balıkesir yakınlarında ki birkaç köyü yağmalamışlar. Saruca Paşa bunları takibe atılmışlar. Lakin bir süre sonra izlerini kaybettirmişler’’
’’Bunları ortadan kaldırmaz isek ileri zamanda örgüt haline gelirler.’’
’’Babama durumu izah ettim. Saklandıkları bölgeyi bulursak üzerlerine çullanacak.’’
Bunu demeye kalmadan Ahiler ağaçların arasından ellerinde uzun saplı baltalar ile Karatuğların üzerine akın etmeye başladılar. Şehzade Yakup böylesi saldırının olacağını hiç ummuyordu. Kılıcını çekerek düşmana karşı taarruza geçti. Sol cenahtan da saldırı yapan Ahiler Osmanlı askerlerini tek tek yere seriyordu.
’’Şehzadem kar gibi eriyoruz!’’
’’Sol cenahtaki karatuğlara haber et ağır ağır geri çekilsinler!’’
’’Emredersiniz!’’
’’Şehzadem! Amansız bir saldırı yedik sağ kanadımızın direnişi kırılmak üzere!’’
’’Dayanın Burte. Timurtaş Paşa gelene kadar direnmemiz lazım. Her iki kanadı da ağır ağır geriye çekin!’’
Timurtaş Paşa atlı süvarileri ile birlikte sol cenahtan baskı yapan ahilerin arasına daldı. Şehzade Yakup bunu gördüğü anda karatuğlarının bir bölümü ile tepeden aşağıya doğru inerek ahileri kendisine doğru çekti. Düzensiz şekilde konuşlanmış düşman bir anda dağıldı ve her biri ayrı bir kolda çarpışmaya başladı. Paşa bu durumdan istifaden atlı süvarilerine ’’dağılın!’’ çağrısında bulundu. Her biri ayrı bir kola ayrılan atlılar ahilerin kaçışına sebep oldu ve düşman püskürtüldü.
’’Kaçmalarına göz yumamayız takibe atılalım.’’
’’Hayır Şehzadem. Fazla askerimiz yok, zaten kılıç vurmaktan yoruldular. Takibe atılırsak fazla ilerleyemeyiz.’’
’’Onlarda fazla kişi kalmadılar. Bir kaçını yakalayabilirsek sığınaklarını bulur üzerlerine çullanırız.’’
’’Şehzadem o işi bana bırakın. Ordugâhınıza çekilip dinlenin. Biz ahileri kuzey şeridi boyunca takip edeceğiz. Onlar piyade ve biz atlı olduğumuzdan çabucak yetişiriz merak eylemeyin.’’
’’Pekâlâ. Olumlu haberlerini bekliyorum.’’
...
’’28 Nisan 1389’’
Şehzade Yakup Bursa’nın hemen girişinde ki ormanlık alana ordugâhını kurdu. Akşam olmuş ormanın içerisini yoğun bir sis kaplamıştı. Şehzade otağında oturup silah arkadaşları ile sohbet ederken çadırdan içeriye bir adam girdi.
’’Şehzadem müsaade buyurursanız sizinle bir şey konuşmak isterim.’’
’’Tabi Altan. Buyur anlat derdini.’’
’’Şehzadem. Konuşacağımız konu biraz özeldir. Kabul ederseniz dışarıda konuşalım.’’
’’Pekâlâ’’ diyerek ikisi bir dışarı çıktılar.
Ordugâhtan biraz öteye giderek bir ağacın yanında durdular. Şehzade Yakup Altan’ı çok severdi. Çok zeki ve ilimli kişiliğinden dolayı ona saygı duyardı. İkisi de aynı yaşta idiler ve mertebe üstünlüğü görmeksizin iki samimi dost gibi hareket ederlerdi.
’’Nedir anlatmak istediğin Altan?’’
’’Şehzadem bu konuşacaklarımız aramızdadır. Lakin size söylenen bir şey başkasının kulağına gitmez bilirim.’’
’’Lafı neden geveleyip durursun karındaşım söyle hele.’’
’’Şehzade Bayezid hakkında ne düşünürsünüz?’’
’’Bu ne demek oluyor şimdi Altan. Beni sorguluyor musun yoksa?’’
’’Estağfurullah Şehzadem. Kötülüğünüzü istemiş olursam vurun kellemi’’
’’Bak Altan. Sen benim hem yanımda görev yapan karındaşım, hem de bir dostumsun. Seni çok severim bilirsin. Bu konu hakkında inatçı tavır sergiliyorsan hiç çekinmeden konuşurum.’’
’’Şehzadem. Hayatım boyunca emirleriniz dışında yanlış bir hareket sergilemedim. Bu size olan bağlılığımın kanıtıdır. Her zaman doğru yolda ilerledim. Sizin yanınızda hizmet etmek benim için şeref ve onurdur.’’
’’Dinle şimdi hele. Şehzade Bayezid benim ağabeyim olmasına rağmen onun büyük işler başararak tahta çıkmasına müsaade etmem doğrusu. Bursa’da bulunduğumuz senelerde Yucat Kalesi’nin bana devredilmesini istedim babamdan. Babam kabul etmedi ve bir müddet sonra kaleyi Bayezid’e devretti. Bu duruma üzüldüm. Ufacık bir kalenin bile bana verilmesini çok gördükleri için. Benim için mal mülk önemli değil onur ve şeref önemlidir. Kaleyi bana vermeyip Bayezid’e vermesi gururuma dokunmuştu. İçten içe ezilmiş gibi hissettim kendimi.’’
Küçük bir taşı parmaklarının arasına alıp yuvarlayarak konuşmaya başladı Altan. O gece uzun uzun konuştular. Şehzade Yakup Altan’ın anlattıklarını hayretle dinliyordu. Ayın gölgeliği yavaş yavaş etkisini kaybederken Bursa’dan bir ezan sesi yankılandı. Anlaşılan sabah olmuştu.
Rüzgârın hafif esintisinde Yakup sırtını ağaca yaslayarak;
’’Demek Bayezid yakın zamanda gerçekleşecek olan Harpte beni öldürtecek. Ama bunu neden yapsın ki? ’’
’’Şehzadem. Bayezid hakkı olandan fazlasını istiyor. Size karşı olumlu bir tutum da sergilemiyor. O sizi bir suikast sonucu öldürtecek. Az önce de dediğim gibi. Kendi ordusunda bulunan karatuğ ağası tarafından suikast planları yapıyorlar. Balkanlarda ve Anadolu’da babanızdan sonra kendisi mücadele etmek istiyor. Bu yüzden sizi bir tehdit olarak görüyor. Benim size sunduğum teklifi iyi düşünün.’’
’’Kafam çok karıştı karındaşım. Ağabeyim böyle bir şey yapabilir ama vicdanı nasıl elverebilir ki’’
’’Şehzadem. Kadı Burhanettin gibi bir gücün arkamızda olması işimizi kolaylaştırır. En seçkin güvenilir adamlarından bize gönderecek. Bayezid bizi öldürmeden harp meydanında biz onun işini bitireceğiz. ’’
’’Korkak işe yaramaz mal mülk peşinde olan bir ağabey geldi aklıma. Bilmiyorum Altan; Bu anlattıklarından sonra kafam çok karmaşık bir hal aldı doğrusu. Nasıl hareket edeceğimi bilmiyorum.’’
’’Mal mülk peşinde olan bir ağabeyden hayır gelir mi Şehzadem!’’
’’Osmanoğulları mal mülk peşinde olanları sevmezler aslında. Ağabeyime karşı bu yaptıklarından dolayı bir ceza vermenin vakti gelmiştir diye düşünüyorum.’’
’’Doğru olanı seçtiniz Şehzadem. Her konuda Kadı Burhanettin yardımınıza koşacaktır. Siz sıkıntılarınızı bana iletin yeter.’’
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.