- 789 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Aşk Denen Nehir
Gözleri dolanıyordu daireler içinde. Yeni yeni çerçeveler çizip yeni yeni resimlerle dolduruyordu içlerini. Bu yüzden böyle kalabalıklar arasında daha çok seviyordum onu. Daracık bir yere hapsolmuş birinin gözlerindeki çırpınan kuşun kafesinin kapısını aralayan şefkatli bir el oluyordu o insanlar. Onu bir kafeste hapsolmuş kuş olmaktan çıkarıp kanatlarını hissettiriyorlardı.
O böyle her an uçmaya hazır, eğreti dururken sandalyesinde; bir türlü kalkamayışı yerinden, gözlerinin kaydığı o resimlerden hemen geri dönüp yüzüme yönelmesi, yalnız kaldığımız zamanlarda bana baktığındakinden çok daha görünür kılıyordu beni. Zorunlu bir yöneliş olmaktan çıkıp gönüllü olunca o bakışlar, iki adım ötedeki o kızı es geçip beni var edince ben daha çok benleşiyor, kendimi aramaktan vazgeçiyordum gözlerinde. Ve o andan itibaren de onu gerçekten görmeye başlıyordum.
Onu kaybetmekten ölesiye korkuyordum. Bu duygudan kurtulmak için olmadık yollara başvuruyor; onu gitgide eksiltmeye, gölgeleştirmeye, kıyıya itmeye çalışıyordum. Mesela bir şeye sinirlendi, ağzından kazara bir küfür mü kaçtı; anında mimliyordum onu, O’nun kafamdaki resminin en önemli parçalarından biri haline getiriyordum. Öylesine bir bakışı, esnemesi, burnunu kaşıması; yani gözlerimi âşık bir kadının gözlerinin sevdiği adamı kusursuzlaştıran büyüsünden sıyıran herhangi bir şey yetiyor da artıyordu resimde bir gedik daha açmaya.
Ama maalesef çok kısa sürüyordu resmin bu delik deşik hali. Bir parça kendimi bırakmam, kalkanımı indirmem yetiyordu hayalimde yarattığım eksiklerinden onu kurtarmaya. O yine tüm ihtişamıyla kalbimin en ortasındaki yerine kuruluveriyordu, üstelik canımı yakan tüm o korkuları da sürükleyerek.
Bu yüzden artık vazgeçmiştim onu bin bir hileyle yerinden etmekten. Gidecekse kendi isteğiyle kalkıp gidecekti. Bu kabullenme hali hareketlerime de yansımış olmalı ki, bir süredir aramızda var olan gerilim hızla kaybolmaya başladı.
Doğal akışına karışmıştık biz de artık aşk denen nehir’in. Sürüklenip gitmeye ne kadar devam edecektik, şiddetli bir dalgayla çok ayrı yerlere mi savrulacaktık, akışın seyri gösterecekti. Benim gibi garantici birinin böyle rast gele giden bir sürece tahammülü çok zordu.
Şimdi de akışın bir yerinde çaylarımızı yudumluyorduk, bir çay bahçesinden usul usul geçerken nehrimiz. Çok şiddetli bir dalgayla karşılaşma ihtimalini hemen hemen sıfırlayan bir ortamda bulunduğumuzdan olmalı, onunla birlikte dışarıda olduğum çoğu zamanki o diken üstünde olma hali büyük ölçüde yok olmuştu. Düşman bir dünyanın ortasında her an elimden alabilirlermişçesine bir sahiplenmeyle, sıkı sıkı tutmam gerekmiyordu sevdiğim adamın ellerini. Artık elini tutuyorsam ya da başka herhangi bir yaklaşımda bulunuyorsam, bunu “o ben’im” demekten öte bir içtenlikle, sadece öyle istediğim için yapıyordum; sevgimin bir ifadesi olarak.
Simidin susamlarından bir kısmı dudaklarının kenarına bulaşmıştı. Küçük yeğenime benzemişti tıpkı bu haliyle. O da simit yerken ille de susama bulardı ağzını; bilgiç bilgiç konuşmaya devam eder, o susamlı yüzüyle üzerine çok büyük gelen bir giysiye dönderirdi sözlerini. Sanki yediği simitten taşıdığı o izlerle “söylediklerime bakma sen” derdi, “ben hâlâ bir çocuğum”.
Sevgilim de aynı şeyi yapıyordu belki. Susamlardan bir kısmını yüzünde muhafaza ederek sözcüklerin ötesinden, bambaşka bir dille konuşmaya çalışıyordu benle. Yoksa istese pekâlâ tek bir susamın bile ağzına bulaşmasına izin vermez, elindeki simidinden tek bir iz taşımazdı yüzünde. Ama o aksine gayet bilinçli olarak izler bırakıyordu ondan. O izlerle, ucunda kendisinin olduğu yolumu gösteriyordu bana. Benim onda gördüğüm kusursuz adamı orasından burasından çekiştirip daha sahici, daha kendine benzeyen biri yapmaya çalışıyordu belki de böylece. Bakışlarımda gördüğü yabancıyı yok edip yerine kendini koymak için… Benim yakın zamana dek yaptığım şeyi yapıyordu bir bakıma yani: Aşkın büyüsünden sıyırıyordu gözlerimi.
Ama önceden talimliydim ben… Fanilere özgü kusurların, detayların nafile olduğunu biliyordum. Şimdi bu çay bahçesinde saatlerce otursak, O susamlı ağzıyla konuşmaya devam etse; gerinse, esnese, bu huzurlu ortamın verdiği rehavetle saçma sapan şeyler söylese, hiç tanımadığım biriyle arasında geçen bir kavgadan söz etse mesela; yani aşkın dışında kalan ne varsa bol kepçe boca etse masaya, hatta bu çabasında başarılı da olup yüreğimde aşk namına en küçük bir duygu kırıntısı bırakmasa… en küçük bir şey değişmeyecekti yine de. Buradan ayrılmak üzere masadan kalktığımız an birkaç bulut yaklaşmaya başlayacaktı hemen, onunla arama girmek için. Pürüzleri, hataları şeffaf bir perdeyle örtecek, onu yine önceki konumuna yerleştireceklerdi.
Ya da belki tam tersi, benim şu an gerçek olarak gördüğüm şeyin öyle görünmesini sağlayan başka bulutlar vardı… Bu çay bahçesinin dinginliğindeki, her şeyi eşitleyen; kocaman, ılık bir şeyin parçası yapan o büyüden kaynaklanan tılsımlar… İşte masadan kalktığımızda, o bulutlar çekilecekti aramızdan… Arkada O belirecekti tüm muhteşemliğiyle. Aşkımdan kaçmak için dönüştüğü o herkes kadar sıradan adam görüntüsünü üzerinden sıyırıp atacak, âşık olduğum adam olarak kalbimi deli gibi çarptırmaya devam edecekti.
Yani velhasıl yine canım fena yanmaya başlayacaktı. Sonuçta aşk da böyle bir şey değil miydi zaten? İster aldatmaca olsun, ister olmasın; bir görüntünün hayatındaki en büyük gerçeğe dönüşecek kadar somutluk kazanması, her şeyden çok daha fazla dokunması sana… Zaten hangi şeyin gerçekliğine tam olarak emin olabilirdik ki?!
Hayat belki de bir rüya değil miydi?!