- 714 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Yıldırım Bayezid Han (1.Bölüm)
Naçiz Eser (7 Bölümden oluşmaktadır.)
Yazar: İhsan ÇARDAK
Sayfa: 144
Basım: İskenderun Color Ofset Matbaacılık
‘’Edirne; 22 Kasım 1388’’
Sabahın ilk ışıklarında tepeden yavaş yavaş yükselen güneş; Edirne’nin o görkemli sokaklarını, caddelerini, gri yontma taşlardan yapılmış yollarını aydınlatmaya başlamıştı. O vakit bir ezan sesi yankılandı Edirne caddelerinde. Hünkâr ahşap tahtalarla yapılmış kırmızı örtülü yatağından doğrularak az ötesinde bulunan sıcak su ile doldurulmuş leğenden abdest almak için ayağa kalktı. Muhafızlar hünkârın ezan sesi ile uyanmasını göz önünde bulundurup sıcak suyu tam vaktinde leğene koyuyorlardı. Padişahın odasının içi komple ahşaptandı. Odası iki pencereliydi ve rengârenk örtülerle süslenmiş perdeler takılıydı. Hünkâr her sabah namazından sonra yatağının yanında bulunan kahverengi çekmeceyi açar ve Kuran-ı Kerim’i kendi özel yaptırdığı minberine oturarak okurdu.
Edirne’nin dikkat çeken özelliğinden birisi de olabildiğine uzun bir çarşısının olması idi. Baharat çeşitlerinden, çeşitli süslemelerle yapılmış yontma eserlere, ticaretini dürüst şekilde yapan tüccarlardan, malların en sağlıklısını satan mal sahiplerine kadar her zaman kalabalıktı. Edirne’nin iç ticaretinde tek gelir kaynağı bu çarşı idi. Her on beş arşın da bir Osmanlı sancakları asılıydı. Çandarlı Ali Paşa tarafından astırılan bu sancaklar Sultan Murad Han’ın emriyle Bursa’da yaptırılmıştı. Çarşının başlangıcından sonuna kadar iki taraflı beyaz çadırlar, bol meyve ve sebzeler, bazı yetenekli insanların o dönemin geleneklerine uygun olarak meraklı insanları kendilerine çekmek için yaptıkları tiyatro tarzı güldürmeceler çarşının havasına renk katıyordu. Çarşının bitiminden sola doğru dönen büyük çaplı yolun sağ tarafında atış talimi sahası bulunmaktaydı.
Osmanlı Devleti’nde askeri teşkilatlanmada en yüksek kademede olanlar karatuğlar idi. Her hafta sonu askere yeni yazılan karatuğlar bu sahaya getirilerek iki ay boyunca burada; atış talimi, kılıç ve at koşturma gibi uygulamaları öğrenerek orduya alınırlardı. Askeri teşkilatlanmada Çandarli Ali Paşa çok titiz davranırdı. Ordu düzeninden tutup askerlerin giydikleri kıyafetleri, kuşandıkları silahları kontrol ettirirdi. Paslanmış, keskinliğini yitirmiş kılıç kullanan askerlerin yeni kılıç istekleri için büyük çaplı özel askeri ocaklar yaptırılmıştı. Orduda disiplinli davranarak askerlere rahat komuta etmeyi sağlıyordu.
…
Bursa’nın geçit vermez dar sokaklarında bir genç yürüyordu. Kısa bir deri çizmesi çeşitli süslemelerden yapılmış kahverengi bir gömleği, belinde baba emaneti olan bir Hilal kılıcı bulunuyordu. Omuzları kabarıktı. Bakışları sert ve kararlıydı. Lakin yeri ve zamanında tebessümde bulunduğu sırada nazik ve içten içe çocuksu bir görünüm uyandırırdı insanların gözünde. Babası gibi boyu kısaydı. Saçları dalgalı ve bağlanmış biçimde idi. Mehmet derlerdi O’na. Sadece ismiyle anarlardı. Cesaretliliğinden, kararlılığından ve sert bakışlarından dolayı hiç kimse ona lakap uydurmamıştı. Sade ve güzel olarak sadece ismiyle anarlardı O’nu. Babası Çirmen Muharebesi’nde şehit düşmüş lakin savaş meydanına vardığında saatlerce babasının cesedini aramıştı. O’nu bulduğunda diz çöküp ağlayıp babasının cansız bedenine sarılmıştı. Gün gelince intikamını alacağına yemin ederek kılıcını alıp oradan uzaklaşmıştı. Şimdi de derler aylar yıllar geçti diye… Yıllar boyunca İdris Paşa’nın yanında kalmış, paşa bizzat kendisi büyütüp evlat edinmişti. Gün geldi büyüdü koca oğlan oluverdi. Yiğit oldu, çalışan oldu, asker oldu. Sonunda Sultan Murat ile tanışıp görüşüp samimiyet kurdular. Şimdi ise bir karatuğ olmanın hayaliyle hayatına devam ediyordu…
Mehmet çarşı meydanından sağa doğru dönen bir yola saptı. Biraz yürüdükten sonra kahverengi tek katlı bir evin bahçe kenarından giden ıssız bir yola girdi. Rüzgârın etkisiyle havalanmış toz bulutları sokağı bir sis meydanına çevirmişti. Bir müddet yürüdükten sonra önüne yanarak kül olmuş bir ev çıktı. Burada yol ikiye ayrılıyordu. Sağ tarafa giden yol doğruca ormanlık alana çıkıyordu. Mehmet sol tarafa dönerek yürümeye devam etti. Ahşap evler düzineler halinde yol boyunca uzanıyordu. Az sonra beyaz renkli iki katlı bir evin önünde durdu. Hafifçe yere eğilerek ufak bir taş parçası aldı ve pencereye fırlattı. Başını sağa doğru çevirerek hafif sis dolu o uzun sokağa baktı. Bir an için gözleri doldu. Çocukluk yıllarında burada geçirdiği vakit onu bir hayli dramatikleştirmişti. Az önce karşısına çıkan o harap olmuş ev aklına geldi bir anda. Yedi yaşında iken çok sevdiği sokak arkadaşı ile beraber evde oynarlar iken yangın çıkmıştı. İkisi birden camdan bahçeye atlayarak kurtulmuşlardı lakin ev yerle bir olmuştu. Dalgın bir şekilde sokağa bakarken bir ses işitti. Kafasını pencereye doğru çevirdiğinde genç bir hanımefendinin kendisine doğru baktığını gördü. Mehmet her zamanki gibi;
‘’Gönlümün sultanı bugün nasıldır acaba? ‘’ Yüzünde beliren ufak bir tebessümle ‘’Teşekkür ederim’’ dedi Dilruba. Saçları sapsarı ve pırıl pırıldı. Gözleri deniz mavisiydi ve örtündüğü yazmalık bir hayli onun güzelliğini gözler önüne seriyordu. Genç yaşta çok nazik konuşan, saygılı ve sevgili, gittiği yerde adabı ile hareket eden genç bir hanımefendiydi.
‘’Ben saraya doğru gidiyorum Sultan’ım, İdris Paşa’nın yanına varmam gerekir. Lakin kendisi beni bekler. Geçen gün konuştuğumuz gibi müsait bir zamanda görüşmek isterim seninle.’’
‘’Evet. Vakti gelince haber edeceğim merak etme sen. Yolun açık olsun’’ diyerek uğurladı Mehmet’i. Mehmet duvar kenarlarında çiçekler dikili o uzun sokakta yürümeye başladı. Dilruba arkasından da ona bakarak duruyordu. Mehmet gözden kaybolunca kendisi de içeri girdi.
Sultan Murad Han minberinde oturmuş silah arkadaşları ve paşaları ile görüşme yapıyordu. Mehmet’i tanırdı. Güvendiği insanların içerisinde en genç olanıydı ve onu yakından takip ederdi. Bir ihtiyacı olduğunda hemen yerine getirirdi. İlimli ve strateji ustası olduğu da gözden kaçmıyordu Mehmet’in. Mehmet hayatı boyunca hiçbir savaşa katılmamıştı. Hünkârın yanında savaşa girmek için sabırsızlanıyordu…
Sarayın girişinde yaklaşık otuz arşın uzunluğunda dev bir Osmanlı bayrağı dalgalanıyordu. Cennet mekân Orhan Gazi’nin yaptırdığı bu dev bayrak sarayın görselliğine renk katıyordu. Mehmet, sarayın içerisine girdiğinde koridor boyunca yanan meşaleler eşliğinde yoluna devam etti. Biraz heyecanlı görünüyordu. Sultan’ın sefer için toplantı yapmasına kendisini de çağırmıştı lakin bu konuda hiçbir fikri yoktu. Atılan her adımda gıcırdayan ahşap merdivenlerden tek koridorlu bir yere geçti. Koridor boyunca yanan meşalelerin kızılımsı rengine bakakalarak ilerledi. Her adımında çizmesinin çıkardığı ses sanki içeride bir muhafız nöbet tutuyormuş gibi hissettiriyordu. Lakin orada nöbetçi de bulunmazdı. Koridorun sonuna geldiğin de büyük bir kapı ile karşılaştı. Kapıyı çalmadan önce içeride ki sese kulak kabarttı.
‘’Haçlıların kısa sürede bu kadar orduyu topladıklarına şaşırmadım doğrusu. Köy yağmacılarından tutun deniz korsanlarına kadar ne kadar işe yaramaz gereksiz adam varsa hepsini ordularına almışlar. Maksat sayı üstünlüğü müdür ağalar?’’
Hep bir ağızdan ‘’ Elbette hayır Hünkârım’’ dediler. Mehmet, doğru yere geldiğini fark edince kapıyı çaldı ve içeriye girdi. Sultan-ı Murad Han’ın yumuşacık şefkat dolu elini öptükten sonra İdris Paşa’nın yanına üşüşüverdi.
Sultan Murad’ın yanında her daim oğlu şehzade Bayezid, Şehzade Yakup, Vezir-i Azam Çandarlı Ali Paşa ve Saruca Paşa bulunurdu. Şehzade Bayezid’i diğerlerinden ayıran özelliği keskin sivri gözlere sahip olmasıydı. Her işinde kararlıkla hareket eder ve yapacağı bir şeyi tam yapardı. Babasına karşı gösterdiği saygılı tutumu sayesinde onun güvenini kazanmış ve çoğu işlerde hep yardımcı olmuştu. Hünkâr oğlunu bu özelliklerinden dolayı çok severdi ve bir an olsun yanından ayırmazdı.
‘’Yakın zamanda sefere çıkıyoruz. Balkanlarda ilerleyişimiz kesindir. Haçlıları Allah’ın izniyle dağıtır isek sınırda bulunan kalelere takviye birlikleri göndeririz.’’
‘’Hünkârımız emir buyursun derhal yerine getiririz’’ dedi İdris Paşa.
‘’Ordunun teçhizatları ne konumdadır Lalam?’’
‘’Hünkârım; gereken teçhizatları tamamlıyoruz. Önümüzde bir yaz sezonu olacağı için ağır zırhlara fazla gereksinim duymadık. Karatuğlarımız bu harpte gerekeni kolaylıkla yapacaktır.’’
Karatuğlar; o dönemin birinci sınıf askeri teşkilatı idi. Hafif zırhlı uzun mızraklı ve yedek silah olarak ta hilal kılıcı kullanırlardı. Dizlerine kadar uzanan hafif çizmeler giyerlerdi ki bu bataklık alanlarda veya yağmurlu havalarda daha rahat hareket etmelerini sağlıyordu. Kalkanları kilden yapılma; üzerlerinde Osmanlı Devleti’nin simgesi bulunmakta idi. Kılıç ve mızrak kullanımında yetenekli; at sürmekte fazla eğitimli değillerdi. Bu yüzden meydan savaşları için orduda en önde karatuğlar olurdu. Sarayda ki görüşme akşama kadar sürmüştü. Balkanlarda ki durum, yakında çıkılacak sefer ve Anadolu’daki diğer beyliklerin Osmanlı’ya karşı tutumları konuşulmuştu.
Mehmet güneşin batışını takip eden kızılımsı rengin yoğun olduğu Edirne’nin çarşısında yürürken baharat çeşitleri ile donatılmış Pazar bölümünden sağa dönünce karşısına bastonlu bir ihtiyar çıktı. Yaşlılık yüzünden iyice buruşmuş yüzünde gür bir sakal çıkmış ve saçlarının dağınıklığından adeta bir dilenciyi andırır vaziyette bulunuyordu. Kahverengi bir bastonu vardı. Üzerinde değişik minyatür şeklinde çizimler bulunuyordu. Kefen şeklinde bembeyaz bir örtüye bürünmüş vaziyette öylece Mehmet’e bakıyordu. Alnının ortasındaki buruşukluktan inen ince ter damlacıklarını Mehmet tek tek sayabiliyordu.
‘’ Allah’ın yolunda ilerlemekten sakın çekinme evlat.’’ Diyerek ağır ağır yaklaştı Mehmet’e.
‘’ Bir zamanlar burası Bizans’ın elindeydi. Lakin Cennet mekân Sultan Orhan Gazi’nin bize bir emanetidir bu topraklar.’’
‘’ Bu demek oluyor ki Atamız Orhan Gazi döneminde yaşamış biri olmalısınız?’’
‘’ Ben bir bedeviyim evlat. Varım yoğum bir kulübedir. Şehrin dışında ormanlık bir alanda yaşarım. Ne çoluğum ne çocuğum vardır. Yalnız başıma yaşayan bir ihtiyarım.’’
‘’ Allah uzun ömürler versin.’’
‘’ Senin gibi genç bir insanın Allah’ın yolunda ilerlemesi ne güzeldir. Şöhretini her daim Osmanoğulları’ndan yana kullanasın. Evvel ihanet ve hilekârlık sana yakışmaz. Kendini geliştirip üstün vasıflarını kâfire karşı kullanmalısın. Koyun Hisar Muharebesi’nde babanı gördüm. Çok cesur bir Karatuğ’du. Kılıcını öyle bir savururdu ki kâfirin kalkanını kaldırmadan kellesini uçururdu.’’
‘’ Babamı nereden tanıyorsunuz?’’
‘’ Dedim ya. Ben bir bedeviyim. Allah yolunu açık eylesin. Selametle.’’ Diyerek ağır ağır arkasını döndü. Bastonunu güçlükle hareket ettiriyordu. Bir müddet yürüdükten sonra balık pazarından sola dönen ıssız bir sokağa girdi. Mehmet gizlice ihtiyarı takibe atıldı. Lakin bir süre sonra ne olduğunu anlamadan ihtiyar ortadan kayboldu. Bu kısa süreli sohbete hiçbir anlam veremedi. İhtiyarın söylediklerini gün boyu zihninden bir türlü çıkaramadı. Dönüp dolaşıp dediklerini düşündü. Acaba ileride kendisini farklı bir hayat mı bekliyordu?
Sokakların ıssız ve soğuk hale büründüğü sıralarda güneş batmış ve yerini ayın gölgeliği almıştı. Yaz mevsimi olduğu halde şehir geceleri soğuk, gündüzleri ılık olurdu. Zaman zaman yağmurun yağdığına şahit olunurdu. O gece ansızın bastıran yağmur da Dilruba yere düşen yağmur damlalarına bakakalmıştı pencerenin dibinde. Dilruba aynı zamanda Timurtaş Paşa’nın kızıydı. Mehmet ile aralarında ki bu mevzuyu öğrenmesinde bir sakınca yoktu aslında. Ama yeri ve zamanı gelince açıklayacaktı. O zaman belki gönlü hoş görür ve kızını Mehmet’e verirdi. Bu bekleyişe şimdide ardı arkası kesilmeyen yağmur eşlik ediyordu.
‘’ Şu güzelim Edirne’nin kır bahçelerinde açan çiçeği’’ diye başladı söze. Kalemini her mürekkebe daldırıp çektiğinde daha ince, daha zarif sözlerle dalıyordu önündeki boş kâğıtlara. Uzunca bir mektup olmalıydı bu. Yakın zamanda çıkılacak olan seferde ondan ayrı kalmanın üzüntüsünü paylaştı mektubunda Mehmet. Uzun uzun özenerek yazdı…
‘’23 Kasım 1388’’
‘’Karatuğların ağası ile görüşmek isterim ?’’
‘’Burda bekle hele kardeş. Haber edeyim kendisine .’’
Mehmet güneşin kavurucu sıcağında karatuğların komuta binasının değişik savaş minyatürleri ile süslenmiş büyük kahverengi kapısının önünde bekliyordu. Az sonra içeri giren muhafız geri geldi.
‘’Buyur karındaş. İçeride seni bekler.’’
‘’Eyvallah’’ diyerek ağır adımlarla içeriye doğru girdi Mehmet. Kendisine buyruk edilen minberin üzerine oturarak Karatuğ ağasına doğru yüzünü çevirdi. Karatuğların ağası aynı zamanda Vezir-i Azam Çandarlı Ali Paşa’nın damadı olurdu. Saçlarının kısalığı ve bıyığının inceliği ile henüz yirmi beş yaşlarında olduğu gözden kaçmıyordu. Mehmet’e bir dost tavrıyla yaklaşarak sordu;
‘’Buyur kardeş seni dinlerim ?’’
‘’Efendim. Adım Mehmet’tir. Yakın zamanda sefere çıkılacak bilirsiniz. Ben orduda değilimdir. Gönüllü olarak yazılmak istemedim. Bir Karatuğ olmak, sizin ve Hünkârımızın emrine girerek şerefimle hizmet etmek isterim.’’
‘’Buyruğun buyruk olsun kardeş. Tabiki de kabul ederiz. Zaten bu zamanlarda asker alımlarını bir hayli artırmıştık. Yapman gereken tek şey birazdan sana vereceğim yazılı belgeyi Çandarlı Ali Paşa’ya teslim etmektir. Sonrasında bir Karatuğ olarak görevine ve askerlik hayatına başlayabilirsin. Şimdiden aramıza hoş geldin. Gazan mübarek olsun.’’
‘’Eyvallah Ağa’m. Bana müsaade beklemekle vakit kaybediyorum. Hemencecik belgeyi Vezirimize ulaştırmam gerekir. Sonrasın da buraya tekrar dönerim inşallah. Haydi, Allah’a emanet.’’ diyerek içinde oluşan sevinçle dışarı çıktı. Muhafızlara selam vererek doğruca saraya doğru yöneldi...
Mehmet gereken yazılı belgeyi Çandarlı Ali paşa teslim ettikten sonra Edirne çarşısına indi. Dilruba ile çarşının en sonunda karşılaştı. İki genç kol kola yürüyerek oradan ayrıldılar.
Dilruba, Mehmet’in böylesi nazik konuşmasından çok hoşlanırdı. Aslında buna centilmenlik denirdi. Mehmet bu konularda kadınların gönlünü çabucak alırdı. Bu iki âşık çocukluk yıllarında aynı sokakta büyümüşlerdi. Çocukluklarından beri birbirlerine olan sevgilerini bir türlü açığa dökememişlerdi. Mehmet, Dilruba ile ilk buluşmasında ona karşı hissettiklerini söyleyerek sevgisini belli etmişti. Sonrasın da olaylar gelişerek buralara kadar gelmişlerdi. Dilruba’nın güneşin etkisiyle parlayan mavi gözleri Mehmet’i kendinden alıyordu. Böylesi bir güzelliği kim sevmezdi ki?
Beraberce çarşıdan ayrılarak İstanbul’un sıra dağlarının karşıdan göründüğü deniz kenarına doğru yöneldiler.
Mehmet Dilruba’nın bir deniz görselliği gibi parlayan gözleriyle kendisine doğru bakarken;
‘’Biliyorsun yakın zamanda harp var. Hünkârımız sefere çıkıyor. Ali Osmanlı hanedanı beni karatuğ olarak göreve tabii etti.’’
‘’Sana gitme diyemem. Mecbur gideceksin. Ama bilemiyorum; senden uzak kalmak, uzun süre görememek veya hiç…’’
Mehmet aniden Dilruba’nın ağzını kapadı. Eliyle yaşarmış gözlerinde ki damlacıkları hafifçe silerek;
‘’Allah’ın izniyle geri döneceğim. Bir müddet ayrı kalacağız. Özlemek bu işte, sevdiğim insandan ayrı kalmak beni de üzecek.’’
O gün uzun uzun konuştular, sonrasın da birbirlerine sarılarak yakında başlayacak ayrılığın hasretini şimdiden gidermeye çalışıyorlardı. Dilruba’nın gözlerinden akan yaşa engel olamıyordu Mehmet. O’nu omzuna alarak denizin yamaçlarında bulunan kaya parçalarının oraya yöneldiler. Rahat bir yer bulunca oturdular. Dilruba, Mehmet’e kıpkırmızı kesilmiş gözleriyle bakakaldı. Bir müddet daha konuştuktan sonra vaktin bir hayli geçtiğini anladılar.
Mehmet, Dilruba ile birlikte çıktığı akşam yürüyüşünün ardından evlerinin önüne gelmişlerdi.
‘’ Dediğim gibi yakın zamanda Hünkârımız sefere çıkıyor ve benimde o harpte olmam uygundur.’’
Bu sözleri duyduğunda yüzünde beliren soluk haliyle ‘’ Ne diyebilirim ki? Allah yolunu açık etsin. Hünkârımızın çağrısı üzerine gel deniliyorsa mecbur gideceksin. ‘’ Bu son görüşmemiz olacak yakın zamanda tekrardan yanına uğramam zor olacak. Fırsat kollayabilirsem gelirim. Şimdiden Allah’a emanet ol oradan sana yazacağım elbet. Gözün gönlün açık olsun Sultan’ım ‘’ diyerek Dilruba’ya sımsıkı sarıldı Mehmet. Sonrasın da cebinden çıkardığı zarfı Dilruba’ya uzatarak ‘’Bunun içerisinde bir emanet var. Ona gözün gibi bakmanı istiyorum senden.’’ Dilruba’yı alnından öptükten sonra arkasını dönerek ağır ağır oradan uzaklaştı. Giderken dudaklarının buruşarak ağırlaşması gözlerinden gelen ufak su damlaları onun ağlamasını andırıyordu. Sevdiği insandan uzun süre ayrı kalmak çekilemezdi doğrusu. Dilruba’nında ondan aşağı kalır yanı yoktu. Akşam olunca odasında hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Onu bir daha görememenin kendisinde yaratacağı derin yarayı düşünüyordu. Gitme diyemezdi. Mecbur gidecekti. Ona engel olamazdı…
Gece karanlığının Edirne sokaklarında sisli bir havaya şahit olduğu sıralarda şiddetli bir yağmur bastırmıştı. Ağaç yapraklarından yere düşen yağmur damlacıkları toprak üzerinde küçük göletler oluşturuyordu. Sabaha kadar durmak bilmeyen yağmur bereketli toprağın bol ürün çıkartacağına da vesile olmuştu...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.