14
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
2775
Okunma
Onu bilgisayara benzetsem, bilgisayarı da bulan o. Küçücük yapısıyla, başka işlevlerinin yanında bütün hayatı saklar. Ufak bir kıvılcımla anında arşivinden çıkarır, getirir önüne:
“Bak bakalım o gün ne olmuştu?” Der. Yeniden bu günkü gibi yaşarsın o günü…
Böyle bir şeydir işte insan beyni…
Aslında yaşanan her günü, bir anıdır insanın. Yeter ki kıymeti bilinsin.
Sayın Hocam Numan Kurt:
“Hikâye mi arıyorsun yazmak için? Çal şu kapıyı. Kim bilir ne hikâyeler vardır” der.
Ankara daydım. AŞOT un önünden geçiyordum. Yani eski Ankara Şehirlerarası Otobüs Terminali nin önünden. Orayı yıkmış, yerine büyük bir bina yapmışlar. Beyin hemen sinyali verdi. Kırmızı ışığı yanıp sönüyor, beni uyarıyordu. Bu günden yaklaşık elli yıl geriye götürdü beni. Burada yaşadığım bir olayı tekrar gözümde canlandırdı.
Yeni mezun olduğum yıllar. Beni bekleyen endişeler daha o yaşlarda saçlarımı dökmeye başlamıştı. Benden başka kimsesi olmayan ailemi yanıma alacaktım. Gençtim, tecrübesizdim. Hayatı tanımıyordum. Neler görecek, nelerle karşılaşacaktım? Bilmiyordum. Dökülme dursun diye sıfıra vurdurmuştum saçlarımı. Yani tamamen kestirmiştim. Görünüşüm ve yaşım erattan farksız olmuştu.
Kayseri den Ankara’ya gelmiş, oradan da Amasya’ya geçecektim. O yıllarda Ankara tren garına yakın
Otobüs terminali AŞOT yeni açılmıştı.. Bundan önceki ETLİK garajı gibi değildi. Pırıl pırıldı.
Neydi o Etlik garajının hali? Elinde valizle girmeye gör. Valizini kim kaparsa onun yolcusuydun artık. Kurtuluş yoktu. “Hemen kalkıyor” denilen otobüs en erken oniki saat sonra kalkar, Antalya’ya gidecekken bazen kendini Ardahan otobüsüne bulduğun olurdu.
Amasya’ya biletimi aldım. Otobüsün hareketine daha beş saat var. Bekleyen yolcular için hazırlanmış bankta oturuyorum. İri yarı iki inzibat eri dolaşıyor. Onları görünce yüzlerine telaşla baktım. Hemen başımı çevirdim. Geri dönüp geldiler. Mutluydular. Yakalamışlardı.
“Asker misin lan?”
“Evet askerim.”
Erlerden biri kediyi ensesinden tutar gibi, gömleğimin yakasından tutup kaldırdı beni.
“Gel lan bakalım!”
İkisi iki koluma girdiler. Terminaldeki inzibat karakoluna götürüyorlar.
Bekleyen yolculardan bazısı:
“Askerden kaçmış herhalde, utanmaz. Çeksin cezasını!
Bazısı da:
“Yazık. Anası mı hasta, babası mı? Belki de sevdiğini başkasına veriyorlardır. Ondan kaçmıştır.”
Diyordu.
Karakoldan içeri girdik. Görevli kıta çavuşunun ayakları masanın üzerinde. Oturuyor mu, yatıyor mu belli değil.
“Yakaladık çavuşum.”
İndirdi ayaklarını.
“Kaçıyor muydun lan?”
“Hayır izinliyim.”
Bir kahkaha attı.
“İzinlisin demek! Ver bakalım izin kâğıdını.”
Ben izin kâğıdımla beraber Astsubay kimliğimi de masasına koydum. Şaşırdı. Toparlandı. Beni getiren erlere bağırarak:
“Niye getirdiniz lan Astsubayımı?”
Onlarda şaşkındı. Ben araya girdim.
“Onların bir suçu yok. Bana – asker misin?- diye sordular. Ben de-askerim- dedim.”
Üçü de ne olduğnu kestiremiyor, birbirlerinin yüzlerine sorar gözlerle bakıyorlardı.
Bana yer gösterdiler. Oturdum. Çay getirdiler. Kendimden bahsettim. Onlar da bana nereli olduklarını sivilde ne iş yaptıklarını anlattılar. Hemen hemen aynı yaşlardaydık. Onlara nasihat edecek kadar henüz bir tecrübem yoktu. Ama dolaylı da olsa; insan sevgisinin kibarlığın önemini anlattım. Tatlı bir sohbet saatlerce sürdü. Yaşananlar için defalarca özür dilediler. Her seferinde-önemli olmadığını- söyledim. Rahatladılar.
Şimdi düşünüyorum da; neden inzibat erlerini kuşkulandırmış, önceden kendimi tanıtmamıştım.
Gençliğin verdiği üst olma egosu mu?
Özümde olan şakacılık mı?
Otobüsün hareket saatine çok zaman olması nedeniyle vakit geçirme isteği mi?
Yoksa yalnızlık hissedip, onları kendime daha yakın gördüğüm mü?
Galiba en doğrusu bu en sonuncusuydu.
Saati gelince benimle otobüse kadar geldiler. Şoföre:
”Yolcunuz bizim komutanımızdır. Onunla yakından ilgilenirseniz mutlu oluruz” Dediler
Otobüs hareket ettikten sonra muavin en öndeki yolcuların biletlerini usulen kontrol etti. Gözüne kestirdiği birine:
“Sen yanlış oturmuşsun. Senin yerin arkalarda” dedi.
Onu benim yerime, beni de en öne onun yerine aldı.
Yüreğim ana, baba memleket özlemiyle dolu bir yolculuk daha başlamıştı.
-Magurus geçti…- reklamıyla ünlenen otobüs, yokuşlarda; ağır yüküne rağmen, inatla yürüyen ihtiyar katırlar gibi yavaşlıyor, düzlüklerde ovalarda avını kapmaya hazırlanan kartallar gibi de süzülüyordu.
Yolcular;
Hepsi aynı yere gittikleri halde birbirlerine -yolculuk nereye?- diye sordular.
İçeriyi duman kaplamasını umursamadan birbirlerine sigara ikram edip öndeki koltukların arkasındaki küllükleri izmaritle doldurdular.
Bir kadın ağlayan çocuğunu, çıkarttığı memesini ağzına vererek susturdu. Açılan göksünü başındaki eşarpla örtü. Daha sonra otobüse kokular salarak bebeğinin bezini de değiştirecekti.
Arkadaki gençler açık saçık fıkralar anlatarak kahkahalarla güldüler.
Aynı köylü oldukları konuşmalarından anlaşılan birkaç yolcu- muhtarlarının paraları yiyip yemediğini -küfürlerle saatlerce tartıştılar.
Yolda verilen mola da kimse lokantaya girmedi. Açtıkları çıkanlardan, çıkardıkları azıklarla doyurdular karınlarını. Birbirlerine ortadan kırdıkları salatalıklardan ikram ettiler.
Ben; koluma giren şoför ve muavinle birlikte lokantada karnımı doyurdum. Para almadılar.
Otobüs hareket ettikten sonra, muavin bir sürahiden aynı bardakla susayanlara su dağıttı.
Bir yolcu ayakkabılarını çıkartıp, koltuğa bağdaş kurdu. Tabakasından tütün sardı. Dumanını zevkle savurdu.
Gece yarısına doğru adı yeşil olmasına rağmen devamlı bulanık akan ırmağı geçtik. Garaja geldiğimizde inen yolcuların bir kısmı dağıldı. Bir kısım yolcu da sabahı beklemek için garajdaki banklara yerleştiler.
Ben alışkın adımlarla gücü ancak -yol bizim önümüzde- demeye yeten direklerin ölgün ışığında evimize gidiyordum.
Gece sessiz ve karanlıktı.İlerleyen günlerde ailemi yanıma alacak, gelecek günlerimizin aydınlık olması için elimden geleni yapacaktım.
Zaten geliş nedenim de bu değil miydi?
Umutluydum…