- 806 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
“Kırmızı Saçlı Kadın” Gerçeği
Yetkin yazar Orhan Pamuk’un “Kırmızı Saçlı Kadın” romanı bir solukta okunabilecek, sürükleyici ve zihinde iz bırakan bir eser. Pamuk’un bu romanda özellikle başvurduğu kısa cümleli ve sade üsluplu tarzı; eserin akıcı ve ilgi çekici olmasını sağlamış. Önceki romanlarına göre daha yalın ve duru ifadeler kullanan Pamuk; iç içe girmiş olaylar zincirini yansıtırken okuru sıkmamaya, kitaptan uzaklaştırmamaya da özen göstermiş. Nobel Edebiyat Ödülü aldıktan sonra üretkenliğini ve yetkinliğini kaybetmeyen yazar; bu romanıyla okura birikimini ve deneyimini cömertçe sunarak jest yapmış.
Aşk, kıskançlık, otorite, baba-oğul ilişkisi konularını efsaneler ve tarihsel olaylar ile ilişki kurarak anlatan Pamuk, otuz yıl öncesinin İstanbul’unda bir liselinin aşkla tanışması sonrası yaşadıklarını, okuru çoğu zaman şaşırtan tüm gerçekliğiyle yansıtmış.
Roman kahramanı Cem, İstanbul’da kendince yaşayan ancak eczacı olan ve siyasi görüşleri nedeniyle yer yer cezaevine giren babasından pek ilgi görmeyen bir delikanlıdır. Üniversiteye hazırlanmak ve geçimini sağlamak için kitapçıda ve kuyucu Mahmut Usta’nın yanında çalışan Cem’in hayatı Öngören Kasabası’nda kurulan tiyatro çadırında gördüğü Kırmızı Saçlı Kadın ile değişir. Kırmızı Saçlı Kadın’a yani Gülcihan’a âşık olan ve bir gece onunla birlikte olan Cem, çırak Ali’nin ayrılması ile Mahmut Usta’yla daha çok beraber olur ve sıkı çalışır. Akşamları birbirlerine; farkında olmadan babasını öldüren eski Yunanlı Kralı Oipidus ve Şehname’nin bilmeden oğlunu öldüren kahramanı Rüstem’in hikâyelerini anlatırlar. Mahmut Usta kuyunun içindeyken Cem’in elinden kovanın düşmesi üzerine onun öldüğünü düşünen Cem oradan uzaklaşır. Yıllar sonra Cem, Ayşe ile evlenip zengin bir müteahhit olur. Bir gün iş için Öngören’e gitmesi gerekir. Kısa bir araştırmadan sonra Cem’in Enver adında bir oğlu olduğu ortaya çıkar. Kırmızı Saçlı Kadın ile birlikteliğinden olan Enver babasını hiç sevmez. Karşılaştıkları akşam Enver kendisini başka biri olarak tanıtır ve Cem’e eskiden kazdıkları kuyuyu gösterir. Kuyunun başında Enver, Cem’e onun oğlu olduğunu söyler ve yaptıklarından dolayı babasını suçlar. Öfkeli iki kişi kavga etmeye başlar. Cem bir anda silahını çıkarır ve Enver kendini korumak isterken yanlışlıkla babasını vurup öldürür. Cezaevine gönderilen Enver ise annesinin ısrarı üzerine bu kitabı yazmaya karar verir.
Romanda okuru yüzyıllar öncesinin efsanelerine götüren, orada yaşananların günümüzde karşılıklarının var olduğunu hissettiren Pamuk, geçmişle gelecek arasında sürekli köprü kurar. Romanda anlatılanların efsanelerle, dini hikâyelerle ilişkilendirilmesi okura tarihî yolculuk yaptırmakla birlikte aslında efsanelerin, menkıbelerin gerçek hayatla izdüşümlerinin bulunduğu görüşünü güçlendirir. Firdevsi’nin Şehname’sindeki Rüstem ile Sührap’ın öyküsü, Oidipus’un öyküsü ile karşılaştırılmakta ve romanda yaşanılanlar ile ilişkisi verilmektedir. Bunun gibi İbrahim Peygamber’in oğlunu kurban etmesi, Yakup Peygamber’in oğullarının Yusuf’u kuyuya atmaları kıssaları romanda ağırlığını hissettirir.
Yazar, otuz yıl öncesinin İstanbul’u ile günümüzdeki İstanbul’u da karşılaştırır. İstanbul’un bozulan çehresini, çarpık kentleşmeyi, çevre duyarsızlığını; yöneticilere, konuya ilgisiz kalanlara gönderme yaparak yansıtır. “Otuz yıl önce bomboş bir arazi olan yokuşun üzerindeki bizim düzlük; altı yedi katlı apartmanlar, depo binaları, atölyeler, benzinciler, alt katları lokanta, kebapçı dükkânı ve süpermarketlerle dolu bir beton ormanına dönüşmüştü.” diyerek modern ve şehirli olmanın sancılarını gözler önüne serer.
Pamuk’un “araştırmacı romancı” kimliği bu romanda da kendini göstermekte. Bir kuyucunun yanında çalışan roman kahramanımız Cem’in ağzından kuyuculuğu anlatırken bu meslekle ilgili genişçe bir araştırma yaptığı hemen fark edilmekte. “Çıkrığın her iki ucunda, bir kenarı kalın bir kenarı ince birer tutacağı olan ve ipin sarıldığı bir merdanesi, onun üzerine oturduğu çapraz ahşap ayakları ve yukarıya çektiğimiz kovanın rahatça konacağı bir de sehpası vardı.” cümlesi ve sonraki başka cümleler, okuru teknik bilgilerin dünyasına götürmekte. Yazar olmak için mimarlığı bırakan Pamuk’un mimarlıkla ilgili bilgisi sapasağlam durmakta. Ayrıca İstanbul Teknik Üniversitesinin Maçka’daki Jeoloji Mühendisliği Bölümünü kazandığını anlatırken üniversite hakkında verdiği tarihî bilgiler romandaki betimlemeleri sağlam zemine oturtmakta: “Yüz on yıllık üniversite yapısı aslında Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde modern askerlerin silahhane ve kışlasıydı.”
Yazarın romanlarında genel olarak fark ettiğimiz sanatlı dili bu romanında da göz çarpıyor. “Kimseyle konuşmak istemediğim konuları açıp kendi kendime sessizce sohbet ettiğim o ikinci sesi içimde yeniden, böyle işittim.” ya da “Bu incecik sesin altındaki derin ve belirsiz uğultu otuz kilometre uzaktaki İstanbul’un homurtusuydu.” cümleleri yazarın iç konuşmaları ve betimlemeleri sanatsal bir ifadeye büründürerek yansıtmasının güzel örnekleri olarak karşımızda durmakta.
Yazarın veciz sözleri roman akışı içinde yer yer okuru silkelemekte ve edebî zevkin solukları işitilmekte. “Ben beni kimse görmediği zaman en çok kendim oluyorum.” sözü, üzerinde derince düşünülmesi gereken veciz ifadelere güzel bir örnek niteliği taşımaktadır.
Pamuk’un roman sayfasına çıkrık resmi koyması da alışılagelmiş roman tarzının dışındadır. “Parçaları tam nasıl birleştireceğimizi daha kolay anlayalım diye, Mahmut Usta bir kâğıdın üzerine kurşunkalemle ayrıntılı bir çıkrık resmini beni şaşırtan bir hünerle çizmişti.” dedikten sonra romana çıkrık resminin konulması özgün bir tarz olarak değerlendirilebilir. Ancak roman türünün kendine özgü zengin ve geniş hayal gücünü daralttığı da düşünülerek eleştirilebilir.
Hikâye anlatan, yakınlık gösteren ve arkadaş gibi davranan Mahmut Usta ile eve az uğrayan, mesafeli duran babanın karşılaştırılması da romanda öne çıkan unsur. Oğulun gözünden babaya bakış, ince göndermelerle aktarılmış.
“Pek çok erkekle birlikte olan kadın” diye bilinen Kırmızı Saçlı Kadın tiplemesinin aslında her zaman gerçeği yansıtmadığı, bunun; kendisine şuh gözlerle bakan erkeklerin algısı olduğu romanda geçen önemli ve ezber bozan bir gerçek.
Bu arada roman kahramanı, genç delikanlı Cem’in; birlikte olduğu kadın ile yıllar önce de babasının birlikte olduğunu anlaması “zorlama cinsellik kurgusu” olarak kabul edilebilir. Ayrıca romanda geçen şu sözler de okuru şaşırtmakta: “İstanbul’da iki çeşit hikâye okur tarafından çok seviliyor, ucuz gazetelerde çok yayımlanıyordu. Birincisi; oğlu askerde, hapiste, uzaktayken babanın, genç ve güzel geliniyle yatması, olayı fark eden oğulun babayı öldürmesiydi. Çok işlenen ve sayısız çeşitlemeleri olan ikinci cins cinayet ise, cinsel açlık içindeki oğulun, bir cinnet anında zorla anasıyla yatmasıydı.” Pamuk’un ensest ilişkiyi çok yaygın ve normal olarak yansıtma çabası “Hadi canım!” dedirtmekte, kitabı ilgi çekici kılma amacına yönelik ucuz abartmalar olarak karşımızda durmaktadır.
Yazarın roman sonlarına kadar kahraman Cem’i konuşturması, ardından Cem’in ölümüyle de Kırmızı Saçlı Kadın’ı yani Gülcihan’ı konuşturması da ilginç bir tarz olarak karşımıza çıkmakta. Roman anlatıcısının roman içerisinde değişmesini öncelikle yadırgayan okur, olaylar arasındaki bağlantıyı anlatan Kırmızı Saçlı Kadın’ı dinlerken taşların yerine oturduğunu fark ederek anlatılanlara kulak kesilmekte. Dolayısıyla okur; romanı sonuna kadar sabırla okumak, ara boşlukların tamamlanmasını beklemek durumunda kalmakta. Son sayfaya geldiğinde de bir dedektif yaklaşımıyla olayı çözdüğünü, bağlantıyı kurduğunu, derin bir oh çektiğini fark etmektedir.
Doğu-Batı kültürünü efsaneler zemininde karşılaştırarak ve bir liselinin ilk aşk deneyimiyle başlayan serüvenini modernleşmenin sancıları başlığında vererek nitelikli bir roman ortaya koyan Pamuk’un Kırmızı Saçlı Kadın eseri; yer yer sert eleştirileri hak etse de üzerinde daha çok düşünülecek ve hakkında pek çok inceleme yapılacak bir roman gibi görünüyor, çünkü bu eser bunu hak ediyor.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.