- 335 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Garip Bir Köy, Yalnız Bir Öğretmen
On bir mahallenin oluşturduğu bir köy. Bu köyde yaşanıyor. Öykümüzdeki olaylar… Divan usulü yönetim deniyor bu köylerin yönetim biçimine. Divan denmesi Osmanlı’dan kalma bir söz. Mahalleler hayli dağınık. Aslında divanda bir muhtar, yardımcıları ihtiyar heyeti, köy bekçisi hepsi klasik köy yönetimi. Taa bin dokuz yüz otuzlarda bu divana ilkokul yapılmış. Nice öğretmenler gelip gitmiş bu köye. Çalışmışlar. Onlarla ilgili ne bir resim nede bir yazı kalmış.
Bin dokuz yüz altmışlı yıllardayız. İlk yapılan okul binası eskimiş. Gerekli yazışmalar yapılmış. Yeni bir okul binası yapımına karar verilmiş. İlden ekipler gelmiş, içlerinde mühendisler var bu ekibin. Yeni yapılacak binanın yeri incelenmiş. Köyden akil kişiler çağırılıp arazinin durumu sorulmuş. Arsa geniş, binanın kurulacak yer için seçenekler çok. Nihayet, okula ayrılan geniş arsanın tam ortasına eğimli arazinin alt tarafına bina inşa edilmiş. Okul yapılıvermiş. Ellişer mevcutlu sınıfları kaldırabilecek iki sınıflı bir bina çıkmış ortaya…
On bir mahalleden çocuklar gelecek, sağlıklı yapılan bu yeni okula. Okuyan, okuduğunu anlayan, düşünen, sorgulayan kuşaklar yetişecek. Bu kuşaklar genç cumhuriyetle barışık, çalışkan, işbirliğine yatkın, üretken yurttaşlar olacak. Bu kuşaklar, inançlara da saygılı, aydın kuşaklar olacak…
Bu anlattığım okul yapımı benim ülkem için sadece hayalî düşünceler. Bin dokuz yüz yetmişli yılların sonuna doğru bu okula atanıyorum. Divan büyük. İki okul daha açılmış bu divanda. Şimdi ben tek öğretmen olarak çalışacağım köyün en eski okulunda. Okulun yapıldığı arazi yıllar içinde santim santim kaymış. Kayma olunca daha on beş yıllık bina kullanılamaz hale gelmiş. Duvarlarda çatlaklar oluşmuş. Bina yapılırken pencereler aşırı geniş tutulmuş. Çerçeveler kolayca eskimiş, cam macunları kurumuş. Çoğu yerlere dökülmüş. Karayel, hele birde yağmur getiriyorsa siz seyreyleyin sınıflarda ve lojman binasında oluşan gölcükleri…
Bina için devletimiz yeterli tahsisatı ayırmış. Lakin o tahsisat, o para, olduğu gibi okul için harcanacağı yerde kenarından-köşesinden yontulmuş. Lojman küçülmüş, daralmış bir hücre evine dönüşmüş. Bu savlar itham değil. Mal ortada. On beş yıllık binada neredeyse ders yapılamayacak durumda!
Ders yılını başlatıyoruz. Havalar ılık, eylül, ekim ayları içindeyiz. Kış yaklaşıyor. Okula en azından birazcık bir onarım gerekiyor. Muhtarla görüşmek pek olası değil. Kurumdan tahsisat almak şimdi olmaz. Milli Eğitim mevzuatı der ki, sene sonunda durumu bir dilekçe ile bildireceksin. Yazışma… Yazışma. Yazın kabul görecek. Keşif yapılacak. Karar olumlu çıkarsa, tahsisat ayrılacak. Cakkk… cak. Ölme eşeğim ölme yaz gele yonca bite… Muhtarla görüşüp köylülerle işbirliği yapalım diye kafamda planlama yapıyorum. Yakınımızda merkezi bir köy var. Bakkalları, kahvehaneleri, petrol istasyonları olan bir köy. Muhtarı bu köyde buluyorum. Muhtarımız elli yaşlarında. Kendi sardığı, ortalama bir santim çapında sigaralarla tütün içiyor. Dişler iyice sararmış. Ağzında birkaç dişi eksik ve çürük dişler gözleniyor. Daha öncede okulla ilgili tamir konusunu muhtara anlatmıştım. Bu kez:
“Muhtar bey, okulla ilgili size bilgi vermiştim. Cuma günü camiye gelin olmaz mı? Cumadan sonra vatandaşlarla konuşup kendi olanaklarımızla okul için bir çalışma yapalım…” Diyorum. Muhtar beyin yüzünde fırtınalar kopuyor. Birden parlıyor:
“Hocam ben ne yapayım. Kimse ilgilenmez, bilirim. Bu konuda valiliğe iki tane dilekçem var. Püst (Atatürk büstü) bile istedim. Her gün her gün aynı şeyleri söylüyorsun. Bu kadar da olmaz yani…”
İlginiz gözlerimi yaşarttı denmez muhtar efendiye! Sadece:
“Muhtar bey, bu işler ses tonunu artırmakla çözülmez. Sizi rahatsız ettim, çayınızı ve sigaranızı rahat için…” Diyerek kahvehaneden ayrıldım. İşte garip köyün yalnız öğretmeni olmak işte böyle bir şey…
Bin dokuz yüz otuzlarda köyde okul açılmasına karşın, köyden hiç okuyan vatandaş olmamış. Erkekler sadece askerlik için köyden çıkmışlar. Muhabbetleri, askerlik anıları ve buğdeyler, buzağılarla ilgili olurdu. Doğum oranı çok düşük köylerde. İki, bilemedin üç çocuk doğuruyor bağda, bahçede çalışan çilekeş anneler. İki erkek çocuktan birisi köyde kalıp çiftçilik yapıyor. Diğer kardeş, ilde fabrika işçisi.
Duyarlı vatandaşlarla işbirliği yaparak okulda biraz iyileştirmeler yaptık. Camların macunlarını yeniledik. Yeterli olmadı bu çalışmalar. Vatandaş yardımı devletten bekliyor! Kış aylarında benim küçük öğrencilerim sık sık hasta oldu.
“Öğretmenim, başım çok ayırıyor…” Bu gibi sözleri çaresiz yavrulardan duyup, onların acılarına derman olamamanın dayanılmaz acılarını ne çok yaşadım. Ertesi yıl tahsisat çıkarttık. Bu kez takdir edilen tahsisata kimse işe girmedi. Parada geri gitti.
İlkbahar geldi, havalar ısındı. Sonbaharda ekilen ekinler uzadı. Tüm bölge yeşile kesti. Nadasa bırakılan tarlalarda gelincikler boy verdi. Hepsi eski köy düğünlerinde kırmızı vala ile at sırtında birer gelin adayı sanki. Pembe, kırmızı ve nazlı nazlı sallanıyorlar esen yellerle. Keten tarlarının çiçekleri bir başka mavi gök ve deniz mavisinden özge…
Önceki yıllarda bazen iki öğretmen çalışmış bu köyde. Köye gelen ilk kuşak öğretmenler ses getirici çalışmalar yapmışlar. Yaşlı Hasan amca anlatıyor:
“ Hoca efendi köyümüze bir Altan öğretmen geldi. O öğretmen köyde bir tiyatro yaptı, hiç unutamam. Bizim köylüleri de kattı çalışmalarına. Sütçülerin Mehmet, Orakçıların Ömer, aşağı mahalleden Zeynep çocuklarla birlikte Milli Mücadele’yi canlandırdılar. Öğretmenin eşi çocuklara kıyafet dikmişti. Kadın erkek bütün köylü ilk defa böyle güzel bir olaya şahit olduk…” Daha sonra köyümüze Recep öğretmen geldi. O öğretmenimizden de çok memnun kaldık… O yıllar çok güzeldi.” Başka bir gün okula evi çok yakın olan İbrahim amca anlatıyor:
“Hocam dersler bitiyor. Tavuklar ve horozları yerken beni de çağırmayı unutma.” Olayın aslını öğreniyorum. Diploma almayı hak eden her öğrenci öğretmene bir tavuk getirmesi adet edinilmiş. Benim aziz meslektaşlarım böyle bir uygulama başlatmışlar son yıllarda! İbrahim amcaya soruyorum.
“Velilerimiz bu uygulamadan ne derece hoşnut kalıyorlar?” Angaryadan kim hoşnut kalır. İbrahim amca pek yorum yapmıyor bu konuda. İlk derste öğrencilerime söylüyorum.
“Babalarınıza selamımı iletin; bundan böyle mezun olan hiçbir öğrenci öğretmene tavuk-horoz getirmeyecek. Öğretmenimiz bu uygulamayı kaldırdı, diye söyleyin,” dedim. Benim çalışkan köylülerimin okulculuk işlerine niçin serin baktıklarını azda olsa anlamış oluyorum yavaş yavaş... Uzak köy, müfettiş ya gelir ya gelmez… Öğrenciler yeterli düzeyde okuma-yazma öğrenemeyecekler. Bazı günler okul kapalı kalacak. Haliyle vatandaş okula soğuk bakıyor. Bakar tabi. Yağmur eken fırtına biçer. Fırtınadan bende nasibimi aldım yeterli düzeyde.
Bin dokuz yüz kırk altı Köy Enstitüsü mezunu dayıma soruyorum.
“ Dayıcığım, sizlerin çalıştığı dönemlerde teftiş uygulamaları nasıldı?”
“Sınıfta sobanın altlığının kenarından teneke gevşemişti. Müfettiş öğretmen hakkında soruşturma başlattı. Soba altlığı yeterli olmazsa bir kıvılcım sıçrar okulun yanmasına neden olur diye…” Anlattı benim öğretmen dayım. Nereden nereye!
Merkez köyde bir ortaokul var. Okul binası henüz yapılmamış. Dört yıldan beri geçici bir binada eğitim-öğretim verilmeye çalışılıyor. Meslek yaşamımda yaşadığımız bir güzel olayı anlatmadan geçemem. Ortaokul öğretmenleri ve çevre okullarla bir şölen organize ettik. Yarışlar yapılacak, oyunlar oynanacak. Şiir okuma yarışmaları yapılacak.
Güneşli ılık bir gün, ortaokul öğrencileri, çevre köylerden gelen bizler ortaokulun önünde birleştik. Alan geniş, dümdüz yemyeşil çimenlerin boy attığı bir çayırdayız. Oyunlar oynandı, koşular yapıldı. En sevdiğim alan şiir okuma-okutma. Şiirler okudu, öğrencilerimiz yarıştı bu dalda da.
“Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
Işık ışık, dalga dalga bayrağım,
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.” Arif Nihat Asya’nın Bu şiiri ile kızlar arasında,
“Saba borçluyuz ta derinden!
Çünkü yurdumuzu sen kurtardın,
Hasta, yorgun düşmüştük,
Yaralarımızı iyice sardın.” Cahit Külebi şiiri ile erkeklerde okul olarak birinci olduk. Sevindik. Mutlu olduk. Bu başarımız veliler arasında hayli konuşuldu.
Sözün özü cehalet bir türlü yenilemedi bu ülkede. Bizim ülkemizde. Hâlbuki ülkemiz çok güzel. Ulu dağlarımız, bitek ovalarımız, masmavi denizlerimiz, yemyeşil göllerimiz var. Güneş güzelim ışınlarını yedi güzel bölgemize gönderiyor mertçe. Nitelikli eğitim verebilsek yurt insanlarımıza, mutluluklar yaşayabiliriz hep birlikte. Ne büyük başarıların altına imzalar atabiliriz. Köylere gönderilen, kentlerde çalışan öğretmenleri idealist fikirlerle yetiştirebilsek; cumhuriyetin ilk yıllarındaki gibi olmaz mı? Köylümüz, kentlimiz aydınlanabilse, demokrasi anlayışını yerleştirebiliriz güzel ülkemizde o zaman. Aydın halk görev ve sorumluğunu bilen halktır. Problemlerini bilimsel yöntemlerle çözer, bağırıp çağırarak, silaha sarılarak değil. Yapılan işlerde otokontrol yapma bilinciyle görevini yapmayanları dışlar. Okul yapımında, eğitim-öğretim çalışmalarında, yapılan her çalışmada gördüğü yanlış uygulamaları sorgular. Ülkede zaman ve mali kaynakların heder olmasını önleme çabasında üzerine düşen yurttaşlık görevini yapar. Yanlışlıklara izin vermez.
Çağdaş uygarlığa erişmenin yolu nitelikli eğitim ve okuyan kuşalar yetiştirmeden geçiyor. Yer karasında güçlü olma, özgür yaşamanın ilimle hasbuhal olmaktan başkada büyülü formüllü yok…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.