- 593 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
SÜMBÜL KOKUSU
Alıp başını gidemezsin kırlara doğru. Koca şehirdesin. Doğa uyanırken; her canlının içindeki yaşama umudu da tekrar canlanıyor ya. İşte, bütün sıkıntıları unutup ya da bir tarafa bırakıp kendini yeşilliklerin üzerine atmak, yuvarlanmak, çocuklar gibi şenlenmek istersin ama yaşın buna müsait değildir. Aheste adımlarla en yakınındaki parkı hedeflersin. Genç olsan gözü kapalı uçar gibi gidersin gideceğin yere. Maalesef şimdi öyle değil. Uçan kuştan, esen yelden, kulağının dibinde öten klakson sesinden ürpererek, hesaplayarak, gözlüklerinin üzerinden tedirgin bir halde hayata tutunmaya çalışırsın.
Yürüyüş parkuru boyunca dikilen ıhlamur ağaçları on yıldır üsten birbirlerine kavuşumadılar. Üstü açık bir tünelden geçersin. Yaprakları fare kulağı halinde baharın vazgeçilmezlerinden olduklarını hatırlatmaya çalışmaktadırlar. Oysa dublekslerin mini bahçelerindeki vişneler, kirazlar, erikler erkenden gelebilecek soğuklara karşı kahraman birer askerler gibi göğüslerini gere gere gülümsemeleriyle çok önceden buradayız demişlerdir bile. Kirazların, vişnelerin dallarındaki gelinliklere bakıp da insanın gençliğini hatırlamaması ne mümkün. Hani o her türlü zorluklara göğüs germeye ant içmenin birer simgesi gibi başlarda duran bembeyaz taçlar! Taht kurmuşsun kalbimde dedirten taçlar yani. Soğuklar ne ki! Daha nice badirelere göğüs germek!.. Birlikte sırt sırta vermenin güveni ile hayata sarılmak. Daldaki beyazlara bürülü taçları seyrederken derinlere dalmak, anıların gizemindeki güzellikleri buruk bir şekilde anımsamak; insanın bir ayağının kara toprağa sallandığı anlarda bile; teselli olsa gerek! Orhan Gencebay’ın “Bir Teselli Ver “ şarkısının nağmeleri gibi! Ey hayat bana bir teselli ver, ver de nasıl verirsen ver!
Böyle ruhsal dinginlik arayışında bazen çocuklaşır;” beni gerçekten seven var mı diye hinlik düşünür, şu bir Nisan şakalarına takılırsın. Zaten ömrünün son yaprakları da kapanmak üzeridir. Ağır bir şaka yapmayı düşünmüşündür. “Kanser hastasıyım, üç gündür hastanede yatmaktayım, dualarınızı bekliyorum!” Hoppala! Aslında yalnızlık duygusu insanı içten içe kemirmektedir. Milyonlarca kalabalığın içinde ne gariptir ki kendini tek başına hissedersin. Selam verdiğin biri sana kuşkuyla, ya da obez bir bayanın hala tıkıştırıyor olmasını izlediğini fark eder etmez, sana küfür eder gibi bakar ya! Yalnızlık en tehlikeli virüs. Her yerde seni takip etmekte. Yaşlı halinle düzene isyan edersin, insanların haklarını dile getirirsin; gaz yersin, cop yersin yine yalnız kalırsın. Yıllar öncesi olduğu gibi. Seksen darbesi öncesi gördüğün işkenceler ve darbeden sonra hücrende mevsimleri unuttuğun o anlar, bu toplum için değil miydi. Ne oldu? Hep yalnız kaldın. Hani bir şarkı vardı ya: Kırk yıldır hep Süleyman!
Şaka! Şakalarla insanlar rahatlar. Gerçi karşındaki sevdiğini her ne kadar ters köşeye çivilesen de rahatlarsın yani. Sonunda gülersin. Buruk bir gülümseme olsa da. Ya da eşek şakasına dönüşen ince bir ironi olsa da! Bahar mevsiminde böyle bir densizlik de nereden çıktı şimdi. İşte bu şakadan senin ruh halin ortaya çıkmıyor mu? Yani hastalıklı bir ruh halin. Sen kanser olmasan da gerçekten hastasın dostum. Bastırılmış duygularında zincire vurulmuş ben merkeziyetci “ego” hastası. Ağaçların, süs bitkilerinin gelinliklerini giydikleri şu zamanda millet işi gücü bırakacak da sana mı yanacaklardı. Birkaç gün ah vahlardan sonra herkes işinde gücünde olacaktı be dostum. Eğer bir de tatil günü haricinde dört kolluya bindiysen peşinden yiyeceğin küfürlerin haddi hesabını milletin omuzlarındayken sen dinle.
Ama yine de şaka da olsa alınması gereken iyi bir oyundu ortaya konan mizansen! Gerçek dostları daha iyi tahlil etmiş oldun. Sanal da olsa kalem dostluğunun güçlü ve sadık olduğuna inandın. Hani eşek hoşaftan ne anlar diye bir söz vardır ya. Adam kitap okumaktan zevk almıyorsa; “ al oku şu yazdığım romanı, oku “desen işitmediğin küfür kalmaz: Bana faydası olmayan şeyi nedecem!” Çüşş, diyesi geliyor insanın.
İlerde söğüt ağacı dallarını aşağıya eğmiş, henüz kapanmadığı izdüşümünde kendilerinden geçmiş iki sevgili ne de güzel sarılmışlar. Baharla gelen âşk! Âşkların en güzeli. Sahi bu âşk neydi ya! Yıllarca peşinden koşarsın ama bir türlü anlayamazsın! Kendini karşı cinsin kollarına atmak mı? Mantığın olmadığı mekân mı yoksa. Benim bildiğim mantığın olmadığı yer askerliktir. Taşa bile selam verirsin: Emret komutanım!
Bu iki gencin de yaptıkları aynı şey mi:” Emret sevgilim! Senin için ölürüm! Dağları delerim! “ Daha neler neler. Hadi be oradan, gel de onu külahıma anlat! Seni on sene sonra göreyim de konuşalım o zaman. Giden sene avukatlık bürosunda dosya getir- götür işi yapan emekli bir vatandaşla konuşurken söylediği söz şuydu: Dosyaların içinde en fazla boşanmalar var, demez mi!
Öf be nereden takıldı şimdi bunlar benim kuş beynime. Ne güzel sümbül kokusundan bahsedecektim. Bir de yazının başlığına “sümbül kokusu”nu boşuna mı dedik yani. Süs olsun diye mi.
Eğer bir nesnenin kokusunu algılayabiliyorsan sen yaşıyorsundur dostum. Hani bu koku sigara kokusu olmayacak. Bunu baştan söyleyeyim. Darılmaca gücenmece yok. Bu adem oğlu sigaraya taparcasına niye bu kadar göbekten bağlanmıştır anlamak mümkün değil. Sigara paketini, tütün tabakasını karşına koyacaksın onu bakışlarınla ezeceksin ki güçlü olduğunu ortaya kayabilesin. Yoksa kalbinin üzerindeki yaka cebinde taşımakla onun esiri olduğunu ve aciz bir adem oğlu olduğunu ortaya koymuş oluyorsun bunu unutma. Bir de şöyle düşün: Hangi insan ilk aşkına kavuştu ki. Ve ilk aşkların acı çekerek unutulduğunu da unutmamak gerek. İşte bu meret yani dudaklarındaki anacığının memesi gibi ağzından düşürmediğin emziğini fırlat at bir kenara ve hayatın tadına kavuş. Bu tatlar o kadar leziz ki! Sümbül kokusunun ayrımına vardığında dünyalar senin olur. Diğer kokularının da hakkını yemeyelim. Mahlep kokusu! Akasya ağaçlarının çıtırım gibi çiçeklerinin kokuları. Papatya, kekik, fesleğen, çam kokusu!
Bir an’da kendimi doğanın kucağında kırlarda koşarken hissettim de bu nefis kokuları anımsadım. Sahi bu baş belası koca şehirde böyle kokularla haşir neşir olmak mümkün mü! Eksoz kokuları, trafik keşmekeşi!
Ah, kendimi kırlara atsam. Bütün kokuları özümseyerek hiçbir şey düşünmeden kendimden geçsem! Büyük şehirdeki çiçekçilerin sattıkları küçük saksılardaki ilkbaharlar benim baharlarım değiller. Benim çocukluğumdaki baharlar bir başkaydılar. Ve bütün kokular, kuşların serenatları, suların şırıltıları eşliğinde bütün benliğimi sarmalardı.
YORUMLAR
Şöyle Kırlara uzanmak Kelebekler kadar özgürce '
Ve doğanın o ' müthiş kokusunu o 'büyüleyici güzelliğini İçinize ciğerlerinize çekerek hissetmek ..
Bir ara Kendimi oralarda hissettim o'Sümbül' Nergis kokan kırların ferahlığında ..offf dedim off.Off
Neler kaybediyoruz şu Koca Kentin 'üzerimize gelen adeta bir kabus gibi çöken kasvetli havasından ..
Uçup gelmek gerek 'Kelebekleri takıp peşimize ..
Harika duygular yaşatınız' Zengin içeriği ve Naif anlatımlı Yazınız 'da Emeğinize sağılık .teşekkür ederim Selamlar Sevgilerim ile
Ayhan Sarıkaya
Selam ve saygılar efendim.
Büyük şehirlerin derdi de anlattığın gibi büyük işte...
Ekmek parası hatırına katlanılıyor.
Ama sen gel de katlanana sor!
"Bir emekli olsam deniz kenarında küçük bir kasabada..."
denilir hep ama emekli olursun yine girersin beton kafeslere.
O küçük kasabalar da zenginlerindir artık.
Oralar da bir kapın olmaz, ancak kapıcı olabilirsin.
Çok içli bir yazıydı Ayhanım. Duygulandırdın beni.
Hasretle öperim gözlerinden.
Ayhan Sarıkaya
Var olasın abim, benim gibi garibi yalnız bırakamadığın için.
Seni okyanuslar gibi seviyom!..
Selamlar.