ÖYLE BİR ZAMANDA GEL Kİ
FERDA / 2. kısım-1-
Karanlık sularda, fırtınadan fırtınaya gezmekten iyice çatırdamış, batmak üzere olan bir gemi gibiydi Ferdaların evi. Üzerinden onca zaman geçmesine rağmen Ferda’nın ameliyat yarası sızlıyordu hala. Ayten ortalarda, deli danalar gibi koşup, güya iş yapıyor, ama kimseyle konuşmuyordu. Oya, odaya kapanmış, adeta bir parça ekmekle yaşıyordu.
Sakıncalı kitap, bir cep kitabıydı; sarı kapağının üzerinde, büyük ve kırmızı harflerle ismi yazılıydı: Sosyalizm Nedir? Süleyman, kızların odasını araştırırken, Ferda’nın kitabı da (Felsefenin Temel İlkeleri) oradaydı; ya onu göremedi ya da tehlikeli olduğunu tespit edemedi. Oya’nın yatağının baş ucundaki kitabı ise görür görmez anladı. Süleyman, bu evin disiplinsizliği konusundaki haklılığının kanıtı olan kitabı Ayten’in gözüne soktu.
O akşam, yani Süleyman’ın kitabı bulduğu günün akşamı; dışarıda buz gibi bir hava vardı, neredeyse kar yağacaktı. Ferda, olağan dışı bir şeyler olduğunu ta evin kapısından girerken anladı. Yelda ve Elif, kediler gibi sobanın arkasına sinmişler, resimli bir ders kitabına öylesine bakıyorlardı. Her gün, şımarıklığın bir yenisini icat eden Elif, Ferda’yı gördüğü halde hiç sesini çıkarmadı. Ayten mutfaktaydı. Ferda, annesinin yanına gitti; ona ameliyat yarasının gene sızladığını söyleyecekti, fakat, Ayten dönüp bakmadı bile Ferda’ya. Anlaşılan, ciddi bir sorun var ortada, diye düşünen Ferda, çaresizce odaya gidip yatağına uzandı. Biraz uyuklamıştı ki, bir çığlıkla uyandı, yüreği küt küt atarken kalktı. Ses annesinin odasından geliyordu; kapıyı açtı. Oya’yı, kendi odalarına çekmişler dövüyorlardı. Ferda, Süleyman’ın elindeki kalın sopanın, ablasının sırtına, poposuna nasıl inip inip kalktığını gördü. Yelda onu çekti; Ferda, kardeşinin yüzünde bir medet aradı. Ne oluyordu? Sopa ve çığlık sesleri susana kadar üç kız sobanın dibinde oturdular; Babam, Oya ablamda komünist kitap bulmuş, dedi Yelda. Meğer, Ferda, yatağında uyuklarken, Oya her şeyden habersiz bir şekilde içeri girince, Ayten ve Süleyman kızı sorgusuz sualsiz odaya çekmişler, yer misin yemez misin girişmişler.
Oya perişandı; gezme kıyafeti hırpalanmış, siyah uzun saçları çorta dönmüş bir halde gidip yatağına kapandı. Süleyman, elindeki kitabı diğer kızlara salladı.
’ Bu evde böyle kitapları görürsem, o içerdekinden daha fena olusunuz.’
İşte o zaman Ferda’nın aklına Musa’dan aldığı kitap geldi. Sessizce kalkıp odaya gitti. Kitabı çantasının en görünmez yerine koydu. Sonra, Oya’ya baktı. Sanki ölüydü ablası, belli belirsiz nefes alıyordu.
Ferda’yı en çok yıkan şey, annesinin, babasıyla işbirliği yapmasıydı. Oya evden kaçtığında da aynı şey olmuştu; annesinin Oya’nın saçlarını makasla kesişi gözlerinin önüne geldi. O zaman çok küçüktü, bir şey yapamazdı. Şimdi büyüktü, ama gene bir şey yapamadı; yıllarca kendini suçladı Ferda, neden bu zalimliğe müdahale etmedim, diye. Oya’nın sopayla dövülmesi, bir mahkum gibi saçlarının makasla kesilmesi, Yelda’nın ağaçtan düşmesi, ya, o çatal Elif’in gözüne gelseydi; Ferda, yıllarca kabusunu gördü bunun... ya çatal kardeşinin gözüne gelseydi.
Felsefe, diyalektik, ilke...bu kavramları anlayamıyordu Ferda. Kitabı, eskiden Çalıkuşu’nu okuduğu gibi, ders kitabının arasına koyarak okuyordu. Bir kez okudu bitirdi; ancak bir kitabı bitirmek neye yarar ki? Baştan başladı tekrar okumaya; bazen, bir cümleyi, ha anladım tamam, diyordu, ama aynı kavram başka bir yerde karşısına çıkınca bağlantı kuramıyordu. Bu kadar basit gibi görünen ifadelerin nasıl bu kadar anlaşılmaz olduğuna şaşıyordu; zıtların birliği, değişme yasası, nitel- nicel değişim...en çok kafasını kurcalayan şey; hiçbir şey mutlak değildir, sözüydü; ne demekti bu? Mutlak, kesinlik demekti; yani hiçbir şey kesin değil miydi? Ardından gelen, hiçbir şey kutsal değildir, sözüyle anlatılan neydi?
Okulda, kitapla ilgili soru sorabileceği bir tek Musa vardı; ama ondan uzak durması gerektiğini seziyordu. Herkes, Ferda’yı Songül ve Gülten’le samimiyetinden ötürü Ülkücü kabul etmişti. Bir de bozkurt kolyesi vardı Ferda’nın. Teneffüslerde daha çok Songül’le geziyordu Ferda; Gülten’den biraz uzaklaşmıştı. Songül, anlayışlı ve sevecendi; gerçi sürekli yanlarında Songül’ün sevgilisi Faik olurdu ya, artık ona alışmıştı Ferda. Faik, hiçbir taraftan olmamayı ve herkesle iyi geçinmeyi başaran ender öğrencilerden biriydi. Bu bir bakıma Ferda’yı rahatlatıyordu; sohbetleri daha çok dereden tepeden olurdu, siyaset gerginliğine girmezlerdi.
Ferda’nın lise ikideki edebiyat hocasının adı da Ali’ydi; Songül’le sürekli bunu konuşup gülerlerdi;
’ Bu inanılmaz valla, bu da Ali, tam dört edebiyatçı hocam oldu, hepsi de Ali?’
’Hadi isimlerini say.’
’Ali Ateş, Ali Temel, Ali Mert, Ali Demirel.’
Gülüşmeler...
’ A, hepsinin soyadında ’e’ harfi ortak, çok enteresan, bu bir işaret.’
Geçen yılki Ali hocanın başka bir okula tayini çıkmıştı; Ferda, tam da onu sevmeye başlamışken. Turan, İnce Memed’i onun sayesinde tanımıştı; gidişine en çok üzülen de Turan olmuştu. Ama bu yeni hoca da çok iyiydi; Ferda gene edebiyatta kendini ifade edebileceğini hissediyordu. Fakat bir gün, hocanın sorusuna ne cevap vereceğini bilemedi;
’İnce Memed’i kim okudu?’ diye sordu, yeni Ali hoca.
Ferda, hemen parmak kaldırdı. Hoca, bu sefer;
’Söyle bakalım Ferda, eserin ana fikri nedir?’
Ferda, afalladı; eğer kitabı özetle deseydi, yapabilirdi, ama ana fikri?
’Yoksul köylülere yardım etmeliyiz.’ dedi ve söylediğine kendi bile güldü.
Neyse ki hoca, konuyu uzatmadı. Teneffüste, Turan yanına gelip;
’Hoca senden, beklediği cevabı alamadı.’ dedi
’Neymiş cevabı, hadi sen söyle.’ Ferda, sinir olmuştu Turan’a.
’İnsanlar, köle değildir; insan emeği sömürülemez.’ dedi, Turan bilmiş bir edayla.
Ferda, Turanı süzdü; bu ince dal gibi, yüzünde safça gülümsemesi hiç eksik olmayan çocuk, hiç de aptal değildi. Bir yıl sınıfta kalmıştı, ama matematiği çok iyiydi. Ferda asla ’emek ve sömürü’ kelimelerini bir araya getirip cümle kuramazdı. Ne kadar bilgisiz olduğunu anladı.
Yıl sonuna doğru, Ali hoca bir kompozisyon sınavı yaptı; bu sınav önemliydi, direkt ortalamaya katılacaktı.
Ali Hoca konuyu tahtaya şöyle yazdı;
’Bir toplumun uygarlaşması, o toplumdaki insanların sıraya girmeyi ( kuyruğa girmek) başarabilmesine bağlıdır.’
’Bu cümle, yazdığınız kompozisyonun ana fikri olacak.’ dedi.
Ferda, son zamanlarda, futbol maçlarıyla ilgili muhabbetlere katılır olmuştu; bunu iki sebebi vardı; birincisi: bir taşra takımı olan T....spor’un görülmedik bir başarıyla birinci lige çıkması ve şampiyon olmasıydı, ikincisi: futbol tehlikesiz bir konuydu. Bu yüzden, Kompozisyonunda, futbol maçına giden insanların, gişeden bilet alışlarını tasvir etti. Bol bol örneklerle destekledi yazısını; bazı yerlerde de komikçe ifadeler kullandı. Ali hoca o güne dek, kompozisyon sınavından kimseye 7’den yukarı not vermemiş olmakla ünlüydü. Derdi ki; 7’den yukarısı sanat işidir, herkes başaramaz. Fakat Ferda, 9 aldı. Bütün okul duydu Ferda’nın aldığı 9’u. Nasıl olur, Ali hoca, 7’den yukarı kimseye not vermedi bugüne kadar, diyordu herkes. Orta okullu çocuklar bile Ferda’nın ününü duymuşlardı. Hatta, bazıları, Ferda’dan kompozisyon ödevlerine yardım etmesini istiyordu.
Kompozisyondaki başarısı Ferda’yı ferahlatmıştı, en azından bir konuda kendine güvenir olmuştu. İşte o sıralar, Ferda’nın başına tuhaf bir olay geldi. Öğrenciler, montlarını sınıfa değil de, koridordaki askılara asarlardı. Ferda, bir gün teneffüse çıktığında, her zamanki gibi, askıdan yeni moda kadife ceketini aldı, giydi, ellerini cebine soktu. Bir de ne görsün, bir kağıt var cebinde. Bir mektuba benziyordu kağıt; açtı, mavi tükenmezle yazılmış şu kısa şiiri gördü;
’bekliyorum
öyle bir zamanda gel ki
vazgeçmek mümkün olmasın.’
...arkası yarın...
YORUMLAR
Nasıl keyifle takip ediyorum bilseniz...
Bitiriş cümlesine bayıldım... Sustum şu an, sessizlik kaplıyor cümlelerin üzerini. İyi uykular her birine...
Tebrikler