- 729 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
CESİM
Yaşamış olduğum bu ‘’anı’’ eskilerin deyimiyle ‘’ayniyle vakidir.’ ’ Yani, bir kelimesi bile hayal ürünü değildir. Ve satırı satırına yaşanmıştır. ‘’Kıssadan Hisse’’ olduğu için sizlerle paylaşmak istedim. Bu nedenle de edebi zenginleştirme yapmadım, ironi kullanmadım.
12 Eylül İhtilalinin olduğu ve gece sokağa çıkma yasağının uygulandığı o günlere kadar ‘’CESİM’’ ismini duymamıştım. Sanırım çok kullanılan bir isim de değildi. Bir daha da ismi Cesim olan birine rastlamadım. Eğer varsa da bütün diğer ‘’CESİM’’ leri ayrı tutarak bu anımı yazıyorum.
Bankada faal olarak çalıştığım ve oturduğum apartmanın yöneticisi olduğum bir dönemde, güzel bir bahar sabahı, tam işe gitmek üzere iken, çıktı Cesim karşıma. Uzun boylu, zayıf, yanık tenli, ürkek bakışlı, Türkçeyi Güneydoğu aksanıyla zar zor konuşan bir delikanlıydı. Kendini tanıtırken ‘’göz göze’’ gelemiyor, boncuk boncuk ter döküyordu. Ellerini nereye saklayacağını bilemiyor, ama titremesine de engel olamıyordu.
Ben, dedi, bozuk Türkçesiyle, kekeleyerek. Karım ve ufak çocuğumla beraber Memleketimden ‘’kan davası’’ nedeniyle kaçtım. Sokaktayım, işsizim ve ailem perişan, çocuğum hasta. Duydum ki sizin apartmanın kapıcısı yokmuş, ablam bizi kurtar, sahip çık. Kulun kölen olayım. Eğer bu iyiliği yaparsan bir gariban aileyi kurtarmış olacaksın yoksa biz burada telef olup gideceğiz.
Ellerime sarıldı öpmeye çalıştı, ben ellerimi utanarak çekmeye çalışırken, gözlerinden iki damla yaş avucumu ıslattı.
Apartmanımızda ‘’Kapıcı dairesi’’ yoktu. Bir kömürlük, bir de daire sahiplerinin öteberisini koyduğu penceresiz küçücük bir oda. Bu nedenle bizim hizmetimizi yan apartmanın kapıcısı yapıyor, ‘’kömürlü’’ kaloriferimizi o yakıyordu.
Bunu ona anlatmaya çalıştım. Bir ailenin barınacağı yerimiz olmadığını, penceresiz, küçücük bir odanın yeni doğmuş bir çocuk için uygun olmayacağını üzülerek söyledim. Zaten işe geç kalmıştım. Tekrar özür dileyerek önümde duran ilk otobüse bindim.
Bizim zamanımızda bankacılık zor bir meslekti. Her işlemi makine kullanmadan yapar, hesap kartonlarını ve defterlerini ellerimizle işler, akşam kasa tutana kadar da bankada kalırdık. Öyle, bir tuşa basarak günün sonucunu da alamazdık. Faiz hesaplamasını da ‘’facit’’ denilen hesap makinesi yardımıyla yapar, yine hesaplara tek tek işlerdik. Bu arada ‘’bankacılık yasalarını da’’ bilmemiz gerekirdi. Şimdilerde bir banka memuruna ‘’ faiz hesapla’’ desek yapabilir mi acaba bilmem. Bu nedenle eve dönüşümüz yorgun argın, çok geç zamanda olurdu. Hele ‘’Yılbaşı’’ çalışmaları başladı mı, neredeyse bankada sabahlardık. Bankacılığın nasıl bir şey olduğunu bilmeyen bazı meraklı komşularımız ise;
‘’bu saatte bu kadın nereden geliyor’’ diye benim için bayağı endişelenirlerdi!!!!
Geç vakit eve döndüğümde Cesim’i kapıda beni bekler buldum. Bu defa adeta ayaklarıma kapanmasına zor engel oldum.
‘’ablam ablam, bir inşaatın merdiven altına sığındık, çocuk hasta, bizi kurtar’’ diye yalvarıyordu. Bodrumdaki o penceresiz küçük odayı gösterdim.
Bak dedim. Küçücük, penceresiz. Burada yaşayamazsınız.
Ama ısrarını hiç bırakmadı. Onu, günlerce, sabah akşam kapımda ağlarken buldum. O kadar acındırdı ki neredeyse evimde bir odaya yerleştirecektim. Nihayet, çaresiz, kat sahiplerini ikna ettim ve onu kapıcı olarak almaya karar verdik.
Odayı boşalttırdım. Adam tutup, badana boya yaptırdım ve temizlettirdim. Her bir komşu, kimi sandalye, kimi masa, kimi halı, kimi yatak yorgan, kimi giysi derken evi dayadık döşedik. En azından yaşanılabilir hale getirdik. Cebine de biraz harçlık koyup, haydi git getir çocuklarını dedim.
‘’Suna’’ karısının adı Suna idi. Kucağında emzikli bebeği ile geldiğinde, gözlerime inanamadım. Ben böyle bir güzellik görmedim. Suna ismi ona o kadar yakışmıştı ki, hırpani kıyafetler içinde, sanki Sümer Medeniyetinden çıkıp gelmişti. İncecik, boylu, posluydu ve renkli gözleri minnetle ışıl ışıl parlıyordu. Başını rengârenk bir yemeniyle yöresel biçimde bağlamıştı. Yemeninin boncukları, kıvırcık sarı perçeminin üstüne dökülmüştü. O zamanlar örtünmek isteyen kadınlar geleneksel başörtüsü kullanıyorlardı. Şimdiki gibi içi dolgu maddeleriyle şişirilmiş türbanlar daha yoktu. Türbanlı başlara yandan bakıldığında sanki başka dünyadan gelmiş gibi gözüküyorlar. Dünyalı insanın kafatası yapısı olan:
‘’Dolikosefal, Mezosefal ve Brakisefal’’ kafatası yapısından birine benzemiyorlar. Hâlbuki yöresel şekilde örtünme kadının güzelliğine güzellik katıyor.
O küçücük penceresiz odaya yerleştiler. İlk gün yemeğini apartman sakinleri pişirip, beraberinde de biraz erzak vermişlerdi. Yan apartmanın kapıcısı ise kalorifer kazanını yakmayı öğretti. Ve Cesim, asgari ücretle, sigortalı olarak resmen kapıcı olarak göreve başladı.
Yavaş yavaş yazın ılık nefesini hissetmeye başlamıştık ki, Ankaranın havasının kirliliği nedeniyle, Sıkı Yönetim Komutanlığından bütün yöneticilere;
‘’Kalorifer yakma kursları açıldığını, yalnız bu kursları bitirip sertifika alan kapıcıların çalıştırılabileceğini’’ emreden bir bildiri geldi. Kış gelmeden bütün apartmanlar kontrol edilecekti.
Kursları araştırdım, ancak okuma ve yazması olmayanların kurslara alınmayacağını bildirdiler. Cesim ise ne okuma yazma biliyor, ne de rakamları tanıyordu. Ne yapacağımı düşünürken, Bankamızın müşterisi, bir ilkokul müdiresi imdadıma yetişti. Okullarında bir aylık ‘’Okuma yazma kursu’’ açılacağını, kendisinin yardımcı olup, Cesim’e kurs sonunda bu sertifikayı verebileceğini söyledi. Gerekli kitapları, defterleri ve diğer malzemeleri alıp, okuma yazma kursuna yolladım. Cesim, iyi kötü okuryazar olmuştu. Rakamları da artık tanıyordu. Ve Türkçeyi de giderek daha iyi konuşuyordu. Sertifikayı aldıktan sonrada ‘’kalorifer yakma’’ kursuna yazdırdım. Hatta o kursta komik bir olay oldu ki; beni bu gün bile güldürür.
Cesim’in kurs gördüğü yere televizyoncular ‘’kaloriferlerin randımanlı olarak, nasıl yakılması gerektiğini’’ haberlerde göstermek üzere çekime gelmişler. Şans eseri yakma işleminide Cesim’e vermişler. Ve ona;
Şimdi sana öğretildiği gibi yak ve çıkan dumanın çekimini yapalım, demişler. Cesim bütün ciddiyetiyle, kuralları uygulayarak ocağı yakmış.
Şimdi de uygun olmayan tarzda yak, çıkan yoğun kirli dumanı görüntüleyebilelim ki insanlar aradaki farkı görebilsin.
Cesim eve geldiğinde bana bu olayı şöyle nakletti;
‘’Üç Kâğıt Kadın’’ ki o zaman bu kadın TRT’nin en ünlü yapımcılarından biriydi, ‘’ beni kandırıp, kötü yaktıracaktı ki sertifikamı alamayayım. Ben de bunu oyuna gelmedim, yine öğretildiği gibi yaktım’’ dedi. Bu olay beni o kadar şaşırttı ki insanlara neden güven duymadığını anlayamadım.
Akşam, tek kanal olan TRT’nin haberlerinde, Cesim’in kalorifer yakışını izledik ve o ünlü yapımcının ismi aramızda ‘’üçkâğıt kadın’’ olarak kaldı.
Günler birbirini takip ederken Cesim ailesi ile ilgili ilginç bir olay daha gerçekleşti.
Türkçeyi az çok konuşmaya başlayan Suna’ya, aile bütçesine katkısı olsun diye, komşulardan biri ‘’ev temizliği’’ işi buldu. Her nasılsa işi yaptıran Bayan Suna’yı sokağa çıkma yasağının başlayacağı vakte çok az kalana kadar evinde tutmuş. Yasak başladığında, Suna evine dönmeyince, Cesim bana öyle bir hışımla geldi ki, korktum
‘’ Suna eve gelmedi’’ dedi. Gözlerinde karısının kaybolmasından ötürü endişe duygusu yerine ‘’O, bir halt işledi, sonunu getireceğim’’ öfkesi vardı. O zaman daha da korktum.
Elim ayağıma dolaştı. Semt karakolunun telefon numarasını buluncaya kadar akla karayı seçtim. Neyse ki kısa zamanda karakoldan olumlu yanıt aldık. Yolunu kaybeden Suna’nın eşkâline uygun biri karakolda tutulmakta idi. İçim ferahladı. Cesim’e baktım, aynı ferahlamayı onun yüzünde göremedim. Halen gözlerinde öfke ışıkları deli deli bakıyordu.
Jandarma eşliğinde eve getirildi, kocasına teslim edildi. Suna’nın korkudan kocaman olmuş gözlerinde minnet mesajları vardı ve jandarmaya ettiği teşekkürün güzelliği halen gözlerimi yaşartır.
‘’beni evime salimen getirdin, inşallah bütün çocuklarınla her zaman aynı sofrada yemek yiyesin’’
Cesim, karısını, sanki suçluymuş gibi yine aynı öfkeli ifadeyle kolundan çekiştirerek evine götürdü. O akşam Sunanın korkusunu unutturacak davranışlar yerine şiddet gördüğünden emindim.
Havalar soğumaya başlamıştı. Hepimiz, kış şartlarında rutin yaşamımıza devam ediyorduk. Cesim, palazlanmış, kendine güveni, gözlerine de küstah bir bakış gelmişti. Suna ise mutlu görünüyor, çocuğu ile haşır neşir oluyordu. Yine komşuların yardımları devam ediyor, her dara düştüğünde elinden tutuyorduk. O sene ise öyle bir kış olmuştu ki aylarca kaldırım taşlarını göremedik.
Annemin , ‘’deli olan deliğinden çıkmaz’’ tabiri ile anlattığı o soğuk kış sabahı, ayaz kesmiş bir eve uyandım. Kaloriferler yanmıyordu, başucuma koyduğum bardaktaki su ise hafiften buz tutmuştu. Önce nedenini anlayamadım, tesisatta bir bozukluk olduğuna hükmettim. Hemen giyinip, aşağıya indim. Soğuktan ağzımdan buharlar çıkıyordu. Kapıyı defalarca çaldığım halde açan olmayınca kolu çevirdim ki kapı zaten açıktı. Gördüğüme inanamadım. Dehşet içinde kaldım. Cesim, verdiğimiz, bütün eşyaları da yanına alarak, bizi bu kışta kıyamette çaresiz bırakarak, gece yarısı gizlice evi terk etmişti.
Yan apartmanın kapıcısı, Cesim’in bunu günlerce evvel planladığını, daha lüks bir semtte daha büyük bir apartmanda iş bulduğunu, ama ne hangi semte gittiğini ne de adresini bildiğini söyledi.
Cesim ne de olsa okuma yazama öğrenmiş, ‘’Kapıcılık Sertifikasını’’ da almıştı.
Ondan bir daha haber almadık. Şimdilerde ne yapar bilmiyorum. İnşallah o güzelim karısının kıymetini bilmiş, çocuğunu veya çocuklarını da okutmuştur.
O gün bugün, adlarını dahi bilmediği, ayakları çıplak onlarca perişan çocuğu önüne dizip, başı önüne eğik, korkulu gözlerle etrafa bakan bilmem kaçıncı karısını da yanına alarak, pala bıyıklarıyla oynaya oynaya, küstah bakışlarla ve nefretle;
‘’Perişanız, açız, çocuklar aç, susuz, hastadırlar, okula gidemiyorlar. Bize devlet bakmıyor. Nerede bu Devlet nerede bu Millet’’
Diye feryat edenlere hiç inanmadım ve onlar için de üzülmedim.
Bana bu duyguları yaşatan ve kalbimi soğutan insanlara da hakkımı helal etmiyorum.
Sizlerle paylaştığım bu yazım sadece CESİM’e özeldir. O yörelerde yaşayan diğer güzel insanlara selamlar olsun.
AYTEN TEKİN
YORUMLAR
Öncelikle anlatımınız çok akıcı ve çok güzel, sonuna kadar ilgiyle okunuyor. Anlattığınız olay ise maalesef çok sık yaşanan, filmlere konu olmuş, insanoğlunun ne kadar nankör olabileceğini gösteren dramatik bir olay. "Salkım hanımın taneleri", "Muhsin bey" bu konuda aklıma gelen ilk örnekler. Bunun tersi örnekler olsa da maalesef çok az. Cehalet bambaşka bir şey, sadece kendi menfaatinizi düşünür, size iyilik yapanları mağdur etseniz bile buna kolayca kılıf uydurabilirsiniz. Sonra başınız tekrar sıkıştığında aynı kapıya utanmadan dönebilirsiniz. Gurur, kendine saygı gibi duyguları gelişmediği için iyi eğitim almış insanlardan daha rahat davranırlar. Cesim daha iyi imkanlarla yeni bir iş bulmuş olabilir ve bu işi kabul etmek onun en doğal hakkı olabilir, ancak bunu sizinle önceden paylaşması, onun yaptığı iş için tedbir alınmasına imkan vermesi gerekirdi. Eminim ki böyle bir durum sizler tarafından da anlayışla karşılanırdı.