- 510 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Ülkemde Okulculuk Manzaraları -1-
Öykümüz büyük güzel bir ülkede Türkiye’de geçiyor. Yarım asırdan biraz fazla bir zaman diliminde yaşanan okul yılları parça parça anlatılıyor bir yamalı bohça örneği. Kimler yok ki öyküde; mini mini küçükler, ortaokullular-liseliler… Öğretmenler- müfettişler, veliler. Yani biz, hepimiz…
Büyük bir kentin, kalabalık bir caddesindeyiz. Günün daha ilk saatleri. İnsanlar işlerine koşuşturmakta. Takım elbiseli beyler, şık giyimli kadınlar, işçiler, esnaflar daha çok lise ve üniversite öğrencileri... Yürüyorlar hızlı hızlı. Genç bir bayan röportaj yapıyor, elinde mikrofon. Yakalayabildiğine soruyor:
“Size bir soru sormak istiyorum, altı kere dokuz kaç eder?” Soruya muhatap olan bey yürüyüp gidiyor. İlgilenmiyor soruyla. Acelası var belki. Biraz kalantor bir tip. Soru bir genç kızımıza soruluyor.
“Şimdi unuttum birden, yetmiş üç müydü?” Kızımız da ilerliyor. Bir başka kızımız yanıtlıyor soruyu.
“Elli dört.”
Ne güzel bir doğru cevap veren çıktı. Lise öğrencisi olduğu yaşından belli bir başka gence yöneltiliyor aynı soru. Yanıt:
“Ben yabancı dille eğitim yapılan bir lisede okuyorum.” Soru bu kez şöyle soruluyor:
“Altı kere dokuz yabancı dille nasıl söylenir?” Genç cevap vermeden yürüyüp gidiyor. Soruyu bir başka genç şöyle yanıtlıyor:
“ O da soru mu? Tabi altı kere dokuz kırk sekiz eder. Yoksa değil miydi?”
Konuşmaları hayretle izliyorum. Bu soru en az on yurttaşımıza soruldu. İlginç, yanıtlayanların yarısı doğru yanıtı söyleyebildi…
Güzel yurdumun hayli kalabalık bir kentinde çalışan lise öğretmeni arkadaşla konuşuyoruz. Öğretmenimiz hayli deneyimli, çalıştığı okulda yöneticilik yapıyor. Soruyorum:
“ Yeni kayıtlarınızda öğrencilerin akademik düzeyleri nasıl? Genel durumları yeterli mi lise müfredatı için?”
“Hepsini anlatsam inanmazsın. Dört işlem, çarpım tablosunu bilmeyen öyle çok öğrenci kayıt ediyoruz ki sorma gitsin. Türkçe öğretmenlerimiz feryat ediyorlar; “Yazım kuralları… Nokta, virgül kullanımı çok yetersiz çocuklarımızda.” diyorlar yıl içinde.
“Bu öğrenciler nasıl başarılı oluyor diyorum? Lise müfredatı ağır gelmiyor mu genç liselilerimize?”
“Ne başarısı, böylesi öğrenciler iki kez sınıf tekrarı yapıyor. Sonra kendilerini sokaklarda buluyorlar.”
Bu kez sene başı öğretmenler için düzenlenen bir seminerdeyiz. Müfettişlerimiz eğitim-öğretim çalışmalarında başarı yollarını vaaz ediyorlar. Semine çalışmalarında genellikle müfettişler katılır. Konu ile ilgili bir şeyler anlatılır. Öğretmenler sabırsızlanır konuşmadan. Aman bir an önce yemeğe çıksak muhabbetleri, derken daha öğle olmadan toplantı bitirilir. Müfettiş beye bir soru yöneltiyorum:
“Sayın hocam, çarpım tablosunun artık ezberletme zorunluluğu ortadan kalkacakmış? Öyle duyumlar işitiyoruz? Durumu aydınlatır mısınız?”
“Tabi, bundan böyle çocuklarımız örneğin yedi kere sekizi, ritmik sayarak 8-16-24-32… diyerek bulacak.” Yanıtını alıyorum.
Test sınavı ile değerlendirme yapılıyor okullarımızda. Test sınavında vakit nakitten de öte değerli. Bir soruya yanıt için en çok doksan saniye süre tanınıyor test sınavlarında. Demek ki diyorum önceden ezberleyip yedi kere sekiz elli altı eder demek varken, ritmik saymakla geçen süre hesaba katılmadan çarpım tablosunun ezberlenme uygulaması gereksiz görülmüş. İkilem içende kalıyorum.
Öyküm yıllar öncesini anlatmıyor. Yirmimi birinci yüz yılın başlarında yaşanıyor bu olgular…
Şimdi birazcık gerilere gidelim. Bin dokuz yüz altmışlı yıllardayız. Beş sınıflı bir köy okulunda okuyorum. Öğretmenlerimizin çoğu Köy Enstitüsü mezunu idealist insanlar. Harita bilgisi, yeterli düzeyde matematik, etkili okuma-anlama-anlatma çalışmaları yapılırdı okullarımızda. Değil dört işlemi kavramamak, çarpım tablosunu ezber bilmeyen dördüncü sınıfa geçemezdi. Beşinci sınıfı bitirirken sene sonunda sıkı bir sınav vardı her dersten. Bir hafta süren bu sınavlarda geçer not almak şart. Birçok veli beşinci sınıfta çocuklarını sınava sokmayarak sınıf tekrarı yaptırdı. Çünkü ortaokul için çocukların yetkin olması önemsenirdi o yıllarda. İki arkadaşımız sınıf tekrarı yaparak ilkokul bitirdi köyümüzde. Daha sonra takılmadan, ortaokul-öğretmen okulu öğrenimlerimi başarıyla tamamladı bu arkadaşlar.
Şimdi velilerimizin birçoğu;” Benim çocuğum teşekkür getirdi” diye sevine dursun. Bazıları, “Öğretmen bir puanı çocuğuma eksik vermeseydi benim çocuğum da teşekkür alacaktı.” gibi sözlerle durumu değerlendiriyor. Evet, öğrencilerimizin başarılarını gerçekçi bir yaklaşımla değerlendirmek acı. Acı gerçeklerle yüzleşmek istenmiyor. Eh armut piş ağzıma düş olmuyor. Öğrencilerimizin başarısı için zaman ayıracağız. Onlarla arkadaş olacağız. Sık sık okullu ziyaret edeceğiz. Çocukların izlemesini istemediğimiz televizyon programlarını izlemekten feragat edeceğiz… İşte bunları yapmak her anne-babanın yapacağı iş olmuyor.
Ortaokullu yıllarımda da eğitim-öğretim çalışmaları son derece düzenli ve disiplinli yapılırdı. Ortaokul-öğretmen okulu ve lise bitirmelerde Haziran ayı sınavları yapılırdı. Bir ay boyunca. Haziran’da geçer not alamayan bütünlemeye kalırdı. Ortaokul sonunda öğretmen okulu sınavını kazanıp, ortaokulda tek dersten sınıfta kalan arkadaşları biliyorum. Tesadüf bu ya; anımsıyorum tek dersten sınıf tekrarı yapan bir arkadaşımız daha sonra öğretmenlik tahsili yaptı.
Ortaokulda okurken tüm derslerinden geçer notu olan öğrenci haliyle bir üst sınıfa geçerdi. En çok dört dersten bütünlemeye kalınırdı. Beş adet dersten başarısız öğrenciler direkt sınıfta kalırdı. Ağustos sonu eylül başı bütünleme sınavları yapılırdı. Bu sınavlarda geçer not almak esastı. Bir dersten başarısızlık sınıfta kalmak demekti. Ortaokul üçüncü sınıfta okurken tek derste başarısız olanlar için bir kez daha sınav hakkı tanındı. Bundan sonra tek dersten, yok olmadı iki dersten bir sınav hakkı derken işler çığırından çıktı.
Ortaokulu bitirenler sınavla meslek okullarına giriyordu. Liseye ve sanat okullarına sınavsız öğrenci alınıyordu. Ekonomik durumu yeterli olanlar üniversite öğrenimi için liseleri tercih ediyorlardı. Endüstri meslek liseleri dediğimiz sanat okullarını tercih edenler daha çok meslek liseleri sınavın da başarılı olamayan öğrenciler oluyordu.
Bin dokuz yüz yetmiş ortalarında birden ülkemizin masmavi göklerini kara bulutlar kapladı. Bereket yağmurlarına gebe değildi bu bulutlar. Bu bulutlar başta üniversitelerimiz olmak üzere orta dereceli okullarımızı bile etkiledi. Aynı ailenin çocukları bile sağ-sol fikir ayrımıyla ayrıştı. Nice gençler toprağa düştü. Okullarda ders yapılamaz oldu. Ulusça büyük acılar yaşadık. Sonunda Çanakkale türküsü ile uyandık bir sisli günde. Oysa takvimler 18 Martı değil 12 Eylül’ü gösteriyordu.
Öykümüz devam edecek…
YORUMLAR
yüreğinize sağlık hocam.
eğitim toplumun biçimlendiği, medeniyetin beşiği o süreçte en etkili uygulama ve ne yazık ki bir o kadar eksiğin, gelecekteki sorunların da çıkış noktası.
gerek öğrenciliğim boyunca gerekse öğretmenlik yaptığım yıllarda uygulamalardaki aksiliklere hep maruz kaldım ve bir o kadar hicap duydum.
temelinde köklü değişiklikler gerektiren bir konu ve işin ehli uzmanlarca ele alınması gereken.
teknoloji geliştikçe gerek artı yönde gerekse eksi yönce çokça sıkıntı yaşanmakta ki yine bireyin elinden çıkan ve ucu yine insana dokunan.
kaleminize sağlık efendim. konuyu çok güzel irdelemişsiniz ve devamını bekliyor olacağım.
konu ile ilintili o kadar çok şey var ki söyleyecek ve ne yazık ki çocuklarımızın kişiliğinde derin yaraların da açılması mümkün yanlış uygulamalar neticesinde.
saygılarımla değerli hocam...
İBRAHİM YILMAZ
hastalığı iyice teşhis ve teşhir edersek umarım hastalığa çözüm yolları buluruz. yoksa bu gidişle ileriye doğru değil geriye hızlı bir yönlenme var.
saygımla...