- 693 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
'gönüllü ölü'
Var mı ölümden öte ölüye bir işkence,
Ölümü seçmiş madem ölülerle bu ölü?
Baudelaire
Bu, gerçekten bütün beklentilerimi karşılayabilecek bir şeydi. Her şey yolunda gitmediği için istediğim gibi pişman olabilirdim. Dar Hautefeuille sokağında sıkışmış iki arabacı birbirine bakıyordu. Denfert-Rochereau meydanında doğru yürüyordum. Arabacının birinin şapkası üzerinde bir tutam saman vardı. Köylü olmalıydı ancak köylülerin önceden böyle bir alışkanlığa sahip olduklarını bilmiyordum. Diğer adamın ceketinin çoğu yerinde yama vardı. Bir an için iki adamın aralarındaki yol meselesini nasıl çözecekleri konusunda meraklanmıştım. Kim önce geçecekti? Biri mutlaka yer vermeliydi. Atlı bir omnibüsün sesi duyuluyordu. Yol verme işini acele bir şekilde çözümlemek zorundaydılar. İki garip adamın yol meselesini nasıl çözümlediklerini görmeden meydana doğru yürümeye devam ettim. Büyük tahta tekerlekleri olan araba mutlaka sokaktan önce geçmiş olmalıydı. Bacaklarım ağrıyordu. Sanırım nemli hava yine romatizmamı azdıracaktı. Nehrin kıyısındaki yer yer cadı elbisesi giymiş yılanları andıran yosunların kokusunu alabiliyordum. Yolda herhangi birini durdurup, bu kokuyu alabildiğimi iddia edebilirdim. Atsız omnibüsün sesi kulağımı yırtarak az ötemden geçerken, yoksul insanlar gibi yaptım. Düşünceye dalıp, yüzlerce yıldır bitmeyen insanlık trajedisi hakkında bir şeyler düşündüm. Hem rahat sayılırdım, rahat olduğum için istediğim gibi hareket edebiliyordum. Yargılayanlar da çıkıyordu. En azından şarap parasını bir ağaç gibi gökten beklememenin mantıklı olabileceğinden bahseden nazik komutanın sarı, kıvrımlı bıyıkları gözümün önüne geldi. Birkaç sene evvel Le Havre’de bulunduğum birkaç hafta, kaldığım otelin karşısındaki Katedralin düz bir sütun halinde sonsuzluğa doğru geçişini seyrettiğimi düşündüğüm en arka, cilası yer yer kalkmış oturağın üzerinde, adını andığımız kadının heykeline bakıyordum. Kucağında tuttuğu sevimli çocuğuna sevineceğine, yüzünde matem dolu bir hava seziliyordu. Heykel canlı gibiydi. Yanına biraz yaklaştığımda, yavrularını korumaya çalışan köpekler gibi kadının boynu eğiliyor ve gözlerinde insanlara karşı büyüyen nefreti görebiliyordum. Bayan Fayanna’nin bana baktığından haberim yoktu. Otelin sahibi olan, şişman, kısa boylu adamın karısı Bayan Fayanna ile bir kez barda Komün üzerine muhabbetimiz olmuştu. Otelin arka sokağındaki barda bazı geceler takıldığına rast gelmiştim. Pazar günü, beni katedral’de gördüğü günün gecesi, barda oturmuş, iri kıvrımları olan bardakta biramı yudumlarken, omzuma dokunan eli hissetmiştim. Kalın boğumları olan, irice ve etli bir eli hissetmemek zaten normal olmazdı. Arkamı dönüp, Bayan Fayanna’yı görünce yüzümde beliren ani şaşkınlık ifadesinden rahatsız olmuştu. ‘Bayım, neden bu kadar şaşırdınız’ derken, gerdanında, onun değilmiş gibi duran yağ birikintisi hafif dalgalanma geçirmişti. Onun şişmanlığı beni rahatsız etmiyordu ancak yine de sessiz sedasız biramı yudumlayıp, otele girip, odama çıkarak uyumak istiyordum.
Bardağın kenarındaki köpükleri parmağımın ucuyla yok etmek istiyordum ancak bardağın diğer kenarında bu yok olduğunu zannettiğim köpük ortaya çıkıyordu. Dudaklarımda biriken aromayı elimin tersiyle silerken, kadının yanıma geçip, oturmasına seyirci kalmıştım. Bayan Fayanna’nın genç kızken evde kalma korkusuyla erkenden evlendiğini düşünüyordum. Elleri korkunç gözüküyordu. Alışmak istemiyordum ona bakmaya ancak benimle konuşmak istiyordu.
‘Bayım’ dedi. Sesi kısıktı, biraz sonra ağlayabileceğini düşündüğüm tonla bu kısık sesle konuşmaya devam edecekti. ‘Sizi bu sabah katedral’de gördüm. Uzun uzadıya Meryem ananın heykeline bakıyordunuz.’
Heykel konusu çok uzak gelmişti. Hatırlayamıyordum, belki de hatırlamak istemiyordum. Fakat Bayan Fayanna büsbütün oturduğu yüksek tabureyle bir olmuş gibiydi. Havadaydı sanki. Bir şey vardı, onu yukarı doğru çıkaran ama bu tabure değil, onun Tanrı’ya olan yakınlığıydı.
‘Bayım, beni duyuyorsunuz değil mi? Ah, baştan söylemeliydim, geçen gün nehir kenarında Edmon ile dolaşırken, biraz boğazımı üşütmüş olmalıyım. Sesim bu yüzden…’
Edmon, kısa boylu, otelin sahibi, şişman adamdı. Bayan Fayanna aslında sesinin kısık oluşunu eşinin soğuk havada onu yürüyüşe çıkarmasına bağlıyordu. Heykel konusunda ciddiydi.
‘Gerçekten de bakışlarınız, özellikle Meryem anaya bakarken ki, o şaşkın bakışlarınız beni çok etkiledi bayım. Fakat yine de sizden duymak istiyorum, bu heykel hakkında ne biliyorsunuz?’
Bayan Fayanna haklıydı, şaşkındı bakışlarım ve heykel hakkında pek fazla bir şey bildiğim söylenemezdi. Çocukluktan beri inancı olmayan biri olduğum için, kiliselere Pazar günleri gitmesem de, yapısal ve mekân zenginliği olarak her zaman, özellikle büyük katedrallere karşı ilgim olmuştur. Korkuyorum. Böyle anlarda hızlı bir şekilde çözüm yolu arayıp buluyorum ama Bayan Fayanna sohbet etme isteğinde. Bardağa bakıyorum. Köpükler her geçen saniye hızla yok oluyorlarmış gibi ancak Bayan Fayanna heykel’i soruyordu. Doğru, ona cevap vermeliyim ancak önce korkumu yenmeliyim. Yüzümün oyuk kalıbının içerisinde göz denilen, iç içe geçmiş merceklerden ve bir kara noktadan oluşan gözlerimin olduğunu biliyordum ancak ellerimle yüzümü kapatıyorum. Ellerimin nerede olduğunu bir türlü kestiremiyorum. Yarım bardak birada sarhoş olduğumu kimse bana söyleyemez.
Bayan Fayanna ellerimi koparak bileklerimden, yüzümdeki gürültüleri de saymazsak, beni kendime getirdi. ‘Bayım, heykel diyorum, Meryem anayı seviyorsunuz, bunu gözlerinizde gördüm ama heykel konusunda herhangi bir fikriniz var mı?’ İri elleri arasında bir bardak vardı ve bardak ağzına kadar bir sıvıyla doluydu. Kana benzettim önce. Dudaklarına baktım, belki de dudakları kanıyordu. Hayır, dudaklarının herhangi bir kanaması yoktu. Hiçbir kanaması yoktu. İri göğüslerinin elbisesini sıkıştırdığını düşünüyordum. Oysa o çok rahattı. Kan içen vahşi bir yaratıkla Meryem ana üzerine konuşamazdım. Beni rahatlatmak istiyordu. ‘Bayım, siz ne işle meşgulsünüz?’ Paris’te böyle bir soruyu herhangi bir kadının sorması zordu. Ancak Le Havre’de herhalde pek de mesele edilecek bir şeye benzemiyordu. Vereceğim cevabın onu korkutabileceğini düşünüyordum. Bu konuda haksız sayılmazdım. ‘Paris komünü sırasında devletin elinden kaçan bir köylü kadının oğluyum’ diyecektim ancak o söze önce girip, ‘siz, sanırım bir yazar olmalısınız’ dedi. Bu tanım, ifade de denebilir ve belki de böyle bir iş ya da meslek hiç olmayabilir de, ‘yazar olmak’ komik geldiği için değil, kendime acıdığım için gülümseyince, ‘anlamıştım’ dedi Bayan Fayanna.
‘Heykel’ dedi, ‘siz bu heykeli ilk defa görmüyorsunuz ama biliyorum ki sığınmak istediğiniz o kederi Meryem ananın gözlerinde gördünüz.’ Haksız sayılmazdı. Mermerin oyulduğu yer, gözlerim gibi hissediyordum. Bayan Fayanna kültürlü bir kadın gibi durmuyordu. Hem kitap okumak için pek zamanı yok gibiydi. ‘Gençliğimde’ dedi, ‘bayım, İtalya’dan buraya, Le Havre’ye göç ederken, babamın arabaya yüklediği sandıklarda, ev eşyasından çok kitap vardı. Ludovico Ariosto’nun, Niccolò Machiavelli’nin ve Francesco Guicciardini’nin kitapları. Özellikle kaliteli kağıda basılmış Dante’nin İlahi Komedyasını çocukken bir gün mutlaka ezberleyeceğimi söylemiştim. Tabi, bu mümkün olmadı ve gördüğünüz üzere kocam olan Edmon’la evlendiğimde on altı yaşındaydım.’ Benim gibi üzgün olması gerekmiyordu ancak bir an için sessizlik onu kederli kılmışa benziyordu. ‘Neyse’ dedi, ‘sizinle heykel konusuna bir türlü çözüm getiremedik’ dedi. Ne üzerine konuştuğunu bir türlü anlamıyordum. Bardağın içindeki bira bir türlü bitmek bilmiyordu. Bayan Fayanna ‘Michelangelo’ deyince duraksadım. Hakkında bilgilerim iki kitapla kısıtlı bir sanatçı hakkında aslında bilgili birinin yanımda olduğunu düşündüm. ‘Bayım, Michelangelo’nun benim bildiğim iki Meryem ana heykeli var. Bunlardan ilki olan Pietà üzerine konuşmak gerekirse, bayım, muazzam bir acıdan bahsediyorum size, düşünün, çarmıha gerilmiş evladınızı ölümünden sonra kucağınızda buluyorsunuz. Gözlerinizden akan yaşlar don tutmuş ve siz hüznün kendisi oluyorsunuz. Brüj’lü Madonna daha farklı, sanırım bayım, Michelangelo bu iki heykeli de yaparken, aklı sanırım Davut heykelinde olmalıydı. Bilmiyorum, siz de şanınızı koruyacak ve ileriye götürecek bir eser sahibi olsanız, o eserin son halini görmek için can atmaz mısınız?’ Başım dönüyordu. ‘Belki de’ dedim. Bayan Fayanna hala kolları omza doğru kabartılmış bir elbise giydiğinin farkındaydı. Aslında jüpon giymesini gerektirmeyecek telden bir kafes kullanabilirdi ancak bunun için gereğinden iri göğüsleri olduğunu biliyor olmalıydı. Uzun, dizlerine kadar uzayan etek kısmının hışırtı sesini kulağımdan çıkarmak istiyordum.
‘Biliyor musunuz’ dedi Bayan Fayanna, ‘bayım size ilginç bir sırrımı paylaşmak istiyorum.’ Sır meselesi aptalca gelmişti. Ben onunla konuşmak istemediğimi belirtiyor olmalıydım ama o yine de zorluyor, benimle konuşmak istiyordu. Yanıma, şimdi bu yanıma, hiç tanımadığım ve güvenmediğim birini oturttuğum için üzgünüm. Değişimleri seyretmeye çalışıyorum. Gömleğimin iç kısmında ayrı bir telaş var. Sanırım hararet basıyor. Düğmenin biri açmak istiyorum ancak yakalığım beni rahatsız ediyor. Nasıl da sert ve temiz. Ben bu kadar temiz birisi olmadığımı biliyorum. Bayan Fayanna söyleyeceği şey için utandığını belli etmek zorunda ve bir rol perdesi içerisinde tiyatroyu başlatıyor. Fısıldıyor: ‘Bayım, ben Davut heykelini yakından gördüm. Yirmi yıldan fazla evliyim ancak hiçbir zaman o heykele baktığım gibi uzun bir süre Edmon’un erkekliğine bakmadım.’ Ne dediğini anlamak istiyordum. Heykel, Edmon ve erkeklik arasında bir bağ kurmaya çalışıyordum ama hayır, onun anlatması gerekiyordu. ‘Bayım, lütfen kusura bakmayınız, bunları anlatırken gerçekten utanıyorum ama Michelangelo o kadar canlı bir heykel yapmış ki, eğer görseydiniz sizde bana inanır, gözlerinizi heykelin her bir santiminden ayırmakta zorlanırdınız. Evet, erkekliği dedim, gerçekten muazzam bir gerçeklik var. Yumurtalıklarını kaplayan sarkık deriyi tutup, avuçlama hissini size anlatmak istiyorum ancak beni deli zannedebilirsiniz, hayır, gerçekten de mükemmel bir gerçeklik. Parmaklarını, hatta elleri üzerindeki damarları tutup öpme isteğimi uzun bir süre dindiremedim. Sünnetsiz bir organın arkasında aslan yelesi gibi duran etek kıllarının muhteşemliği…. Tanrım, hayır, tamam, lütfen, yanlış anlamayın beni, sadece Michelangelo’nun kabiliyetinden bahsetmek istiyordum.’ Bir an için kendi erkekliğimi gözlerimin önüne getirmeye çalıştım. İyiden iyiye artık yok olmak üzere ve kuruduğunu düşündüğüm bir üçgen içerisinde sıkılmış et, yağ ve deri parçalarının korkunç tasvirini yaparsam, Bayan Fayanna’yi korkutabilirdim.
…
Çevresi afişlerle kaplı binanın üçüncü katında bana verilen odayı görmek için çıkıyordum. İşte yeniden Paris, yalnızım ve hiçbir şey için sorumlu değilim. Uzun yürüyüşlerin artık geri getiremeyeceği bir yaz var. Sonbaharı seviyorum, yaprakların hışırtısını ve göğün karartısını. Bayan Fayanna aklıma geliyor. O gece barda önümdeki bardağın içindeki birayı bitirdiğimi sanmıyorum. Onun odama çekilirken beni öptüğünü hayal meyal hatırlıyorum ve Paris komünü üzerine birkaç yaşanmış hikayeden bahsetti. Ona annemden bahsetmedim ya da babamı hiç tanımadığımdan. En azından o hem annesini hem de babasını tanımıştı. Hem nasıl kabul edebilirim ki savaşırken intihar etmiş bir babayı? Annem böyle düşünmemem için elinden geleni yapsa da, onu görmüştüm, cansız bedenini ve tabancayı tutan elini. Annem bir gün ‘o gün babanı son gördüğün an, işte o gün baban benden kendisini vurmamı istemişti’ dedi. ‘Neden’ diye sorunca, ‘çünkü baban çok hastaydı oğlum, bunu anlayacak bir yaşta değildin, acıdan dayanamaz hale geldiği anlarda onun dudaklarını, yanaklarını eterli bezle siliyordum.’ Çocuktum, anlam veremiyordum. Her ne kadar acısı büyük olsa da, neden kendini öldürmek istemişti? Belki de yaşayacaktı. Onu görecektim, kahraman bir adamdı benim babam, ölmeden önce girdiği başka bir çatışma da iki kurşun yemiş olsa da, ölmemişti. Babam, babam beni niye yalnız bıraktı? Kabul edemiyorum. Onsuz da yaşanıyor dünya ancak onun bir yerde yaşadığını bilmek bile bana yetebilirdi.
İçinde bulunduğum zamanı aşamıyorum ama geri dönünce sitem edebildiğim bir babam var. Annem onun eksikliğini göstermemek için elinden geleni yaptı ancak yine de bazı şeyler hep eksik kaldı. Belki de Bayan Fayanna’nın hayran olduğu Davut heykeli gibi. Sanırım yine sarhoş oluyorum, hem de tek bir kadehle. Yosun kokulu, acı bir şaraptı içtiğim. Otel içerisinde katları tek tek dolaşıp, ihtiyaçları gören ve odaya yeni taşınan ya da odadan ayrılanların eşyasını taşıyan bir kadın var. Her gün olmasa da, onu görüyorum. Akşamları bazen giriş katta arka bölümden piyano sesi geliyor. Oraya hiç gitmedim. Simsiyah saçlarının omzuma aktığını hayal ediyorum. Bu sadece bir hayal ve kirli elbiseleri üzerinde değil. Beyaz bir gömlek üzerinde, izin veriyor, yavaş yavaş düğmeleri açıyorum. En ufak yanlış bir hat yok. Tanrı onu kusursuz yaratmış olmalı. En azından kirli elbiselerini çıkarıp, yüzünü temizlediğinde her şey daha başka. Sıkı ancak ufak göğüslerinin elimden kurtulmak için çok önemli sebeplere ihtiyacı var. Aşağılara kayıyor elim. Yumuşacık teninin ardınca, kokusunu içime çekiyorum. Bahar yaklaştığı zaman Sen nehri kıyısında açan çiçeklere benziyor yüzü. Ne kadar da taze ancak yaşını bilmiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum. Yüzünü öpücüklere boğuyorum ve artık gömleğini ikimizin de göremeyeceği bir yere fırlatıyoruz. Bu gece bana misafir oluyor. Düşümden uyanırken, karnımı tutuyorum. İnce bir ah sesiyle oturur pozisyona geldiğimde, terlediğimi ve gördüğüm rüyanın etkisinde olduğumu hissediyorum. Hastayım. Kemiklerim sızlıyor ve çok yorgunum. Doktor’a en son gözüktüğümde ishal olmamak için beyaz üzüm şarabı içmem gerektiğini söylemişti. Saçma bulmuştum. En azından patates kızartmasından da vazgeçmem gerekliliğini söylemeyebilirdi.
Bir başka gece, yine rüyamda onu görüyorum. Bu sefer her gün üzerinde olan kıyafetle odama giriyor. ‘Efendim’ diyor, ‘sizi rahatsız ediyorum ama bir isteğiniz var mı?’Ben bir efendi değilim, hayır, ben insan değilim, bunu biliyorum, benimle lütfen alay etmeyi bırak Blanch. İsmini otel sahibi iri kıyım adamın dudakları arasından çıkan cümleler arasından çıkarıp, ona öyle söylüyorum. Blanch, Blanch… Kendisi bir Fransız ancak herhangi bir nedenle Endülüs’le alakası olmalı. Bunu tahmin ediyorum. ‘Bir isteğim var mı’ diye soruyor. Ona Davut’u soruyorum. ‘Davut heykelini hiç duydun mu Blanch?’ Ne kadar da beyaz bir teni var, sadece soyunması gerekiyor bu beyazlığın loş bir ışıkla aydınlanan odamı aydınlatması için. ‘Görmedim efendim ama Davut’u biliyorum’ diyor. ‘Davut yüce bir kraldı efendim. Yeruşalim’e gelip yerleştiğinde, eşlerinden Şammua, Şovav, Natan, Süleyman, Yivhar, Elişua, Nefek, Yafia, Elişama, Elyada ve Elifelet adlı çocukları oldu. Filistinlileri bozguna uğratırken de gerçekten yüce bir ruh sahibi olduğunu gösterdi.’ Sustuğunda, ayakta bekliyordu ancak yatağıma oturmasını istedim. Ayağa kalktım. Toprak sürahideki sudan içmeliydim. Boğazım kurumuştu. ‘Yatağınızı kirletirim efendim’ dedi. ‘Otur’ dedim, emir gibiydi ağzımdan çıkan sözcük. Oturdu. Su içtikten sonra bir bardakta ona uzattım. Suyu içmesini istedim. Bardağı elinde tuttu. Yatağa tekrar uzandım. Öksürüyordum. Göğüs kafesim sızlıyor, karnımın ağrısından ayaklarımı tam olarak uzatamıyordum. Bardağı ağzına götürdüğünü gördüm. Birkaç kere öksürük sesini duyunca, ‘efendim, yoksa siz hasta mısınız’ dedi. ‘Blanch’ dedim, ‘güzel Blanch, sen işine bak patronun kızmasın.’ Bileğindeki düğmeyi açtı. İncecik bileğini görebiliyordum. Diğer elini kolunun içine doğru uzatıp, elbisesin içerisinden bir bez çıkardı. Loş ışıkta gözüken, kar gibi beyaz bir bezdi bu. Hayret ediyordum ancak yavaştan inliyor, onu korkutuyordum. Bardağın içine bezi daldırdı. Geniş ağızlı, oval bardak içerisinde artık sadece bez vardı. O bardaktan bir daha su içebilir miyim diye düşünüyordum. O bezi nerede kullanıyordu acaba. Bezi avuçlayıp, bardağın içerisine doğru suyunu sıktı. Islak bezi alnıma doğru yaklaştırdı. Ateşim vardı. ‘Efendim, isterseniz bir doktor çağıralım’ dedi. ‘Hayır’ dedim, ‘gerek yok.’ Paramın olmadığını bilse, belki bana karşı merhamet değil, sevgi de besleyebilirdi. Zengin tüccar kocalarını transatlantik seyahatlerde kaybedip, fakirleşen karılarının artık fakir erkeklere duyduğu sevgi gibi ama Blanch öyle biri değil. Alnımdaki ıslak bez biraz olsun beni rahatlatmıştı. Bir şeyler mırıldanıyordu. Baudelaire’nin şiirlerini anımsamıştım.
Yatağımız olacak ,hafif kokuyla dolu,
Divanımız olacak ,bir mezar gibi derin;
Bizim için açılmış, en güzel iklimlerin
O garip çiçekleri süsleyecek konsolu.
Gözlerimi kapamaya çalışırken, bir el saçlarımın arasında dolaşıyordu. Onun eliydi. İs kokuyordu sanki ama is kokusu hiç bu kadar güzel gelmemişti. ‘İyileşeceksiniz efendim’ diyordu. Bir sonraki gün uyandığımda saate baktığımda, saat öğlen birdi. Çok uyumuş olmalıydım ancak hastaydım. Bazı günler uzun saatler boyunca uyanmamış olmak, ruhumu da rahatlatıyordu. Gece olanları hayal meyal hatırlamaya çalışıyordum. Gerçek olup olmadığını bir türlü kestiremediğim Blanch ile yaşadıklarımı düşündüm. Bayan Fayanna’nın kalın bilekleri aklıma gelince, midem bulandı. Dün içip içmediğimi hatırlayamadım. Zaten yarım kadeh şarap bile beni etkiliyordu.
Pantolonumu giydim. Gömleğin yakalarını takmak istemiyordum. Hava biraz serindi, ancak yine de biraz yürümeliydim. Hem krep yiyebilirdim.
Sen nehrine inmiştim. Yine inceden bir rüzgar fısıldıyordu. Uzun boylu, yakışıklı bir adamın koluna sarılıp, bana doğru gelen çifte baktım bir ara. Adam Michelangelo’nun heykelindeki Davut’a benziyordu. Onlara arkamı dönüp, nehrin kıyısına yaklaşan kazlara bakıyordum. Bir an yürüme sesi kesilmiş, arkamda benim için duran iki kişinin varlığını hisseder gibi oldum. Ses çok tanıdıktı. Hiç olmadığı kadar tanıdıktı. ‘Efendim, nasıl oldunuz, dün gece ateşinizin düşmesi için size yardımcı olmak istedim ama şu an da iyisiniz değil mi’ diyen genç kadının şapkası dikkatimi çekmişti. Şapkanın altındaki saçları ve ellerini, bileklerinden ötede kolları arasında sakladığı bezi biliyordum. Davut gibi iri ve yakışıklı gencin dar pantolonu dikkatimi çekmişti. Bayan Fayanna’nın dediği gibi bir erkeklik arıyordu gözlerim. Göğüs kafesim tekrar sızlamaya başlamıştı.
Otele dönüş yolunda iki atsız omnibüs yanımdan geçerken, başımı diğer tarafa çevirdim. Otele döndüğümde tahta masanın karşısına sandalyeyi getirip koydum. Sandalyenin üzerinde oturdum. Küçümseyerek bile olsa yalnızlığımla başa çıkamayacak haldeydim. Kenarda kalmış, ümitsiz, artık emin bir uzaklığı göstermekten bile aciz ellerimle oyalanıyordum. Kağıda doğru kalemi uzatırken, bir barış yapıyor gibiydim.
Bu, gerçekten bütün beklentilerimi karşılayabilecek bir şeydi. Her şey yolunda gitmediği için istediğim gibi pişman olabilirdim. Ben de artık babam gibi ölebilirdim. En azından bunu deneyebilecek cesareti toplayabilirdim.
'gönüllü ölü' Yazısına Yorum Yap
"'gönüllü ölü'" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
22 Mart 2016 Salı 22:21:10
A.Camusun yabancısı bilirsin bizin Z.Demirkubuzun yazgı diye bir filmi var bu kitabın bizim ülkeye uyarlanması gibi film güzel ancak kitap daha güzel zaten.
ben burada Camusun başkaldıran insanını gördüm aslinda.
şu komün 68 olaylarınamı atıf yoksa 1871 e mi asıl komün 71 olanıydı 68 bir ciğ damlanması bence. amma İsmet Özelin 68 için yazdığı yıkılma sakın çok güzel şiirdir.
bide alışıyoruz be... ölesiye hemde dünyanın gidişatı karanlık
mekansız tarafından 3/22/2016 10:24:20 PM zamanında düzenlenmiştir.
mekansız tarafından 3/22/2016 10:25:20 PM zamanında düzenlenmiştir.