- 1085 Okunma
- 8 Yorum
- 0 Beğeni
'proletarian'
Bırak da uzun, uzun,
uzun süre içime çekeyim saçlarının kokusunu,
bir kaynağın sularına yüzünü daldıran bir susuz adam gibi
yüzümü daldırayım içlerine,
hoş kokulu bir mendil gibi elimle sallayayım onları,
sallayayım da anılar silkelensin havada.
-paris sıkıntısı-
Yumuşak, kır çiçeği kokulu, beyaz baldırlarından başımı kaldırmakta zorlandım. Bugün günlerden Perşembe ve ben işe gideceğim. Biliyorsun beni koca bir gün artık göremiyorsun. Ellerimi, şu kömür karası, parmak boğumları kırışmış, işçi ellerimi teninde hissedemiyorsun. Olsun. Belki de bekleyince daha mutlu oluyorsun. Hayal kuruyorsun. Sana hiç sormadım; aynanın karşısına geçip, kendini okşadığın oldu mu hiç? Bazı insanlara böyle sorsan, sana deli gözüyle bakarlar. Okşamak deyince akıllarına farklı şeyler gelir. Hâlbuki ellerini, kollarını, yüzünü, omuzlarını okşayabilirsin. Kaşından aşağı oval bir çizgi halinde elmacık kemiğini teğet geçip, dudaklarını okşadığın oldu mu hiç?
Biz artık iki kişi değil, bir üçüncü kişiyi asla kabul etmiyorum, biz aslında iki kişi bile değil, tek olmalıyız. Bazı akşamlar yüzümdeki kül rengi solukluğu hissedemiyorum. Karanlıkta, bir beton duvarın kenarına yaslanmış, sigara içerken, o hissi solumak istiyorum. Yüzün nasıl geceleri kırmızı oluyorsa senin, benim de kül rengi bir solukluğa erişip, insanları korkuttuğu oluyor. Gençken yanaklarımı okşamak isteyen insanlar olurdu. Bir gün hastane bahçesinde bankta otururken, yanıma gelip benden faydalanmak isteyen yaşlı adamı hatırlıyorum. Dünyanın böyle pis bir yer olduğunu keşke bilmeseydi iyi insanlar! Yanıma oturup, beni yanaklarımdan öpünce şaşırmıştım. Çakım vardı, elma soyarken kullandığım bir çakı. Aslında çakıya da ihtiyacım olduğu söylenemezdi, ellerim yeterdi. Hani çok yorulduğum zaman avuç içimi defalarca öpüp, parmaklarımı sıvazladığın ellerim. Tek yumrukla yaşlı adamı yanı başımızda duran hastaneye yolcu edebilirdim. Böyle bir şeyi yapacak kadar sabırsız olmadığımı biliyorsun. Hem bugün Perşembe ve ben sana çok yoğun bir geçireceğimizi söylemiştim. Kırtasiyeden aldığın, karton kapaklı deftere yazacağım vaktin olmayacağını sanıyordun. Seni kandırmış sayılır mıyım, böyle bir düşünceye girip aklımda olanları yazmaktan geri durmamalıyım. Hem ben yazınca sen de rahatlıyorsun. Eve geldiğimde anlıyorsun yazıp yazmadığımı. Bazen pazuma başını koyup, hayallere daldığın anda, bana ‘seni yanımda bulamıyorum’ diyorsun. Ne demek istediğini uzun zamandır düşünüyorum, bugün birkaç cevap buldum sanırım.
‘O genç oğlanlara şehvetle yaklaşan yaşlı adamın cenazesinde ilk saftaydım. ‘ Böyle bir cümleyi uzun bir süre yazmamak için direndim. Korktuğum zamanlar yazabiliyorum. Sıkıntılı anların da beni düşündürdüğü oluyor. Yine de bunların hiçbirisi tam olarak anlatmak istediğim noktanın içini dolduramıyorlar. Sonra annemin son anda elinden kurtardığı bir başka pedofili hastası aklıma geliyor. Daha sekiz yaşındayım ve küçük bir çocuğum. Tekel bayiden aldığım çekirdekleri çitlerken, bir el bacağımı okşuyor. Sonrasında arkadan annemin sesini duyuyorum. Adam anneme küfür ediyor, annem de adama bir şeyler söylüyor. Küfür değil, hayır, o küfür etmiyor ama küfür kadar etkili sözler. Adam sarhoş. Boyu çok uzun. Annemi de, beni de dövebilir. İstediği gibi o an hareket edebilir. Annem korkusuz bir kediye benziyor. Komik değil bu. Köpeklerden yavrularını koruyor. Oysa köpekler o yavru kedileri yiyecek değil, kedi de bunu biliyor. Oynayıp, bir köşeye atacak. Eğer adam anneme ve bana bir şey yaparsa, babamın adamı silahıyla öldüreceğini hayal ediyorum. Bunları artık yediğim tokatların acısı geçmek üzereyken düşünebiliyorum. Annem kaç kere yanağıma vuruyor. Belki de bir kez ama o kadar çok acıyor ki, ‘yanağım’ diyorum, ‘bana niye vuruyorsun, ben ne yaptım anne?’ Annem de benim suçsuz, sabi olduğumu biliyor. Bana kızmıyor. Hem anneler çocuklarına hiç kızar mı? Beni korumaya çalışıyor. Dünyanın pisliklerinden çocuğunu korurken, öne atılıyor dişi bir aslan gibi. Kedi figürü sanırım anneleri anlatma konusunda basit kalıyor. O günden sonra benim boylarda ağaca tutunup karanlıkta işemiyorum. O tekel bayisine bir daha gideceğim zaman, dere kenarında toplayıp depozite parasını almak için getirdiğimizi bira şişeleri. Çekirdek… Bahçeden koparıp tek tek yaş çekirdekleri ağzımızda çiğnediğimiz ayçiçeği yeterli. Yüzün gibi güleç o ayçiçekleri. Çanakkale’ye ne zaman gidersem aynı coşkuyla dolarken, Edirne yollarında bu sefer o coşkunun tavan yaptığını fark etmiştim. Sahi, seninle bir gün Edirne’ye gidelim.
Bugün pres makinesi arızalandı. İki yüz elli ton basanı, hani sana Sedat abinin elinin kesilmesine sebep dediğim makine. Bir süre işler durdu. Öğlen arasına yakın bir zamandı. Mühendis bey geldi, uzun bir süre makinenin sağına soluna baktı ancak arızayı anlayamadı. Makine tam kalıba göre saca şekil verecekken arızalandığından, makine sorumlusu arkadaş Fehmi arka taraftan vidaları söküp, presin taşlarını çıkarıp tekrar taksa da, sorunu çözemedi. Mühendis bey zaten servis amiri olduğundan, bu konularla pek alakası olmuyor. Genelde sevkiyat işiyle uğraşıyor. Sorunu kim çözdü biliyor musun? Meslek lisesinden staja gelen bir çocuk ‘abi, makineye gelen kablodaki yanık kokusunu almadınız mı’ diye laf arasına girince, herkes çocuğun gösterdiği tarafa yöneldi. Eskiden kullanılan gazaltı kaynaklarının yerini almış ark kaynak makinelerinin olduğu odayı da geçmiştik. Bu iki yüz metre mesafe gibi, o mesafe sonucu kalın siyah kablonun nasıl yandığına dair birbirimize bu sefer pek çok sorular sorduk. Makaslar için yeni prototipi almak üzere Arge’ye gitmem gerekiyordu. Ben gelene kadar yedek kablo çoktan takılmış, makine olağan çalışma sürecine geri dönmüştü. Fehmi’nin stresi gitmiş, içimi ferahlatan bakışlarını tekrardan görebiliyordum.
Burada mesaiye kaldığım her gün senin sevginle ‘sabır’ diyorum. Hatırlıyor musun, mavi kot bir montum vardı. Hani iç kısmında krem rengi tüyleri olan mavi bir mont. Seninle pastanede buluştuğumuz, elini tutarken, titreyişlerinin içimi ürpertip, ‘seni seviyorum’ derken, bana ‘ben de’ deyişini hiç unutamıyorum. Üzerinde koyu yeşil bir ceketin vardı. Dizlerine birkaç santim kala tükenen ceketinden nefret ediyordum. Önünde yuvarlak, siyah irice düğmelerini yakana kadar iliklerdin. Dizinin birkaç santim aşağısında tükenen bu sefer gri renkte bir eteğin ve o eteğinin altında da koyu renkli çorapların vardı. Sanırım külotlu çoraplardı onlar. Sen yokken işportada sattıklarıma hiç benzemiyorlardı. ‘Mağaza malı, almayan pişman olur hanfendi’ diye bağırırken, gerçektende tezgâhtaki malın mağaza olduğunu bilirdim. Toptan ve Sefaköy’de tanıdıktan aldığım için ucuza geliyordu. Hem bu çorap işini büyüttüğüm zamanlar olmuştu. Arkadaşın arabasını kullanıyordum. Bir gün arabasız gitmiştim. Sefaköy’deki tanıdık artık bana verebileceği türden mal üretmediğini söylediği için, yeni mekân bulmam gerekiyordu. Terazidere’de imalatçıları tek tek dolaştıktan sonra karar kılıp, biriyle devamlı iş yapmak üzere anlaştığım o gün, kargo parası vermemek adına, malları sırtımda götürmek istemiştim. İlk başta çuval ağır gelmese de, her adımın sırtımdaki çuvalı katlanılmaz bir ağırlığa doğru çıkarıyordu. Caminin birinde durup, namaz kılmak istemiştim. Şükür namazı da olabilirdi bu, ikindi namazı da. Kılıp kılmadığımı hatırlayamıyorum ama cami bahçesinden çıkarken adamın biri ‘yürüme, yükle olmaz, bin minibüse demişti.’ Cebimdeki paraya bakıyordum. Sigara alacak para, bilet parasıyla beraber cüzdandaydı. Yan ceplerimde bozuklukları iradeli kullanırsam bir simit ve ayranla yemeği de geçiştirebilirdim. Minibüse binmiştim binmesine ama yanlış minibüse bindiğim için, otogardan daha uzak bir mesafede inmiştim. Tekrardan yürümeliydim. Bu sefer minibüse binme şansım yoktu. O şans bir kerelikti. Çuvalı arada yere bırakıyor ya da sağlam bir duvara çuvalla beraber yaslanıyor, sigaramı yakıyordum. Terim beni ağırlaştırırken, otobüse bindiğimde insanları ter kokumla rahatsız edeceğim düşüncesi beni kaygılandırmıştı. Gideceğim yolu bilmemek bünyeme daha değişik bir sıkıntı veriyordu. Genç bir kız, ‘ha gayret abi, şu bayırı da çık, çok az kalacak otogara’ derken, dua eder gibi gülümsüyordu. Gerçekten de o bayır sonrası otogarı görüp, rahatlamıştım.
Bir insanın ter kokusunu sevmek ne garip! Aslında sen buna ter değil, ten kokusu diyorsun. Yalan söylüyorsun. Bildiğimiz ter kokusu ama yine de benim ter kokumdan rahatsız olmuyorsun. Hatırlıyor musun, geçen haftasonu izinli olduğum günü? Öğleden sonra sen yemek yaparken, ben uyumuştum bir süre. Uyandığımda ağzım kupkuruydu. Nefes almakta güçlük çekiyordum. Adını hatırlamaya çalıştım önce. Yatakta olsam kokunu arardım. Kanepede uzanıyordum, kırlent başımın altındaydı. Bu kırlentler nasıl da güzel kokuyorlar böyle! Oysa kirli bir baş onun üzerinde bazen saatlerce duruyor. Senin temizliğine hayranım. Hem yazar olma hayalimde bana destek veren sana, ev işlerinde hiç yardım edememek beni üzüyor. Şunu diyebilirdin, en azından gözleri bunları söyleyebilirdi:’ İnanmıyorum, bu yazar saçmalıklarına inanmıyorum. Lütfen kendine gel. Yazmak seni kahrediyor. Her geçen gün daha kötü görüyorum seni. İyileşmen gerekiyor. Oku, kitap oku, ona bir şey demiyorum ama yazma ne olursun. Sen yazdıkça yazıyorsun, durmuyorsun. Hem bazı defterleri ara sıra açıp bakıyorum, doksan altı sayfalık defterin üç sayfası bile tam olarak değil, bir şeyler karalamışsın. Bu yazdıkların beni tanımadan önce ve bu defterlerin kaderi terk edilmek… Yazdıklarını okuyorum, kimi zaman ‘ben teselli aramıyorum’ diye yazıp, sonra ‘teselli denen şeyi arıyorum’ yazıyorsun. ‘Sevmek iyi bir şey olabilir, iki insan arasında olmasaydı’ diye yazıyorsun. Başka bir defterde ‘sen olmasan, sevgiyi bilemezdin’ diye bir şeyler karalıyorsun. Bir sözün vardı, hatırlayamıyorum ama sözün yine de beni çok etkilemişti.’
Bazen sen uyurken seni seyrediyorum. Bu tabir yanlış değil, seyrediyorum uzun bir süre. Tül bir gecelik giydiğin zaman, hava sıcaksa, sağ elimin işaret parmağıyla önce yastığa dökülen birkaç telini okşuyorum. Saçın canlanıyor. Önde daha diri bir şeyler olmalı. Onları göremiyorum. Notaları kontrol ediyor gibi, parmaklarım sırayla saçını okşuyor. Kulağının kenarında birkaç saç teli kıvrılıyor. Yanaklarına değiyor. Bundan rahatsız oluyorsun, elin çenende kalmış. Az önce rahatsız olduğun kıvrımları uzaklaştırmak istedin yastığa doğru ama başaramadın. Saçlarını boyadığımız günü hatırlıyorum. Tül geceliğinden sıkıldım. Uyandığında sana yeni bir gecelik alalım diye ısrar edeceğim. Kokusu her ne kadar bunaltıyor olsa da, evde saçlarını boyamam bir bakıma ruhumu dinlendiriyor. Saçların arasına boyayı iyice karıştırırken, cıvık kıvamın çıkardığı sesten ikimizde nefret ediyoruz. Altına yine de sofra bezi sermem hoşuna gitmiyor, ‘onda nimet yiyoruz’ diyorsun ama yapacak bir şey yok. Birkaç gün bu ağır kokuyla yatakta yanımda yatmanı istemediğimi biliyorsun. İğrenç bir duygu bu ama o boya kokusunu almamak için yatağa ters uzanıyorum sen uyuyunca. Bir insanın ayakları bu kadar güzel kokmamalı! Ağır nemli uykuları geciktiriyorum. Sen nefes alırken korkuyorum, nefesini geri verince rahatlıyorum. Hem bazı şeylerden de korkuyorum. Boynuma özellikle bakıyorum fabrikada. Bok kokan tuvalette, bazen gri lekeleriyle beni kızdıran aynanın karşısında boynumu inceliyorum. Bu kadar güzel öpmeyi nasıl öğrendin? Bir işçi için fazla bir şey bu. Ellerinle kapatıp yüzümü, boynumu öpüyorsun. Gözlerimi açtığımda karanlıkta ellerinin kokusunu alıyorum. Bazen sarımsak kokuyor. Kına koktuğu zamanlar sana tekrar âşık oluyorum. Tabi, kaliteli kınada bu aralar pek kalmadı. Uzun süredir kına sürmüyorsun. Sıvı sabun kokuyor bazı geceler. Zeytinyağlı her ne kadar pek kokmasa da, alışkanlık sanırım, zeytinyağlı sabunlardan vazgeçemiyorum. Bazı geceler lavaboyu çamaşır suyuyla yıkadığın oluyor. ‘Niye böyle yapıyorsun, zaten temizlik yapıyorsun normalde de’ dediğimde, ‘diş macunu lekeleri kalınca, çıkması daha zor oluyor’ demiştin. Haklı olabilirsin ama yine de çamaşır suyu kokunca ellerin, hayır, sen çok güzel öpüyorsun boynumu.
Sen birkaç gün evde olmayınca –bu bazen üç haftaya çıkabiliyor- geceleri çok geç uyumamam için uyarıyorsun. Fakat sabahın altı buçuğunda servis otobüsünü beklediğim her saniye, mesaiye kalıp kalmayışımı önemsiz bularak, yazabileceğim saatlerin hayaliyle o günü geçirebilecek enerjiye sahip oluyorum.
Hiçbir şeyin ve hiçbir kimsenin olmadığı anlar olabilir ama bu anların bir dönem olduğu zamanlarda yazabilmenin ayrı bir yakınlığı oluyor. ‘Beni seven kimse yok’ diye düşünüyorsun ama yüzlerce kelimeyi karşısında bulunca, ‘sanırım hata yapıyor olmalıyım, yalnız değilim’ diye düşünüyorsun. Daha yoksul olduğum zamanlarda ciltleri solmuş, kimi sayfası morarmış bir yanak gibi kararmış kahverengi kitapların arasında olduğum günleri özlemediğimi söylersem yalan söylemiş olurum. Yatağımda sen yoktun ama dokuzu geçmeyecek şekilde kitaplarla beraber uyuyordum. Niye dokuz, niye on değil, bunu açıklayamam ama o kitapların arasında kendimi sessizliği giderek büyüten, miskin bir kedi gibi hissediyordum. Tek bir oda, perdeleri kirli miydi aklıma bir türlü gelmiyor ancak dağınık bir oda. Odanın kirasını veriyorum. İki kanepe var ancak biri misafirlerimi davet edip, oturttuğum kanepe. Çok fazla misafirim yok. Kitaplığın içerisinde her geçen gün azalan kitaplar ve tütün kokusunun saklandığı halı. Kirli bir halı. Kaç yerinde çay lekesi var. Silmem artık fayda vermiyor. Duygularım yoğun ama yaşayamıyorum. Anı oluşturmak zorundayım. Yaşayan bir insan olsaydım böyle bir zorunluluğum olmazdı. İnsanlar yaşıyorlar ve duygularını verimli kullanıyorlar. Ben kendi anılarımı kendim oluşturmak zorundaydım. Bu berbat işten kaçmamın bir yolu olmalıydı. Dışarı çıkıp, sabahın erken saatlerinde ağaçlar arasında derin nefes alıp veriyorum. Tahta piknik masasının birinde oturuyorum. Dilim artık metan tadında. Sigara yoruyor, yürürken zorlanıyorum. Belim ağrıyor. Sigarayı yürürken içmek berbat bir şey ama her zamanda böyle boş bir piknik masası bulamıyorum. Bulduğum zamanda başıma gelmedik olay kalmıyor. Yine bir akşamüzeri farklı bir piknik masası üzerinde tek başıma otururken, saçları artık tamamen dökülmek için yalvaran bir genç erkeğin yanıma yaklaştığını fark ettim. Masaya yaklaştı. İzin istedi oturmak için. Yüzüne, kıyafetlerine baktım. Kötü enerji yayıyordu. Masaya otururken bile bacaklarını çekiştirip, masa altına elleri yardımıyla koymasından tiksinmiştim. Önümdeki kitaptan lezzet almaya bakıyordum. 1946 basımı kitabın sayfalarında yazılanlardan çok, kitabın kendisi beni etkilemişti. Genç istemediğim hareketler yapıyor, bir kız çocuğu gibi saçlarıyla uğraşıyor, ikide bir ‘of’ çekiyordu. Amacı bir erkek arkadaş bulup, bu ilişkide pasif rolü üstlenmek istiyordu. Her ne kadar yoksul da olsam, üzerimde temiz, rengiyle beni uyumlu bir ikili yapan gömlek vardı. Önümdeki kitaptan gözümü ayırmıyordum. Sigaralar ardı ardına geliyordu. Sanki bir eş gibi konuşuyordu: ‘Ne kadar çok sigara içiyorsun, kendine zarar veriyorsun.’ On beş dakikalık itici bir muhabbet beni yormuştu. Gencin sikilmek isteğinde yardımcı olamayacağımı direkt söyleyebilirdim ama damardan girmeyi yeğlemiştim. Her ne kadar ‘kendi babana böyle bir arzun olduğunu söyleyebilir misin’ sorum ‘ne alaka, ben senin gibi biri arıyorum’ cevabıyla kalsa da, bilinçaltında çocukluğunda yaşadığı bazı sorunların onu bu hale getirdiğinin farkındaydım. Her zaman sebep çocukluğuyla alakalı olmayabilirdi ama kendim de çocukken çok acımasızdım. Esmer teniyle, dişiliğiyle beni etkileyen Dilşen’e yakın olan Egemen’i ibne diye pazara çıkarma uğraşlarımız acı vericiydi.
Bazen iradesiz, isteksiz, aciz olduğumu düşündüğüm oluyor. Sonra acaba her zaman öyle miyim diye kendimi sorguluyorum. Sen olmasaydın kendimi nasıl böyle iyi hissedebilirdim, bilmiyorum. Kaç kere iş değiştirdim, ‘sen yaparsın kocacığım, sana güveniyorum’ diye hep beni destekledin. ‘Çocuk yapmayalım’ diye bir sözü benden asla duymadın ama ucuzluktan alınmış gibi göbekli komodinde bulunan mendillerin altına koyduğum prezervatifleri gördün. Sevişirken, boşalmaya yakın tüm çabalarım gözünden kaçmadı. İlla bir çocuğumuz olsun diye diretmedin. Asgari ücrete zam geldi diye en çok sen sevindin. Sonra zam vergi dilimine girdi diye maaşın azaldığını öğrenince, bana ördüğün kazak için kaliteli iplikler alamayacağın için üzüldün. Kitaplardan rahatsızlık duymadın. Okumadın da onları, bazen ‘sileyim mi canım kitaplarını’ diye sorunca, hoşuma gitmediğini bildiğinden ‘hiç, sorayım dedim, şansımı deneyeyim’ dedin. Bodrumda çuvallar içerisinde sıkışmış halde bekleyen üzgün kitaplar için çareler arayıp durdun. ‘Onları çocuğumuz için kaldırdık’ deyince, gülüşün hararetli bir hatip gibi canlandı ve ses verdi öpüşlerin. ‘İşçi olmak ayıp değil’ dedin. ‘Hakkını ara’ dedin. ‘Sendikaların eylemlerine gidebilirsin ama kendine dikkat ne olur’ dedin. Evin kirası artmasın diye, yaşlı hacıya yanımda dil döktün. Kredi kartının dökümü eve gelsin, ‘tek tek hesaplarsam giderleri daha iyi olur’ diye düşündün, bankaya telefon açtın. İlk başta gönderemeyiz dese de karşıdaki ses, sen sinirlenince kadın ‘tamam bundan sonra her ay gönderiyoruz hanımefendi’ dedi. Elli bir ekran tüplü bir televizyonun karşısına geçip, hiç kaçırmadığın tek diziye bakarken bir kere olsun ‘komşu şu marka, şu inç televizyon’ almış demedin. Ütü masası kırıldı, yere yeri geldi seccade serdin ütü yaptın, yeri geldi kırık ütü masasının kırık ayağını diğer sağlam ayağıyla denk gelecek şekilde kanepeye doğru hizalandırıp, öyle ütü yaptın. Buzdolabının motoru çok çıkarıyor, ‘yeni buzdolabı alalım’ demedin. Makinenin kulpu kırıldı, ‘şimdi yaptırırsak, kırk elli lira para isterler, ben hallederim’ deyip, maaşa kadar üç hafta elde çamaşır yıkadın. Kapat gözlerini, bırak o yorgun ellerini okşayayım, saçların şimdi daha güzel, nasıl da parlıyorlar. Dudakların iğrenç bir karanlığın içinde kaybolacak ama sen seviyorsun bu kaybı.
O kitabı açıp bir daha okuyamadım. Sümer Lisesi mezunu Ayşe öğretmene verirken, kadın nasıl da sevinmişti. ‘Ah, canım, sen, sen ne kadar da naziksin’ derken, aptal bir gülümseme yüzümdeydi. Henüz çocukları yoktu ama kitap çocuğu olacak bir anne için son derece önemli sayılabilirdi. O yoksul zamanlarında bir ay kitap almayıp, diğer aya para sarkıtıp aldığım kitaplardan birkaçını bir Türkçe öğretmenine vermiştim. Çok sevinmişti, adı Halit’ti. Aslında ona verdiklerim, tek bir yazarın bende olan bütün kitaplarıydı.
Eskiyi düşündükçe yaşlandığımı hissediyorum. Yine de saçlarımın bu haliyle beni hala yakışıklı görüyorsun. Kim ister kel bir koca ama beden artık ateşlenmelerine, sıkıntılarına bedel olarak beyninin üzerindeki saçları hissetmek istemiyor. Sahi, yakışıklı mıyım ben? Bir arkadaşım oyuncu isimleri sayar, ‘evet, onlar kadar değilsin’ derdi. Ona cevap vermezdim ama aslında sokakları dolaşırken bazen denk geldiğim adamlar da, o ünlüler gibi süslenip, fotoğraflansa, çok fiyakalı yüzler, vücutlar bulanabilir. Kadınlar içinde aynısı geçerli. Yakışıklılık, güzellik, vücut ölçüleri… Hepsi de nasıl geçici, farkındayım. Bu gözler sakin ve hüzünlü olduklarında dünya bile daha farklıyken, birazcık keder, birazcık hayal kırıklığı ve özlem duymam yine de anlaşılabilir olmalı. Geçen hafta sonu –hafta sonu ayrı mı bileşik mi- ağzım kupkuru kanepede uyandığım an, sonra kalkıp mutfağa yanına gelmiştim - Kimya ortaokulda hâlbuki iyiydi. Birleşik diyeceğime bileşik dedim. Bir de benden yazar olacak. – Sürahideki suyu kafama dikerken, çömelmiş, sol kalçana bakıyordum. Sanki sağdakinden biraz daha aşağıda gibiydi. Dizini ve bacağını tam olarak göremiyordum, sanırım sol bacağını az da olsa bükmüş, öyle yemeği karıştırıyordun. Vücuda ani bir su girişi, damarlarımdaki kanın geçişinde bile bir coşku sebebi olmuştu. Ağır ağır, katı bir cismi zorla damarlarımdan geçmesini bekleyen kalbim bile daha ritmik atmaya başlamıştı. Ayağa kalkıp, topuz yaptığın saçlarının çırılçıplak bıraktığı enseni okşayıp, öperken, durdurulması mümkün olmayan bir terleme içerisindeydim. Sırılsıklam olmuştu. Gün boyu kendimi yorgun ve üşütmüş hissetmiştim ancak senin yanında, sana yakın, ter içinde sırılsıklam olsam da, artık iyiydim.
Uzaktan gelen bir köy ezanı misali, duygulanıyor, bilmediğim insanların arasına karışmak istiyorum. Makine çalışıyor. Yağını verdim. Bugün kablo yanığı olayından dolayı mühendis bey bizim servisin çalışanlarına kabloları arada kontrol edin dedi. Az önce tekrar bakıp geldim. Herhangi bir sorun yok. Mesaiye bugün kalan arkadaş sayısı da az. Gece vardiyasında çalışan arkadaşlarımız iyi insanlar. Altan bana ‘sen geç bir iki saat dinlen, benim çıkaracağım malzeme az, iki saat sürmez benim iş, sana yardım edeyim’ dedi. Bir saat geçmiş olmalı. Kalemin gücü azalıyor, ucundaki mürekkep bazen harfleri yazmada ikileme düşüyor. Soluk bazı harfler, kimi zaman da kelimeler var. Ağzıma alıp, sıcak havada kalmışsa mürekkebi, yumuşayıp, aksın diye uğraşıyorum. Dilimin öyle bir gücü yok ama hayal görüyorsa, dudaklarının tadını anımsıyor. Mürekkep bu hayalle canlanıyor.
Pek çok şey aklıma geliyor. Zihnim durmadan üreten bir makine gibi, ‘otur, yaz’ diye emir veriyor aklım ama Altan’ı kendi makinesine geçme hususunda zorlamalıyım.
‘Ben iyiyim, zaten az kaldı,
üç saat sonra ben de eve gideceğim,
kapıyı açacak eşim, onu öpeceğim,
çayla beraber yenebilesi bir şeyler tepside olacak,
bana eşlik edecek,
‘yoruldun yine değil mi’ diyecek,
‘herkes gibi canım’ diyeceğim,
televizyonu açmayacağım,
duş alacağım,
ellerimi suyun altında tutacağım bir süre,
tırnaklarımın altındaki kirler için bir çare düşüneceğim,
yatağa geçtiğimde, o da biraz sonra bana eşlik edecek, yorgun olduğumu bildiği için sarılacak bana, ben de ona sarılacağım.
Sabah erkenden işe gideceğimi bildiği için üzülecek. Altan yine bir mesaide denk gelirse, belki yine bir şeyler yazabilirim. Bu sefer seni ne kadar çok sevdiğimi anlatmak istiyorum. Sahi, okusalar bu yazdıklarımı, ‘ne romantik işçiymiş arkadaş’ diyecekler. Kimsenin dediğini umursamıyorum. İşte ellerim, o çok sevdiğin ellerim, elimin tekini alıp, dudağını yaslarken, beni ne kadar çok sevdiğini hatırlayacağım. Söz vermek istemiyorum ama yine de sana o vitrinde gördüğümüz elbiseyi almak istiyorum. Bahar gibi olacaksın, evimizin baharı sen olacaksın. Dalların filizlenecek, küçük bir portre içerisinde Manet’in aydınlık derinliğine sahip yaşayan bir resim olacaksın.
Paramız yeter diye umuyorum.
YORUMLAR
HakkınSesi
var olasın sağlıkla
şu sahneler bana doktorun jivagonun urallara gittiği sahneleri hatırlatıyor aslında. doktorun yazma isteği ve çabası yazdıkları yaşadıkları.
tabiki doktor Lara ve Tonya arasında bir ülkenin hem ölüm hemde doğum sancıları arasında kalıyor.
hiç düşünmeden veyahut sürekli art arda düşünerek okumak gerek. ikisi arasında gidip geldim. ama ben seviyorum arkadaş bunları bu yazılarını.
bu yorumu çokca uzatmak yerine böyle iyi diyorum
bazı yazıları çelikten duvar gördüğüm gibi, bazı yazıları da şeffaf geceliği veya kadife pantolonuyla hayal ediyorum...bu çok saçma biliyorum...ama eğer bir yazıdan sebep başka hayal dünyasının kapısı aralanıp, beyin şırıngalıyor ve kalbe kan da pompalanıyorsa, o yazının kılık kıyafetine de bakmayacaksın o zaman...anadan doğma üryan da olabilir okuyucu açısından sakınca yok...en azından kendi adıma bunu söyleyebilirim...ilginç ama bazı yazılar da sırtınızı kamçılar...yazıyla bir alakası yok kamçı deyince dün denk geldiğim film aklıma geldi...Jesus'un filmiydi: "Son of God"...tam da ellerine büyük çiviler çakılıyordu...seyredemedim -daha önce seyretmiştim çünkü- değiştirdim kanalı...dünya eskiden de kötüydü dedim içimden...eskiden de iyiler ve kötüler vardı sadece...tıpkı iyi-kötü-çirkin'de olduğu gibi...yazıyla buraya kadar hala bir alakadarlık kurabilmiş değiliz...ama yazının beni sürüklediği bir hayat köprüsünden sırasıyla bilincime takılanları halatlarından boyun aşağı sarkıtıyorum...bu da güzel...
peki neden yazıya ulaşamıyorum bir türlü..?
çünkü belleğimde sadece kötülüğün parmak izleri dolu...oysa yazıda -evet yer yer çocuğun başından geçenlerin dışında- güzellik vardı ve de mutluluk...yüzü gülüyordu ve su gibi ferahtı gönlü...yine garibanlığını giydirmişti üstüne ama biz garibanken de çok mutluyduk çocukken onu hatırlıyorum...yazıyla bağlantıya geçmiyorum çünkü üzerimdeki çamurları yazıya da bulaştırmak istemiyorum...çünkü bu yazı beyaz gömleğiyle daha fiyakalı duruyor karşımda...öyle kalsın istiyorum...
bir de şu var...bu yazı ikili diyalogda sanki sadece kalmalı...özellikle aşkın izlerini taşıyanlar için söylüyorum...sanki varlığımla yazıyı rahatsız edeceğim gibi bir hissi var içimde...kurgu ve kuruntu olsa bile farketmiyor...yani bilinçaltı tutukluluk yapıyor ister istemez...
HakkınSesi
yazı dışı oldu bu da. filmi hatırlıyorum, garip bir arınma hissi sunuyor insana ama işte onların anlattığı gibi olmadığını bilmek de garip. Birisine, birilerine mutlaka bu ceza uygulanmış. Kim ister ayrıca böyle bir arınma?
sağolasın
Tüm sabah bilgisayarla uğraştım. Aslında saat 14:00 kadar sürdü. Windows-10’u yükledim. Ne kadar da uzun sürdü. Sitede bunun uyarısı vardı ama yine de bunca vaktimi çalmalarına sinir oldum. Neyse ki yükleme başarılı oldu.Çok beğendim w-10’u. Alışmam pek uzun sürmez sanırım. Bedava olması çok hoş.Rekabetin gözünü seveyim.
Sonra Defter’e girdim.Yeni yazının mesajı vardı. Tıkladım. “Yuh, amma da uzun yazmış” diye bir serzeniş geçmedi değil içimden. Okumaya başlarım, beğenmezsem de bırakırım, diye karar verdim. Okumaya memur edilmedim ya! Başlıklarının neden İngilizce olduğunu düşündüm yine. Daha önce, yazılarını ilk keşfettiğim sırada da düşünmüştüm. Mantıklı bir yanıt da bulmuştum aslında. Garip, ne kadar düşündüysem de aklıma gelmedi o yanıt. Bazen bu unutma hallerimi de düşündüğüm oluyor. Sonra o hali de unutuyorum. Belki de kanıksıyorum.
“ Aslında sen buna ter değil, ten kokusu diyorsun. Yalan söylüyorsun. “ bu cümleyi okuduğumda aklıma Kadir İnanır-Serpil Çakmaklı’nın komik diyaloğu geldi. Hani “Seviyorum, de” diye başlayan diyalog. Ne alakası varsa. Hafıza işte, onun da oyunları var. Uyku sersemi de olsa, senin kahraman da unutkanlık sergiliyor. Adını hatırlamıyor yavuklusunun. Bana böylesi olmadı henüz.
“Haklı olabilirsin ama yine de çamaşır suyu kokunca ellerin, hayır, sen çok güzel öpüyorsun boynumu. “ cümlesi ne kadar sıcak. İçimde bir daha okuma hissi uyanıyor. Okuyorum bir daha.
Bazı cümlelerde ifade yanlışlarına rastladım. Bu yanlışlar sinir bozucu. Aslında senin yapacağın yanlışlar değil. Sebebini, dönüp bir daha okumuyorum, diye söylemiştin. Yoksa, ilk okuduğunda farketmemene imkan yok.
Düşünsene, yazıya konsantre oluyorsun. Aslında bu konsantrasyonun sebebi okur değil, bizzat yazının kendisi.Yazı sarıp, sarmalamış, içine almış seni. Daha da doğrusu, güzel yazıların bir melodisi olur. Yazıyı okutan da işte bu melodidir. Senfonik olanları en zevkli olanlarıdır. İşte bu cümle hatalarına rastladığın an melodi bozuluyor.Güzel bir plak dinlerken plaktaki cızırtıların verdiği rahatsızlığın benzeri bir hali düşün! Pek de hoş olmadığını sen de teslim edersin. Orada kaybedilen sadece vakit değil, okuma zevki de oluyor çoğunluk.
“Metan tadı”nı biraz zorlama buluyorum ilkin, ama kahramanın işinden dolayı makul geliyor. Hatta yaratıcı buluyorum bir kaç saniye sonra.
TV, notebook gibi ekranların boyutlarının inç olarak yazılması gerçekten sinir bozucu. Ben hala bir şey anlamıyorum. Ancak elimde varolanlarla kıyaslama yaparak bir tahmini değer canlandırıyorum kafamda. Bu konuda erkekler kadınlardan daha iyiler. İlgi alanlarına daha çok girdiğinden olsa gerek. İşte bu inç mevzusunun geçtiği, karısını bolca övdüğü bölümden, “Buzdolabının motoru çok çıkarıyor” cümlesi var hani. Burada da buzdolabının çıkardığı şeyin ses değil, mesela, koku ya da ısı da olabileceğini düşünmedim değil.
Sümer Lisesi denince aklıma hep Kayseri gelir. Başka kentlerde de var mıdır, acaba? Kahramanın yanlış bildiğini sandığı şey doğru aslında: Kimyasal birleşik değil, bileşik doğru olan.
Öyküyü oldukça renkli, merak çeken konularla zenginleştirmişsin. Bunca konunun üzerinde naif bir aşk hikayesi tüm öykünün fonu olmuş. Hangi olay aktarılırsa aktarılsın, arkadaki fon-aşk kendini unutturmuyor.
Beğendim öyküyü, ayırdığım zamanı güzelleştirdi. Eline sağlık.
Dün gece yine bir yığın öykü okuması yaptım. Öyle berbat öykülere rastladım ki, anlatamam. Hatta biri meşhur bir ödülün de sahibiydi. Bunu aklım almıyor. Ödüller verilirken kıstasları ne bu organizasyonların diye bir arama yaptım. Okuduğum şeyler ki eğer doğruysa, skandal kıvamındaydı. Bir örnek vardı hatta, en çarpıcı olanı oydu galiba. Ödülü verdikleri adam, ödül sahibi organizasyonun başındaki adamın askerde komutanıymış. İyi davranmış galiba. Adamın, komutanın yani, başka da hiç kitabı olmamış.
Başka biri de seçici kurulun onca aday eseri asla okumadıklarını iddia ediyor. Haklı olabilir zira, özellikle roman dalında aday eserler onbinlerce sayfa ediyor.
Finali çok sıcacık buldum. Bir aşk masalından dökülmüş gibiydi cümleler.
Sağlıcakla,
HakkınSesi
Yeşilçam filmlerinin özellikle müzikleri, ister italyan, ister Türk müzisyen yapmış olsun fark etmiyor, çok çekici geliyor, hüzünlü.
Ne bileyim, o metan tadı ağzımdan hiç çıkmıyor örneğin, olur olmaz insan kederleniyor.
Sağolun her daim.