- 924 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
412 - MERHAMET
Onur BİLGE
O günkü buruk veda içime evlat acısı gibi oturdu! Bir sıkıntı bir sıkıntı… Durdum durdum, duramadım, öğleden sonra havaalanını aradım. Uçak kalkmadan Çisem’le son bir defa daha konuşmak istiyordum. Defalarca aradım, çok rica ettim. “Mutlaka ulaşmam lazım!” dedim. Birkaç defa anons edildi, ulaşamadım. Konuşturamadılar. Uçağa binmek üzere turnikeyi dönmüş.
Gidiş o gidiş. Bir daha da haber alamadık. Zaten biz de Antalya’da çok kalmadık. Okulların açılması nedeniyle Bursa’ya döndük. Zaman zaman olay aklıma gelmedi değil. Onun perişan hali, çaresizliği bir süre gözlerimin önüne geldi durdu. Birkaç kere annemle o konuda konuştuk. Kolye hakkında:
“Müslüman, dinini bilmezse, ikona da inanır mikona da... Nazar boncuğuna da inananlar var ya…” dedi. İçim yanarak:
“O kız evlenseydi, biraz toparlardı kendisini. Dinini de öğrenmeye başlamıştı. Ne güzel bir insan olacaktı! Ne güzel bir eş, ne iyi bir anne… O da çocuklarını eğitecek öğretecekti… Fırsat vermediler!” dedim.
“Onu da kınamamak lazım… Ana fabrikada, baba meyhanede… Buralarda olsa, toplum baskısı diye bir şey var. Ayıp var, sayıp var! Orada kim kime dum duma! Tanıyan yok, bilen yok! Burada yine insanlar birbirini güdüyor. Bir yanlışını gördü mü ikaz ediyor. Biri sataştı mı sahip çıkıyor. Oralarda kim kime arka olur!”
Babam, okumakta olduğu gazeteyi biraz aşağıya indirdi. Gözlüklerinin üstünden bize doğru baktı ve:
“Zavallı kızcağız!” dedi. “Öyle toplumlarda kızların çoğu başıboş… Kendi bedenine gösterdiği saygı ne kadar fazla olursa olsun, akıntı kuvvetli olduğu için sürüklenip gidiyorlar, girdaplardan çıkamıyorlar! Zaten o çağdaki gençler söz dinlemiyor. Anne baba iyiyi kötüyü anlatsa, ne yapmaları gerektiğini öğretse de anlayan kim!”
“Nasıl bir vicdanları var bunların! Hiç mi rahatsız olmaz! Bir genç kızın hayatını karartırken hiç mi düşünmezler!” dedi annem, oflayıp puflayarak.
“Öyle sorumsuzca yaşamak, onların yaşam tarzı haline gelmiş. Sevginin, aşkın falan pek değeri yok o cemiyetlerde. Nefis konusunda hayvanlar gibiler. Sadece erkekler değil, kadınları da acayip olabiliyorlar. Hayvanlardan mesela erkeğini yiyen örümcekler vardır.”
“Karadullar…”
“Evet. İşte onların dişisi çok vahşidir. Ona erkek dayanmaz! Çiftleşme bitince hırçınlaşır, erkeğini oracıkta çıtır çıtır yer! Fakat aralarında uyanık erkekler de vardır. Onlar, önce bir sinek yakalarlar, yanlarına hazırlarlar. Çiftleşme biter bitmez hemen geri çekilip, hırçınlaşan dişi örümceğe sineği yem olarak sunarlar, kendileri oradan yavaşça sıvışırlar.”
“Erkek ya da kadın… Nefisleri için birbirlerini rahatça harcayabiliyorlar! Yuva kurmak, sorumluluk almak zorlarına gidiyor.”
“Avrupalılar o konuda oldukça rahatlar. Hele İsveç’te herkes çok daha rahatmış… Kutup ayıları gibi yaşıyorlarmış. O ayılar ilkbaharda çiftleşirler. Aile hayatları yoktur. Eşleri geçicidir. Çiftler arasında hiçbir bağ olmaz. Sadece ihtiyaç ve üreme için bir araya gelirler. Aralarında sevgi ve bağlılık olmadığı için seçici de değildirler. Önlerine gelenle bir araya gelirler. Sonra yollarına devam ederler.”
“Oh, ne âlâ memleket!” dedi annem, kinayeli bir biçimde.
“İsveç’te kutup ayıları var mı ki?” diye sordum ben de. “Acaba sirayet mi etmiş?”
“Hayır. Sanmıyorum. İsveç’te kutup ayısı yoktur, daha kuzeyde vardır ama onlar o yönleriyle onlara benzerler. Bir takım kurallara uymak zor gelir. İsveçliler: “En zor sizin dininiz!” diyorlarmış. “En güzel şeyler sizde yasak!” Neresi güzel o şekilde yaşamanın! Önüne geleni kirletmenin, bırakıp gitmenin neresi güzel!”
“Bize yasak edilenler belli… Bireyler ve toplum yararına… Bizim dinimiz, insanları, hayvanları ve bitkileri korumak için insanların birbirine ve doğaya zarar vermesini yasaklamış. Bütün hak dinlerde bunun böyle olması gerekir. Onlarda öyle değil miymiş!”
“Öyledir zaten. Nasıl kanunlar insanları, hayvanları, bitkileri korumak için yapılmışsa, Allah’ın kanunları da aynı amaçla tasarlanmıştır ve her hak dinin temelinde yer alır. Onlar, din kurallarını da kendi hayat tarzlarına ve menfaatlerine göre değiştirmişler. Kitaplarını tahrif etmişler. İşte onun için hükmü kaldırılmış ya… Aksi halde kitap üstüne kitap indirilmezdi! Elimizde tek tahrif edilmemiş kitap olarak Kur’an’ı Kerim var.”
O gideli altı ay kadar oldu olmadı... Bugün bir telefon gelmiş, Antalya’dan… Oradaki komşularımızdan birinden… Hal hatır sorulduktan, dereden tepeden bahsedildikten sonra Gülsüm Hanım çıkarmış ağzındaki baklayı:
“Çisem var ya… Hani Almanya’ya gitmişti ya… Çalışıp kazanacaktı da Âdemgilin burunlarını kıracaktı ya…”
“Evet, ne olmuş ona?” diye sormuş annem.
“Ölmüş! “Trafik kazası…” diyor anneannesi ama biz pek inanmadık. İntihar etti galiba… Onca üzüntüden sonra… Olacağına bak!” demiş.
Akşamüstü eve döndüğümde, kapının eşiğinde öğrendim acı haberi. Gencecik bir kız, vicdansızlar yüzünden, on sekizine değmeden, gelinlik giymeden toprağa girmiş!
“Kim verecek Çisem’in hesabını Allah’a? Her şey bir tarafa, dinini bile öğrenemeden gitti garibim!” diye ağlamaya başladım. Kitapları bir tarafa, çantayı bir tarafa fırlattım! “Anne, sen de yani… Daha kapıdan girer girmez müjde verir gibi… Biliyorsun benim böyle konulardaki hassasiyetimi!”
“Doğru! Çok haklısın! Haklısın da… Ben de hazmedemedim ki! Öğrendiğimden beri yanıyorum! Gözyaşlarıma mâni olamıyorum. Düşüncesizce davrandım ama kendimi tutamadım işte!”
Oldum olası ölüm haberlerini en son ben duyarım. Kazayı belayı, yaralanmayı falan benden gizlerler. Kendi hastalıklarını, ağrılarını sızılarını bile duyurmazlar. Geçince bahsederler. Dayanamam ben! Günlerce tesirinden kurtulamam! Uyuyamam bile! Hele ölüm haberlerine karşı aşırı bir duyarlılığım vardır. Hayal âlemim çok farklı işler. Ona adapte olurum. Sanki o ben olur, ben o! Ölen kim olursa olsun, bu böyledir. Hele hele tanıdığım ve sevdiğim birisiyse bittim demektir!
Transa geçmiş gibi olurum. Ölüm ânından kabre girmesine kadar, oradaki halinden, sorgusundan sualinden sıkıntısına kadar… Sanki toprak onunla beraber beni de alır içine… Onunla birlikte beni de sıkar! Öylesine daralırım ki anlatamam!..
Sonra annesi olurum bir anlamda… Babası olurum, yakınları olurum, ara ara... Yine aynı durumdaydım. Çisem oldum birdenbire. Ölüm anındaki bakışlarıyla bakmaya başladım. Kaşlarım çatıldı, dişlerim sıkıldı. Istırap çeken birinin yüz ifadesi gelip yerleşti yüzüme. Baktığım her yerde onun hayali belirmeye başladı. Anılarımız canlanmaya başladı, karmakarışık bir halde…
Onlarda sofradayız. Masada tam karşımda oturmakta, hem yemeğini yemekte hem gülüp konuşmakta… Yemeği biter bitmez fırlamakta! Dans edercesine dolanıp durmakta, masanın etrafında… Kelebek gibi uçuşmakta…
Sonra merdivenlerden hızla inip çıkmakta… Düz sarı saçları tel tel havalanıp inmekte… Sureleri okumaya çalışmakta değişikliğe uğramış telaffuzuyla… Arada elini cebine sokup verdiğim kâğıtlara bakarak kopya çekmekte…
Birlikte kırlara çıkmışız. Hem dolaşıyoruz hem salavat getiriyoruz. Sondan başlıyorum öğretmeye… Son sözcüğü düzgün bir şekilde söylediğinde, sondan ikinciyi veriyorum. İkinciye üçüncüyü, üçüncüye dördüncüyü ekleyerek tamamına kadar devam ediyor, sonra tümünü tekrar tekrar söylüyoruz. Bunu yaparken her adıma bir sözcük denk getirmeye çalışıyoruz. Sağ eli sol elimde… Biraz başka şeylerden bahsedip tekrar salavata dönüyoruz. Gezi süresince salat selam gönderiyoruz Kâinat’ın Efendisine…
“İnşallah, şefaatine nail olur!” diyorum, kendi kendime.
“Efendim! Ne dedin?” diye soruyor annem. Tekrarlıyorum ve o ikindi zamanından söz ediyorum. Salavat ezberleme yürüyüşümüzden…
“Allah taksiratını affetsin! Mekânı cennet olsun!” diyor. “Onu o hale getirenler utansın! Hazır olsunlar vakitlerine! O vakit, onlara da gelecek! Çok kişi hesap verecek, Allah’a! O narin eller, çelik gibi yapışacak yakarına, o ojeli uzun tırnaklar boyunlarına geçecek! İnşallah Allah onu affeder! Cennetiyle, Cemaliyle şereflendirir!”
“Amin! İnşallah!.. Allah günahlarını affetsin! İnşallah öyle olur! O gün camide nasıl ağladı!.. “Neyim ben? Hıristiyan mı!.. Müslüman mı?” diyerek… O anda ne kadar samimi bir şekilde dininin öğretilmemiş olmasından yakınıyordu! Bir Beraat Kandilinde, dinini kendisine öğretmeyenleri Allah’ın evinde O’na şikâyet ediyordu. Belki o gözyaşları içinde feryat ederken Allah onu affetmiştir! Allah, merhametlilerin en merhametlisidir! O hal, nasuh tövbesinden sayılır inşallah!”
“İnşallah, kızım! Allah affedicidir. Tövbe edilen ve bir daha işlenmeyen her günahı affeder. Üstelik tövbelerini bozmayanların tüm günahları sevaba çevrilerek sevap hanelerine kaydedilir.”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 412
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.