- 456 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KASIRGA ÇIĞLIKLARI
Bembeyaz bir çarşaf, beyaz bir yorgan, beyaz renkte bir gardırop, bembeyaz duvarlar. Bana çok yabancı bir oda. Hem ben beyaz rengini sevmem ki. Neden? Her yer bembeyaz. Gözüm komodine takılıyor. Onun rengi farklı, uçsuz bucaksız denizler gibi masmavi özgürlük gibi. Kabartmaları var, özenilerek yapılmış belli. Komedinin her yeri melek motifi komik değil mi? Üzerinde çeşit, çeşit ilaçlar, makyaj malzemeleri ve bir resim. Elime alıyorum, resimdeki insanları tanımaya çalışıyorum. Tanıdığım insanlar olmalılar ki yatağımın başucuna konulmuş bu resim. Herkes çok mutlu, hepsinin ayrı, ayrı gülüşlerinde çocukluk anılarını hatırlar bir gülümseme. Çocukken mutlu muydum? Hafızamı yoklarken her çocuk mutlu olur ki deyiverdim geçmişime. Pembe rengidir çocukluk. İstediğiniz her şeyi yaptığınız en büyük yanlışlarda bile affedilebilecek bir oyundur çocukluk. Çocukluğumun; insanlara olan büyük, çıkarsız, saf sevgimin her geçen gün büyüdükçe azaldığını görmemle kendime olan saygımın bitmesi, arada geçen uzun ama ufak yıllar içerisinde biriktirdiğim insancık anılarından ibaret olduğunu düşünmemle keyfim kaçtı. Neden buradayım kestiremiyorum. Zoraki gülümsemelerle odama girip çıkan yaşını başını almış adamlar. Yine beyaz renkte gömlekler giyiyorlar. Her yerimi beyazlar sardı sanki “Aman tanrım ben nereye düştüm böyle” diye mızmızlanıyorum. Sesim çıkmıyor ama düşüncelerim karşıma geçmiş hesap soruyor sanki. Köşeye sıkıştırılmış yavru kedi gibi sinirleniyorum. Tüylerim diken, diken biri gelse tırmığı sallayacağım yüzüne o kadar gerilmiş durumdayım. Biri baksa ah gözlerime baksa neler anlatacağım da kimsenin benimle ilgilendiği yok. Çığlık atıyorum acı, acı ama duymuyorlar beni. Ben duyarken bu insanlar neden duymuyor çığlıklarımı, çıldıracağım. Sonunda; “Ne oluyor burada, neden buradayım?” cümlesi dökülüyor dudaklarımdan ve ilginçtir odamda bulunan, diğerlerine göre yaşı daha genç bir bayan söylediklerimi duymuş olacak ki; somurtkan yüz ifadesi bir anda siliniyor yüzünden ve en sevimli tavrını takınarak “Korkma yavrum. İçtiğin ilaçların etkisiyle bünyen biraz zayıf olduğu için seni haddinden fazla etkiledi. Şu an hastanedesin”. Hatırladığım en son şey evde olduğumdu. Bu bayanın cümlelerini anlamaya çalıştığım fakat boş sözler gibi gelen seslerden ibaret olduğunu düşündüğüm aşikârdı. Her zaman geçirdiğim ufak çaplı krizlerin sonucunda hastane yollarını aşındırdığımız günlerin sayısı yüzleri geçmişti fakat bu kadar uzun süre hastanede şuurum kapalı yattığım olmamıştı. Bunu açıklamak zorunda kalan yine o bayandı. Etrafımda ne tanıdığım bir yüz ne de sıcak bir gülümseme vardı.
Günler çok sıkıcı geçiyordu. Neredeyse her gün birbirinin aynısıydı. İlaçlardan kaynaklı sürekli uyku uyuma isteğimin önüne geçemiyordum. Hızla kilo alıyordum. Toplantılar, yeteneklerimize uygun uğraşlar, el işi zamanlarımız, yeni insanlar, yeni hayatlar, bizi topluma kazandırmaya yönelik uğraşlardan ibaret geçen koskoca bir ay. Hafızam o dönemde ufak çapta sekteye uğrasa da sanırım en çok annemin ve babamın desteğiyle toparlanmaya çalışıyor, hayata tutunmaya çalışıyor gibi yapıyordum. Evet, “gibi yapmak.” Sizi bilmem ama her görüş gününde beni görmeye gelen anneme, arada sırada gelen yakınlarımıza “Ben iyiyim, sizin ruh haliniz nasıl?” kahkahaları atmak, gelenlerle şakalaşmak, bana acıyarak gözlerime bakanlara inat, ayaktayım mesajını vermek. Oscar ödüllük bir sinema yapıtının başrol oyuncusuydum sanki. O görüş günlerinden biriydi yine. Annem yalnız gelmişti. Gaz odası adını verdiğimiz sigara içme odasına girdik. Bana olanları anlatmasını, şuurum kapalı geçirdiğim günleri ve hastaneye yatırılış hikâyemi dinlemek istiyordum. Hala soru işaretleri vardı kafamda ve yerine oturmayan taşlar… Annem anlatmak istemiyor gibiydi. Yüzünde tekrar, tekrar aynı şeylerin yaşanmasının vermiş olduğu bir yorgunluk, bitmek bilmeyen; sonu aynı olan olayların vermiş olduğu bir sıkıntı vardı. Fakat aldırmıyordum. Annem kem küm ettikçe üzerine gidiyordum, olanları öğrenmek benim hakkımdı. Sonunda istemeye, istemeye anlatmaya başladı. Bir Pazartesi günü yeni bir kriz. Sonuç yine hastane yolları. Apar topar odaya alınan ben. Sevgili doktorumun iğnenin yan etkilerinden bahsetmeyişi ve tam tamına beş gün kayıp olan hafızam. Annem anlattıkça “Anne gözlerim görmüyor.” diyerek attığım çığlıkların beynimde yankılandığı ve olayı hatırlamaya başladığım anlar… Yavaş, yavaş fotoğraf makinesinin flaşı gibi beynimde patlayan kesitler geçiyordu gözlerimin önünden. Sakinleşmem için iğne vurulmaya gitmiştim, daimi refakatçim annemle birlikte. Doktor durumumu görünce üç ilaç karışımı bir iğne yazdı reçeteye. Hemen reçetedekiler alındı. İş yoğunluğu yüzünden, yorgunluğu yüzüne vurmuş, iri yarı, korkutucu bir hemşirenin odaya geçin demesiyle benim gözyaşlarım anında yolunu buldu ve akmaya başladı gözlerimden. Çocuk gibi ağlamaya başladım. Yaşanan onca şey canımı yakmıyordu sanki. Bir de bunun için ağlıyordum. Ufacık bir iğne. Ne kadar acıtabilirdi ki canımı, yaşadıklarım bu kadar ağır gelirken yüreğime… Sonunda ağlaya, sızlaya iğneyi vuruldum. ”Kocaman kızsın, ufacık iğneden korkuyorsun” dedi hemşire. Bedenimin büyük olmasına kanarken, ben ise; “Kalbim yeni doğmuş küçük bir çocuk daha, çırpınıyor diyemedim.” Sonrasında eve geldik. Annem, yemek sofrasını hazırladı. Her zaman ki gibi bir şeyler yemem için diretiyordu ben yemeyeceğim, istemiyorum dedikçe. Mecburiyetten ve biraz da annemi kırmamak adına oturdum masaya. Yarım saat geçti, geçmedi dudaklarımın uyuştuğunu ve eğrildiğini hissettim. Vurulduğum iğnenin etkisi sanırım, diyerek umursamadım. Bir anda gözlerim görmedi, karanlıkta kalmıştım sanki çığlıklar atıyordum gırtlağımı yırtarcasına “Anne görmüyorum” diyerek ağlıyordum. Ellerimin ve ayaklarımın hissini kaybetmiştim. Annemin çığlıkları benim çığlıklarıma karışıyordu. “Yavrum ölüyor. Yardım edin.” Sürekli aynı tonda ve aynı kelimeleri haykırıyordu, gözyaşlarına karışıyordu yalvarışları. Bağrışmalarımızı komşular duymuş olacak ki; Birileri benim kollarımın arasına girdi ve bir yere sürükledi. Sonrası kayıptı, hatırlamıyordum hala. Annemin gözyaşları dökülüyordu ortak kırık, dökük hikâyemizin sayfalarına. Kayıp olan kısım annemin dudaklarından dökülen birkaç cümleyle tamamlanacaktı sadece. En yakın dostumuz olan Serpil Teyze’nin beni banyoya sokması ve soğuk bir duş ardından beş gün ama benim için yıllar gibi gelen uzun bir sessizlik. Karanlık bir ölüm uykusundaydım sanki. Her gün gözlerim kapalı lavaboya götürülüşüm, anne içgüdüsüyle acıktığım zamanlarda bana yemek yedirişini anlatıyor, her bir kelimeyi boğazına takıla, takıla zor bela çıkarıyordu dudaklarından. “Gözlerim hep kapalı mıydı anne?” dediğimde “Gözlerin, aklın, bedenin, yüreğin uykudaydı kızım. Çok önceden yapmamız gereken şeyi yaptık. Babanla ortak bu kararı alırken; ikimiz içinde çok zor zamanların bizi beklediğini biliyorduk. Fakat bu kararı vermeliydik. Söz konusu olan senin sağlığındı ve en kısa zamanda tedavi olman gerekiyordu, geç kalınacak bir dakikamız bile yoktu ve hastaneye yatırıldın.” Her şeyi daha net algılayabiliyor, fulü kesitler daha da netleşiyordu artık. Babam ile alakalı hatırladığım, beni görmeye geldiği günlerden birinde meşhur gaz odasına annemle girip bir süre kaldıktan sonra ikisinin de gözleri kan çanağına dönmüş şekilde odadan çıkmalarıydı. Benimle göz göze geldiklerinde ise gözyaşlarını saklayan, annemin desteğiyle ayakta durmaya çalışan koca bir çınar. Sonraları halamdan duyduğum, babamla olan konuşmalarını bana anlatırken o koca çınarın ne kadar çok üzüldüğünü ve beni canından bile çok seven babamın bana olan sevgisine artarak devam eden saygı duyuşlarım vardı. Emeklerinin boşa çıkmadığını, ayakta sapa sağlam durduğum zamanları göreceği günler fazla uzakta değildi.
Hastaneden ayrılışım daha dün gibi aklımda. Çıkış işlemlerimi annem hallettikten sonra, kaldığım odaya son bir bakışım, kıyafetlerimi dolabımdan çıkarışım ve son olarak benimle ilgilenen herkesle vedalaşmam. Cezaevinde yıllarca kalmış birinin koğuşunda yaptığı seremoni gibiydi sanki. Tek farkı kıyafetlerimi kimseye dağıtmamamdı. Sanırım kıyafetler yerine, akıllı-deli sohbetlerimi, kavgalarımı, aşklarımı, heyecanlarımı, heveslerimi ve benim ardımdan ağlayan, geçmişimi bırakmıştım oradaki herkese. Yeni bir hayatın ışıkları vuruyordu artık gün görmemiş yüreğime ya da ben öyle umut ediyordum diyelim. Hastaneyi kötü bir anı olarak ardımda bırakan ben, ızdırap dolu geçecek günlerin geldiğini nereden bilebilirdim ki. Üç koca sene içinde; baştan başlayan ve sonuç alınamayan tedaviler, bitmeyen krizler, ruhumu param parça eden, dünden kalmış bıçak sırtı ahlar ve benimle kan revan içinde kalmış acılarıyla bu zorlu yolda desteğini esirgemeyen biricik ailem. Bu karanlık dönemimde; Beynime perde inmişti sanki. Kör beynim; doğru sinyalleri vermiyordu bedenime. Aptallaşmıştım. Frenleri boşaltılmış, yoldan çıkmış bir araba gibiydim, önüme geleni savuruyordum umursamadan, hız kesmeden. İnsanlar yardım etmeye çalışıyordu, ”Kendine gel artık, toparlan. Sen çok güçlü bir kızsın. ” Cümleleri tekrarlanır olmuştu sohbetlerimizde. Evet, bir zamanlar çok güçlüydüm. Yıkıp, dağıtamazdı kimseler beni. Ama bir zamanlar… Zamanında kanıksamadığım bu öğütler, sonraları kendime fısıldayacağım, düşerken tutunacağım bir dal olacaktı benim için ve bir gün her şey değişti…
Uykusuz geçirdiğim gecelerin haddi hesabı yoktu. Oyunlarla zaman öldürmemi sağlayan bilgisayarım, ben bırakmadığım sürece beni bırakmayacak uzatmalı sevgilim sigaram ve ona eşlik eden kahvem. Beni uzun, uzun seneler boyunca terk etmeyen biricik aşklarımdı hepsi… Sabahladığım bir günün ardından annem beni rahatsız etmemek adına odamı kapatır, odamın perdelerini hiç açmazdı. Evimizde derin bir sükûnet sağlanırdı benim için. Aslında buna gerek kalmazdı. İçtiğim ilaçlar bir fili uyutacak güçteyken; evde olup bitenleri, sesleri, tartışmaları duymam olanaksızdı. Her gün rutine dönmüş bu olayın aksine bugün annem itina göstermiyor, özellikle kalkmam için yüksek bir tonda kardeşlerimle sohbet ediyor, ciddi bir mesele olacak ki; kardeşlerimin değil annemin sesi yankılanıyordu evin dört bir yanında. Yatağımın içinde birden irkildim. Uyku mahmurluğu ile bir yandan kendime gelmeye çalışıyor bir yandan da seslerin geldiği yöne doğru kulaklarımı kabartıyordum. ”Çok üzülüyorum durumuna. Elimden bir şey gelmiyor. Karanlık bir kör kuyuda sanki. Çıkarmaya çalışıyoruz hep beraber sevgimizle, fakat yüreklerimizi geri çeviriyor. O kuyuda olmaktan ve kuyunun karanlığından memnun gibi sanki. Çaba göstermiyor, kimseyi dinlemiyor. Bir körebe oyununun içinde dönüp duruyor sanki. En kötüsü yardım da istemiyor. ”Art arda sıralanan beklentiler, istekler benim yapmak isteyip de yapamadığım aslında yapmaya cesaret edemediğim hasta Gülşah’ı toprağa gömüp, yenisiyle yoluma devam edemediğimin yıllarca süregelen ve ortada olan kanıtıydı annemin kalbinden dökülen gözyaşları. Gerçekten çaba göstermiyor muydum? Yaşanılan onca şeye rağmen ayakta durmaya çalışmam ya da nefes almam yetmiyor muydu? Onlara. Aslında annemin doğru söylemleri benim bahanelerimi alt ediyordu. Bunu biliyordum. Ya kaybettiğim onca sene. Hayatımın boşa geçirdiğim ve geri gelmesi olası olmayan beş senesinin diyetini kim ödeyecekti. Ben benim hakkıma düşen acılarım, nefretlerim, gözyaşlarım, param parça olan bedenim, ruhum ve her bir zerremle ödemişken. Ya onlar… Yatağın içindeydim hala. Düşünceler yiyip bitirirken beni titremeye ve kasılmaya başladım. Aniden doğruldum. Yorganı bire hışımla üzerimden attım ve pencereye doğru yöneldim. Camı açtım. Hızla çarpan kalbimin atışlarını kontrol altına almaya çalışıyor bir yandan da gözlerim kapalı psikoloğumun söylediği şeyleri uygulamaya çalışıyordum. ”Atağın geldiğini hissettiğin an 1’den 10’a kadar say ve nefes al. Bir sayı ardından derin bir nefes, ardından bir sayı ve bir nefes daha. ”Saydığım her sayı ve ardından aldığım her derin nefes sakinleşmemi sağlıyordu. 8 derin bir nefes, 9 bir nefes daha ve 10… Kalbim göğüs kafesimi parçalayıp çıkmak için uğraşmıyordu artık. Daha iyiydim. Atak geçmişti. Gözlerimi açtım. Uzun bir zamandan sonra gün ışığını görüyordu gözlerim. Sıcaklığı göz kapaklarımı yakmasına rağmen inatla ışığın geldiği tarafa doğru bakmaya devam ediyordum. Sayısını bilmediğim günlerde sabah ezanına doğru yatan vücudum akşam saatlerinde anca kendini toparlayıp yataktan kalkabiliyordu. Günü yaşamıyordum aslında. Gördüğüm bilgisayar ekranının ışığından başka bir şey değildi çoğu zaman. Güneşin ılık, ılık yüzüme vuruşunu, iliklerime kadar ısınan bedenimin hayata dönüşünü izliyordu her bir hücrem. Işığın anne yumuşaklığıyla dokunduğu her bir yer can buluyor ve yeniden uyanıyordu. El veriyordu sanki intihara meyilli, uçurumun kenarında bekleyen ruhuma… Üzerime atılan ölü toprakları kayboluyordu; zerre, zerre gidiyorlardı benden, ıssız mahzenlerimde dövülmüş, yorulmuş yüreğimden… Kara bulutlar dağılıyordu artık benliğimden. Yıllardır yağmur yağdırdığı, kasırga olup darmadağın ettiği yaşamımı sonunda terk etmeye karar vermiş; yerini yıllardır beklediğim, hasret kaldığım günlük güneşlik masmavi bir gökyüzüne bırakmıştı.
Annem bizimkilerle olan konuşmasını bitirmiş olacak ki, olan bitenden bir haber şekilde odama girdi usulca. Yanıma geldi. Yanağıma bir öpücük kondurdu ve seni seviyorum kızım dedi kısık bir ses tonuyla benim uyuduğumu düşünerek. Odadan çıkarken benim gözlerimden son kez dökülen iki damla gözyaşı ve geriye ilk defa benim için huzur dolu bir uyku bırakarak…
Ertesi sabah uyandığımda kuş gibi hafiflemiştim. Geçmişim omuzlarımda; senelerdir bir yüktü taşıyamaya korktuğum. Artık özgürdü kendisi, bırakmıştım sonsuzluğa. İstediği yere gidebilirdi artık. Yanlışlarımın hesabını geçmişime değil hayallerime verecektim bundan sonra.
Kendi geçmişlerinden onur duyan, karanlık anılarına bakmadan beni yargılayacak olanlar; dışarıdan yıldız gibi parlayan kalpleri bir bataklıktan farksız ruhsuzlardı aslında. Hep öyle olmuştu. Değişmemişti bu. Gelmişim, geçmişimde karşılaştığım ve geleceğimde de olmazsa olmaz; “Düşünceleri ve kalpleri engelliler” biliyorum olacaklardı. Ama bir fark vardı. Zamanında ezip geçilen ben iken; bedeninde bakire, beyinlerinde fahişe ruhlarını ezip geçen yine ben olacaktım. Benim iyi olmam, karanlığımdan çıkıp, aydınlığıma kavuşmam onların kafatasında onarılmayacak bir delik açan ufacık bir kurşundu aslına bakılırsa.
Tünaydın anneciğim. Ne güzel bir gün değil mi?”Bugün dışarıya çıkıp biraz hava almak istiyorum iznin olursa. Elimi yüzümü yıkayıp kendime geleyim, güzel bir kahvaltı yapalım birlikte. ”Annem “Neden erken kalktın?”diyebildi sadece. Ben elimi, yüzümü yıkarken bir yandan da melodiler yükseliyordu banyodan. Bir radyodan değil elbet benden geliyordu bu sesler. Bir şeyler mırıldanıyordum, annemin şaşkınlıkla birbirine karışan gülümsemelerine aldırmayarak. Güzel bir kahvaltının ardından yakılan karşılıklı sigaralar ve bu değişimin sebepleri konusunda ciddi bir konuşma yapmamı bekleyen annemin birbiri ardına fırlattığı soru dolu bakışların ardından başladım anlatmaya.” Uzun süredir sonucu hüsran olan bir savaşın içindeyiz. Bu zorlu savaş hepimizin ayrı, ayrı ruhunda ve kalbinde kapanmayan ve hiçbir zamanda kapanmayacak derin yaralar açtı. Bu dönemde hiç kimse yoktu yanımda, buhar olup uçmuşlardı sanki. Ne bir arkadaş ne de zamanında mangalda kül bırakmayan “Senin her zaman yanındayım” diyen canlarım, ciğerlerim şimdilerde ise; Gülşah tarihinin tozlu sayfalarında adı bile geçmeyen hiçler. Siz vardınız hep. Benimle savaştınız, benimle güldünüz, benimle ağladınız. Yeri geldi Goncam başımda Kuran-ı Kerim okudu boncuk, boncuk ağlarken… Gamzem; gecenin bir vakti yalın ayak, kendimi bilmez bir halde, dış kapıyı açıp giderken beni durdurup, sonrasında gözlerinde silinmesi imkânsız bir korkuyla elimi yüzümü yıkayıp usulca yatağıma yatırdığı zamanlar…” Dökülen gözyaşlarım değildi, anlattıkça o anları hatırladıkça acılarım dökülüyordu gözlerimden. Annem tam konuşacaktı ki “Sonuna kadar sadece dinle anne.” Diyebildim sadece. ”Senin ve babamın çektiği acıları, ızdırapları söylemiyorum bile. Hiç bir anne, baba kızını kaba tabirle deliler hastanesinde görmek istemez. Ben böyle olmasını istemedim anne. Sen bizimkilerle konuşurken söylediklerini duydum. Ben karanlığımdan, sabaha kadar bilgisayar başında vakit öldürüp akşama kadar yatmaktan, hiçbir işe yaramamaktan, tabiri caizse ot gibi yaşamaktan, iki cümleyi bir araya getirip konuşamamaktan, insan içine çıkamamaktan memnun değilim anne. Hem de hiç. Verdiğin ilaçlar beni öldürüyor anlıyor musun? Beynimi, bedenimi, ruhumu, her şeyimi öldürüyor anne. Ses tonum yükseldikçe yükseliyor, bütün olanların suçlusu annemmiş gibi her şeyin faturasını anneme kesiyordum bilmeden ve istemeden. Aniden masadan kalktım ve banyoya yöneldim. Hırsla ve bir o kadar da kızgınlıkla hıçkıra, hıçkıra ağlarken bir an durdum. Aynaya baktım. ”Bütün olanların suçlusu sensin aslında o kadın değil. Sen kimsin? Sen senelerdir bir hastalıkla baş edemeyen, zayıf karakterli, mızmız, hasta ruhlu, pasifin tekisin. Sen bu kadının ömründen ömür çalan bir hırsız, iflah olmayacak, hiç kimsenin sevgisini hak etmeyen bir zavallısın. ”Soğuk suyu yüzüme çarptıkça kendime geliyor sakinleşiyordum yavaş, yavaş. Tamamen kendime geldiğimde tekrar masaya oturdum. Bir sigara yaktım ve yarım kalan konuşmama devam ettim. ”Ben eski ben olmak istiyorum. Neşeli, mutlu, haylaz, şımarık, eğlenceli, dur durak bilmeden konuşmak istiyorum, susmak istemiyorum anne. İnsanlara boş gözlerle bakmak istemiyorum. Onların gözünde değerlileri oluyum istiyorum. Benimde cümlelerim var. Noktalarım benim bitirdiklerim, virgüllerim benimle devam etmesini istediklerim. Yeniden doğmak istiyorum. Bedenim yaşarken, ölen kalbimi ve ruhumu diriltmek istiyorum anne. Ölü topraklarını attım üzerimden. Beni kendime getirdi, senin umutsuz cümlelerin, benden vazgeçişlerin gönlünden akan üzüntülerin. Ne demiş üstat; Nefes alıyorsak, umut var demektir. Yaşıyorsam eğer; size yaşattıklarımı unutturacağım. Benimde umudum bu olacak.” Annem sözümü kesmeden dinledi beni ve sevgi dolu gözlerle gözlerime bakarak, ”Sen benim kızımsın, canımdan bir parçasın. Uzun zamandır bu karanlıktan çıkmanı bekledim sabırla. Mücadele etmezsen hayatta kazanacağın başarılarının da tadını çıkaramazsın. Her mücadele senin için bir tecrübe. Her tecrübe de çizdiğin yolda sana ışık tutacak bir lamba olacak. Karanlığına her zaman ışık olacak birileri olmayacak yaşamında. Bazen karanlık bir kuyuya düştüğünde ışık olacak kişi sen olacaksın karanlığına. Verdiğin ve vereceğin her karar da ailen her zaman destekçin olarak yanında olacak bir tanem.”
Ardından dakikalarca süren, içimi ısıtan bir kucaklaşma. Bedenlerimizin ve kalplerimizin kucaklaşmasıydı bu, gözyaşlarımız bize eşlik ederken…
Ertesi gün çok güzel bir sabaha uyandım. Güzel bir kahvaltı yaptık ailemin bütün fertleriyle. İlk defa herkesin yüzü gülüyordu. Yıllarca komada kalmış birinin yeniden gözlerini açtığı an ve sevdiklerinin o anda beklemekten yorgun fakat yaşama tutunduğu için tarif edilemez bir mutluluk, umutsuz bekleyişin umuda ermesi ve bir oh çekmeleri vardı bizimkilerin ayrı, ayrı gülümsemelerinde. Gülüyor, şakalaşıyor ve sohbet ediyorduk. Eskiden olduğu gibi… Yemek faslı bitince odama geçtim. Perdeleri açtığımda güneş yeniden doğuşumu kutluyor gibiydi gökyüzüyle birlikte. Gökyüzü daha maviydi ya da bana öyle geliyordu. Güneş her zamankinden daha güzel, daha parlak ışıl, ışıl geliyordu gözlerime. Bir şişe şarap açmışlar güneş daimi dostu gökyüzüyle birlikte kadeh tokuşturuyorlardı şerefime.
Yeniden doğuşum ile bugün arasında geçen koskoca iki yıl. Anılarım, aşklarım, gözyaşlarım, acılarım oturmuşlar sohbet ediyorlar beni umursamadan. Sanki olanlar hiç yaşanmamış gibi hayatımı darmaduman etmemişler gibi kahkaha atıp gülüşüyorlar durmadan. Beni tanıyan herkes “Zamanında üzülüp, ağladıklarına daha sonra gülüp geçeceksin.” Derken “Siz nereden bileceksiniz, beni anlamanız için benim gibi olmanız lazım.” Derdim çoğu zaman. Şimdilerde yaşadığım bu oysa. Bu iki senede öğrendiğim tek şey acılarınla dost olup yeri geldiğinde gülüp, yeri geldiğinde ağlamasını, yeri geldiğinde ise çilingir sofrasını kurup dertleşmesini bileceksin. Parlak fakat fırıldak hayatlarında ikiyüzlü aşklar yaşarken senin ruhunu bilmeden, seni tanımadan daha en kötü yaftayı rahatlıkla utanmadan hayatına yapıştıranlara inat umutlarını öldürmeyeceksin ki ben aynen öyle yaptım. Kitap okumaya, edebiyata lise zamanlarında başlayan ilgimin ölmesine izin vermeyip başkalarının anılarını kendi yazdığım şiirlerde, hikâyelerde buldum ve yazmaya başladım. Yazdıkça rahatladım. Ben sustum kalemim konuştu çoğu zaman. Eğitimime devam etmek için adımlar attım. Sınavlara girdim. Geleceğim için, ailem için, boşa heba olan senelerim için. Ve kazandım. Bana acıyanlara, beni hor görenlere, bu kızdan ne köy ne de kasaba olur diyenlere inat. Yeni şeyler öğrendim, yeni şeyler kattım hayatıma. İki lafı bir araya getirip konuşamazken tartışır oldum insanlarla, savundum kendimi, düşüncelerimi. Yeni renkler, yeni isimler, yeni ritimler girdi hayatıma. Mavi renkli karakterlerle tanıştım, özgürdüm yanlarında. Ben gibiydim Gülşah gibi. Siyah renkliler ise; Melankoliye ittiler beni. Daha çok üzüldüm, yıkıldım, düştüm ama kalkmasını bildim. Gri renkte olanları en kötüsüydü. Nasıl davranacağımı bilemedim. Ne kendim gibi olabildim ne de onların istediği gibi. Farklı romanlar okudum. İlgi çekici, rengârenk kapakları vardı. Sayfaları çevirdikçe insanlıktan nasibini almamışlardı. Kör kalpleri vardı. Hiç kimseye faydası olmayan kendilerine bile saygılarını yitirmişlerdi. Asıl onlardan ne köy ne kasaba ne de kaza olurdu, anlıyordun. Düz, sade, kitapçıların raflarında tozlanmış, alınmaya bile değer görülmeyen kitapları alıp okudum. Sayfalarını çevirdikçe heyecanlanıyordun, sonunu merak ediyordun. Hayranlık duyuyordun çevirdiğin her bir sayfada, okuduğun her bir cümlede.
Dansın ritimleri girdi hayatıma sonraları... Ritimler en güzel alışkanlığım oldu. Güzel arkadaşlıklar kurdum. Yeni hayatlar tanıdım. Tanımak, görmek istemeyeceğim yüzlerle tanıştım, hangi maskeleri taktıklarını anlamadan. Neler çektiğimi bilmeden, deli damgasını vurup “Şizofren ötekinle güle, güle diyoruz” demekten çekinmeyen ruhları, beyinleri, kalpleri ahraz yüzsüz ruhlara bir tokat gibi çarpsın vazgeçmediğim ve vazgeçmeyeceğim hayallerim.
Hastalıklı bir ruhtan, Anka kuşu yaratan sizler; Hayatınızdan geçtiğim, hayatımdan geçip giden ruhsuz bedenler. Küllerimden değil, acılarımdan yeniden doğdum ben. Mutlu, huzurlu hayallere ve yarınlara koşuyorum. Siz acınası hayatlarınıza; karanlık, pejmürde anılar biriktirirken geleceğinize.
Gülşah ERCİYAS
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.