- 889 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
BABAM VE BEN ( KURTKÖY'ÜN SEFİLLERİ )
Aydos dağı kadar yüksek, Tepeören köyünden aşağıya, Orhanlı köyüne doğru yürüyordu. Çobanlıktan kalma alışkanlığı ile elindeki sopasıyla, musluktan boşalırmışcasına akan göz yaşlarına aldırmadan yürüyordu. Hayatının son anlarına yaklaştığını hissedercesine, bütün geçmişi, bir film şeridi gibi aklından geçmeye başladı. Hayatın çok daha acımasız olduğunu, daha yaşanacak çok günü, çekilecek çok çilesi olduğunu bilmiyordu.
Mollafenari köyündeki evlerinde, daha üç dört yaşındayken veremden kaybettiği annesi geldi önce aklına. Yüzünü hatırlamakta zorlanıyordu annesinin. Çok küçüktü kaybettiğinde ve doyamamıştı. İki yaş küçük kardeşi Muhittin’le birlikte , iki yaş büyük Hurşerif ablaları bakmaya başlamıştı onlara. Bir süre sonra gelen üvey anne ise tam anlamıyla bir zalimdi.
Metal leğende eliyle çamaşır yıkayan ablasına bir taraftan küfürler saydıran, diğer taraftan da elindeki sopayla vuran üvey anneye, dayanamayıp kürek sapıyla vurarak yere yığdığı için babası tarafından evden kovulduğunda henüz onüç yaşındaydı.
İşte yüzünün sertliği, gülmezliği , hatta ağlamazlığı o günden kalmıştı. O gün gözyaşlarının farkına varmadığı, silmeye çalışmadığı bu yüzdendi. Saçlarının geriye doğru tarıyordu. Sık ve dimdikti. Boyu kısa da olsa heybetli bir duruşu vardı.
Gebze’de garsonluk, kahvecilik, bulaşıkçılık, aşçılık derken dört yıllık askerlik sonrası yolunun düştüğü Tepeören köyünde Kara Hüseyin ağanın çiftliğinde yanaşma olmuş, peynir tenekelerini lehimlemeye başlamıştı. Tek akrabası yoktu bu köyde. Babasının köyüne pek uzak değildi Tepeören. Onu yıllar önce evden kovan babası burada ziyaretine bile gelmeye başlamıştı.
Garipliğine, fukaralığına bakmadan ağanın kızına gönül vermiş. Ağanın küçük oğluyla oynarken ; ’ Ablanı bana vercen mi ? ’ dediğinde ağa duyuvermiş. ’ Hangi ablasını len ? ’ diye soran ağaya korkudan ; ’ Fevziye ablasını ağam ! ’ deyivermiş. Babam benim ; kaderinin yeni sayfasını o anda yazmış işte. Bahsettiği kadın, annem, Fevziye , köyün hem öğretmeni hem de muhtarı olan ilk eşini yeni kaybetmiş, üç çocuğuyla dul kalmış bir kadıncağız. Ağanın kafasına yatmış ve babamı anneme iç güveysi verivermiş. Köyün içinde ilk eşinden kalma eski bir köy evi varmış annemin. Aslında ablamın ve benim kaderim de o gün yazılmaya başlanmış.
İki kızı bir de oğlu varmış annemin. Oğlu ufak ama kızlar onlu yaşlarda. Babamı asla kabullenmemişler ve daha ilk günlerden mücadeleye başlamışlar. Ateşe odun atılırmışcasına, ağanın kızı annemin evinin karşısına gelin gelmez mi ? Annem olayı biliyor, babam zaten gizlemiyor. Ev savaş alanına dönmüş. Tam da savaşın ortasında dünyaya gelen ablam küçük bir mola oluşturmuş. Babam köyün sığırtmaçı olmuş. Sabah köyün tüm sığırlarını önüne katıp otlağa götürüyor, akşam hava kararmadan geri getiriyor. Ücreti hasat sonunda sığır başına buğday olarak ödeniyor. Evcimen babamın evine iyi baktığını yıllar sonra komşulardan dinlediğimde gurur duydum onunla.
Orhanlı köyüne vardığında hızını alamamıştı. Daha çok yürümek istiyordu. Boşa akan çeşmeyi gördüğünde susadığı aklına geldi. Aslında karnı da acıkmıştı ama yemek aklına bile gelmiyordu. Çeşmeye yanaşıp kana kana su içti. Dinlendi, tekrar, tekrar içti. Başını kaldırdığında yolun çatal olduğunu, bir tarafta Kurtköy, diğer tarafta Aydınlı olduğunu farketti. Kısa süre düşündü sonra yönünü Kurtköy’e çevirdi. Topraktı yol. Rüzgâr vardı ve tozuyordu. Soğuktu ama üşüdüğünü hissetmiyordu. Zaten kurşun atsalar hissedebilecek gibi değildi. Uğradığı haksızlık, kurşun yemekten çok daha ağırdı.
Ablamın dünyaya gelişinde yarattığı mola çok kısa sürmüş. Bu defa öz çocuk- üvey çocuk ayrımcılığıyla suçlanmaya başlamış babam. Kavgalar, patırtılar dozunu artırarak devam etmiş. Galibin kim olduğu, olacağı tamamen belirsiz gibi görüne bu savaşın en son neferi olarak ben düşmüşüm bu defa ana rahmine...Ablamlar öğrendiklerinde kıyameti koparmışlar. Mümkünü yok dünyaya gelmem istenmiyor. Annem de ablamlar da kararlı . Bir tek babam, her şeye rağmen istiyor doğmamı. Kim dinler ki onu ? Her yol deneniyor. Tüm kocakarılara danışılıp, her dedikleri uygulanıyor. Annem Arnavut kadını ; inadı inat. Ben de Arnavut oğlu olduğuma göre, benimki ondan da inat. Gerçekte kazanmak mı kaybetmek midir bilmem ama benim istediği oluyor ve inadına geliyorum istenmediğim dünyaya...
Gözlerinin önünde, henüz dört yaşında ablam ve bir buçuğumda ben. Gözyaşları daha bir hızlanıyor. Hatta bağırarak ağlıyor ama kim duyacak ki ? Araba bile geçtiği yok ki yoldan .. Yıllarca yuvasız yaşadıktan sonra iç güveysi olarak da olsa sahip olduğu yuvadan, iki küçük çocuğunda ayrılışı, koparılışı, hele ki uğradığı haksızlık aklına geldikçe yükseltiyor isyanını.
Okulun olmadığı bir gün ablamları sığıra götürmüş yanında, yardım etmeleri için. Uzaklaşan bir sığırı çevirmesini istediği ablam ısrarla bu sözü dinlemediğinde dayanamayıp bir tokat atarak adeta düşmanını silâhına kurşun doldurmuş olmuş. Ağzı kanayarak, ağlayarak köye gelen ablam babamı üvey kızına saldıran sapık üvey baba durumuna düşürmüş. Ne kadar inkâr etse de, suçsuz olduğunu haykırsa da kimseleri inandıramamış, Bir dayak ve daha da ,kötüsü sapık damgası yiyerek kovulmuş köyden.
Kurtköy’e vardığında iyice acıkmış ve daha fazla yürüyemeyeceğini anlamış. Üçünün de bir tarafı bakkal dükkânı, diğer tarafı ahır olan kahvelerden birinden içeri girmiş. Girdiği bu kahve onun, benim ve Mukaddes ablamın hayatının tamamen yeniden yazılacağı yer olmuş.
Annemle babamı bir arada hiç hatırlamam ben. Hatırladığım günlerde ablamlar, ağabeyim , annem ve ben Tepeören’deki evimizde yaşıyorduk. Yoksulluk çekiyorduk. Annem bahçelere yevmiyeye gidiyordu. Babam köydeki bakkala ve berbere tembih etmişti. Onun hesabına bedava yemiş alabiliyordum. Berbere ise galiba biraz fazla sık gidiyordum.
İki ablam ne zaman evlendiler, büyük ablam ne zaman Almanya’ya gitti , hatırlamıyorum bile. Hatırladığım günlerde yedi yaşındaydım ve Pendik’e taşınmıştık. Henüz ikinci sınıfa yeni başladığım günlerde, bir okul dönüşümde evimizin önünde Tepeören’li bir kamyon gördüm. Annem beni o kamyona bindirip babam gönderdi.
Kurtköy’de indirildiğim kamyonla babama getirildiğimi anladığımda çok ağladım. Babamı gördüğümde, babam bana yaklaştığında, sarılmak istediğinde hep ağladım. Annem hep kötülemişti babamı. Hem korktuğum için, hem de annem tarafından istenmediğim, kovulduğum için ağlıyordum.
Kırık dökük eski sandalyeleri, dökme beton masaları, pislikten, sigara dumanından simsiyah olmuş tavanı, bidondan bozma sobası, kocaman bataryalı kırmızı radyosu, kimisi sarı taşlarla domino, kimisi tavla, kimisi kâğıt oynayan genç- yaşlı müşterileriyle, tekir kedisi, karabaş köpeği ile sefalet kokan bu köy kahvesi çocukluğumun en güzel günlerini yaşamak zorunda bırakıldığım köy kahvesi.
Derslerimi müşterilerin oyun oynadıkları masaların bir kenarında , sık sık onlara sigara, kibrit almak için kalktığım, boş bardakları topladığım, çay taşıdığım, uykum geldiğinde önce tavlayı yastık, pöstekeyi yatak, babamın eski paltosunu yorgan olarak kullandığım, gece kahve kapandığında da babamın kucağına alarak yatağımıza taşıdığı günlerim geçmeye başladı.
Kurtköy’ün sefilleri olduk baba ve ben gerçekten. Fakat aç açık değildik. Babam sertti, öfkeliydi. Sevgisini açığa vuramıyordu. Beni koruyor, kolluyor, sahip çıkıyordu. Namusluydu, dürüsttü, onurluydu, çalışkandı. Okuma yazma bilmeyen cahil biriydi. Ama adamdı benim babam . hem de adam gibi adamdı.
Babam ve ben , Kurtköy’ün sefilleriydik ama mutluyduk aslında...
Fikret..
YORUMLAR
acılı ve onurlu kuşağın temsilcisi ....... hani derlerya armut dibine düşer diye....saygılarımla yazın çok içtendi....