- 571 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
410 - ÖLÜM GELİYORUM DEMEZ
Onur BİLGE
Bu aralarda Kıbrıs Barış Harekâtı’nda dört yüz seksen dört şehit vermişiz, yedi yüz kırk yedi yaralımız varmış.
Öğrenci çatışmaları hızlandı. O nedenle Bursa ve Gazi Eğitim Enstitüleri tatil edildi. İstanbul Vatan Mühendislik Okulu’nda kendilerine ’komandolar’ adını veren ülkücülerin bir öğrenciyi öldürdükleri belirtildi. Karşı taraf da misilleme yapmakta gecikmez. Vatan evlatları, politik gayelerle birbirine kırdırılır. Oysa onlar ne emeklerle ve ne ümitlerle yetiştirilip üniversitelere gönderiliyor! Henüz ana baba parasına muhtaç bu kişileri birbirlerine düşürmenin, bu güzelim ülkeyi savaş alanına çevirmenin ne anlamı var!
Akşamları yemekten sonra sokaklara caddelere çıkan Bursalılar huzursuz. Geceleri silah sesleri işitiliyor. Büyük şehirlerin hepsinde durum aynı… Talebe evleri tekin değil, öğrenciler tedirgin… Şeceresini öğrenmeden kimse kimseye güvenemiyor. Herkes birbirine şüpheyle bakıyor. Sağcı bilinene solcu, solcu bilinene sağcı selam vermiyor.
Virane’de sağcı solcu ayrımı yok. Birlik ve beraberlik var. Bir araya geldiğimiz zaman siyaset konuşmak yasak! Diğer her konuda konuşulabilir tartışılabilir. Kapıdan içeriye giren sağcı sağını, solcu solunu dışarıda bırakmıştır! Usul böyledir. Onun için o konular açılmaz, tartışma olmaz, dolayısıyla hizipleşme de oluşmaz. Aramıza katılan herkese bu böyle söylenir. Her birimiz birer Define adayıyız. Amacımız, önce insan olabilmek, sonra da insanlara fayda sağlamaya çalışmaktır.
Türk Hava Yollarına ait Bursa adlı yolcu uçağının, elektrik kesintisi nedeniyle Yeşilköy Havaalanı’na inememesi, Marmara Denizine düşmesi, uçakta bulunan kırk iki kişiden kurtulan olmaması hepimizi ziyadesiyle üzdü. Mahir dedi ki:
“Arkadaşlar! Ölüm geliyorum demez! Onun için her an hazırlıklı olmalıyız! Onun bizi gaflet içindeyken yakalayıvermesine fırsat vermemeliyiz! Herkes dini vecibelerini yerine getirmeye gayret etsin!” İhsan, alaycı bir tavırla:
“Mahir kendisini kurtardı, şimdi de bizi kurtarmaya çalışıyor!” deyince Mahir:
“Ben kendimi kurtardığımı söylemedim ki! Nerden çıkarıyorsun bunu?”
“Canım, beş vakit namaz kılıyorsun ya… Yılda otuz gün de oruç tutuyorsun… Zaten sana daha zekât düşmez! Hac yapman da gerekmez. Henüz o kadar birikimin yok. Oh, ne âlâ!”
“Sen de yap madem benim yaptıklarını! O zaman sen de kurtarmış ol kendini! Şeytan bırakmaz ki! Sen ancak onunla bununla uğraşmayı bilirsin! Başkalarıyla uğraşacağına şapkanı önüne koysan da bir düşünsene akıbetini! Bak, kaç kişi birden aniden ölüverdi!.. İçlerinden tek kişi kurtulmadı! Kurtulsaydı var ya… Secdeden başını kaldırmazdı, eminim! Doğru yola girmek ve dosdoğru yürümeye başlamak için ille de Allah’ın tokadını mı yememiz lazım!..”
“Kızma ya! Şaka yaptık!” Orçun:
“Yahu İhsan! Sen hiç akıllanmayacak mısın, Allah aşkına! Bu adam boksör, oğlum! Şimdi hafiften bir okşayacak seni, iki gün yatağından kalkamayacaksın!”
“Ya abi ya sorma! Geçende omzuma şöyle şakasından bir vurdu, o gün bugün hâlâ sızlıyor! Adam vuracağı yeri nasıl da biliyor!..”
“Dua et ki kul tokadı yedin! Şefkat tokadı yeseydin, ne hale gelirdin kim bilir!”
“Kesin şamatayı bakayım! Şimdi şaka şaka derken kaka kaka olacak! Orçun! Senin yazın güzeldir. Al ordan bir kağıt kalem, şöyle büyük büyük yaz bakalım!”
“Büyük harflerle mi dede?”
“Hayır! Okunacak şekilde… “Ölüm geliyorum demez!” İstediğin gibi yaz, renklendir, süsle! Şöyle herkesin göreceği bir yere yapıştır!”
“Tamam dede! Emrin olur! Hemen!..”
“Çocuklar! Aklıma ne geldi, biliyor musunuz? Hani ben çok hastaydım ya! Hani sizinle tanışmadan önce… O zaman Tarık var ya o namussuz Tarık… Kimden duyduysa duymuş, gelmiş. Hem meyve suyu getirmiş, içeyim diye. Hem vitamin mitamin işte ne bulduysa… Hem de oturdu şuraya, başladı çiziktirmeye… Sonra da astı duvara… İşte, şu resmi!”
“Dede bu mezar resmini mi?”diye sordu Mahir.
“Taşına adımı bile yazdı. Yaklaşıp okusana! Üç gün sonraya da tarih attı.”
“Yani sen kızmadın, yapıştırmasına da ses çıkarmadın, öyle mi dede!?” dedi Neşe, hayretle.
“Neden kızayım, kızım? Her gözüm iliştiğinde, bana ölümü hatırlatıyor. Sık sık ölümü tefekkür etmeli, ayağımızı denk almalıyız!”
“Hasta yaşlı bir insana yapılacak şey mi bu! Ne dersen de, dede! Ben hiç yakıştıramadım! Böyle şaka olmaz! Ne kadar anlayışlı ve sabırlısın! Başkası olsaydı, getirdiklerini kafasına fırlatır, kovardı onu!”
“Aman Neşe! Nemiz kalmış ki bizim, kızım! Çoktan ölmüşüz de ağlayanımız yok!”
“İyisin Maşallah, dede! İyisin şimdilerde! Turp gibisin, Allah nazardan korusun! Taşı sıksan suyunu çıkarırsın!” dedi, Orçun!
“Siz beni gençliğimde görecektiniz! Dur durak bilmeden çalışırdım ben! Bastığım yeri bilmezdim, kazanacağım, getireceğim, yetireceğim diye! Yaranamadık işte! Elkızı değil mi nihayet! Ağzınla kuş tutsan, nafile!”
“Öyle deme, dede! Bizi de vazgeçireceksin evlenmekten! Gözümüzü korkutma! Daha ne hayallerimiz var bizim!”
O sırada haberler başladı. Herkes kulak kabarttı. Önemli olaylar olmaktaydı. Amerika, Türkiye’ye silah ambargosu uygulamaya başlama kararı almıştı. Talebe olayları devam etmekteydi. Kıbrıs Türk Federe Devleti kurulmuş, Devlet Başkanlığına Rauf Denktaş getirilmişti.
Bu haberlerden en mühimi, dört partinin, seçim ittifakı için anlaşmasıydı. Ortalık yatıştığı için hava durumu normale dönmüş, rüzgârların hangi yönden, kaç şiddetinde eseceği bildirilmeye başlanmıştı. Savaş zamanında, kullanılması muhtemel kimyasal maddelerin yayılma özelliği göstermesi nedeniyle, olası felaketlere sebep olunmaması amacıyla, ,savaş ihtimali olan zamanlarda, haberlerin bitiminde okunan hava raporunda bu tür bilgilerin verilmesinden kaçınılıyordu. Demek ki artık öyle bir olasılık kalmamıştı.
Bizimkiler, haberlerin bitmesini bekliyorlarmış. Yine birbirleriyle uğraşmaya başladılar. Mahir İhsana diyor ki:
“Şeytan diyor ki şunun kafasını kopar, koltuğuna sıkıştır!..” O da ona laf yetiştiriyor, karşıdan karşıya:
“Tavla mı oğlum bu! Kafa kafa!..”
“Yok, zaten vazgeçtim. Elimde tutmaya karar verdim. Bedenini on beş yirmi saniye seyretsin diye. Kafası kesilen hemen ölmüyormuş da… Sonra da arkandan yas tutarız artık, Mısırlılar gibi kaşlarımızı kazıtırız da…”
”Son arzumu sorarsın herhalde, kafamı kesmeden önce. Son arzumu söyleyeyim. Vasiyetimdir, herkes dinlesin! Herkes sevdiğiyle gömülmek ister. Ben de Mahir’le gömülmek istiyorum. Çünkü benim en yakın arkadaşımdır. En çok da onu seviyorum. Olsaydı, sevgilimle ya da servetimle gömülmek isterdim ama ne yazık ki yok! Sadece Mahir’ciğim var benim!”
“Bir aklım da diyor ki: “Şunu Himalayalara götür, Everest Tepesinden at aşağıya, parçaları bile kalmasın! O zaman da yere çarpana kadar iki buçuk dakika etrafı seyretsin!”
“Siyahlar giyerim ben de! Ölene siyah giydirilirse, yaşayanlara dadanırmış. Benim hedefim belli! Uğraş dur ondan sonra… Sana ne uyku ne tünek! Ne rahat ne huzur!..”
“Seni muzır seni!.. Çelenk gönderme adedinin sebebi ne? Biliyor musun? Ölenin ruhunun çerçevelenmesi, geri dönmesinin engellenmesi… Arkadan bir de çelenk atarım aşağıya! O daha geç düşer ya düşer eninde sonunda… Önceden rüzgârların hangi yönlerden kaç şiddetinde eseceğini öğrenerek atış noktasını hesaplamam lazım.”
“Son nefesimi bir şişeye üfleyeyim, etiketle de sakla bari, vicdanın sızlarsa beni hatırlarsın. Arkadaşı, Thomas Edison’un son nefesini bir şişeye koymuş, etiketleyerek saklamış da…”
“Ruhunun son nefesiyle birlikte çıktığını düşündüğünden öyle yapmıştır o! Eskiden, evin kapıları kilitliyse ölen kişinin ruhunun dışarı çıkamayacağına inanırlarmış.”
Konu yavaş yavaş değişmeye başladı. Diğer arkadaşlar da ölüm hakkında bildiklerini söylemeye koyuldular. İlginç şeylerden bahsettiler. Çok şey denildi. Kim ne demişti, tam anımsayamıyorum. Aklımda kalanlar, en enteresanları… Dede, kovboy ve denizci filmlerine bayılır.
”Kovboyların çoğu, atlarının çiftelemesinden ötürü ölmüş.” dedi. İnanılır gibi değildi! Orçun:
“O da bir şey mi dede! Yeryüzünde her sene yaklaşık yüz kişi tükenmez kalem yutmaktan ölüyormuş.” dedi.
“Her şey aklıma gelirdi de öyle bir şey hiç aklıma gelmezdi!" dedim. “Çok tuhafıma gitti. Hani topluiğne falan yutanlar olur da… Koskoca kalem yutulur mu! Neden yutulsun ki! Allah Allah! Hem neden kurşun kalem değil de tükenmez kalem?”
Işıl da Firavun meraklısıdır. İlk gitmek istediği yer Mısır’dır. Yani piramitler… Firavun mezarları… Onun gibi biri Mekke’ye ya da Medine’ye gitmeyi arzulayacak değil ya!
“Kral Tut’un mezarının içine giren yirmi kişinin on yıl içinde lanetlendikleri için öldükleri söyleniyor. Biliyor muydunuz?” dedi. Mahir lafı yapıştırdı!
“Bilmiyorduk hanımefendi! Acaba sen, Resulullah Efendimiz Hakkında, Firavunlar hakkında bildiklerinin yüzde biri kadar bilgi sahibi misin?” O da Himalayalar derken, Everest’ten girdi, Pireneler’den çıktı:
“Pireneler’de arılar ölünce, besledikleri arılara fırçayla siyah boya sürülürmüş. Sebebi bilinmiyor.” dedi. Neden olabileceği konusunda çeşitli tahminlerde bulunuldu. Hiçbiri de akla yatkın değildi. Batıl inançlardı bunlar.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 410
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.