ÇITLIK AĞACI
Yaşamın tüm izlerini taşıyordu eski ev. Her yaşananın tanığı,kötü yaşanmışlıkların sanığı sanki.
Kim bilir nereden sökülmüş iki kocaman taş birbirine arkadaş edilip basamak yapılmış, tanık eve taşıyor yorgun bacakları.
Girişi, insanı kıskandıracak bir muhabbetle sarmalayan çıtlık ağacı fazla dallarını kapıya sarkıtmış.
Şöyle bir iki sakınıyorum kendimi. Ellerimle itiyorum sevdalı kollarını.Boynumu eğip alçak kapıdan içeri giriyorum. İçime tiz ürküntüler veren gıcırtısına aldırmıyorum.İlk adımda sallanan tahta hole gelince geri dönmek geliyor içimden. Beni anılardan alıkoyma içim...
Cık cık Mehmet’in torunuyum ben. ’’ Cık’’ dedi mi cık... Bir kere de tutundu mu korkmayan. Ama zor tutunan. Sert ,inatçı tutumu yüzünden korkan küçük çocuklar bir mani tutturmuşlar. Onlar belki öldüler çoğu.
’’Evinin önü çıtlık,çıtlık ağacına çıktık.
Bize çıtlık vermedi,tulip sakallı cık cık’’
Biraz dikkat kesilsem kalp gözümle duyacağım o çocukları.
İlerliyorum. Dar bir aralığa sıkıştırılmış iki tahta basamakla daha geniş bir hole geçiyorum. Hemen sağda bozuk ampülleri bezle sarıp tıpa yaptıkları işlemeli, toprak su testileri var. İçinden bir yudum su içsen toprağın çağırır gibi...
Beyaz toprağa saman karıştırıp sıvanan duvarların daha kurumadan masum masum temizlik koktukları geliyor aklıma. Bir kaç samanı yere düşürüyor yaramaz çocuk tırnaklarım.
Sağdaki kapıdan içeri giriyorum. Ah, ne incelik var o işlemeli tahta raflarda. Babaannemin çeyizinden kalma dilikli çanakları tamamlıyor zerafeti. O olsaydı hiç bunca toz olur muydu üstlerinde? Yırtık muşambaların üzerinde rengarenk teneke tablaya oturtulmuş odun sobası. İçine bir kaç odun atıp tutuştursam eriyen yerlerinden kırmızı ateş desenleri görür müyüm yine? Yemin edemem ama üzerinde kızartılan yufka ekmeğin kokusu sızlattı burnumu sanki...
Tam karşımda yeni adıyla şömine. Baca, derdik biz.Kullanılmaz olunca içine tahta oturtup soğuğu kesmişlerdi.Ben kafamı altına sokup bakmaya bayılırım oradan. Sobanın kurumları uçuşurdu yine de. Üstünde oymalı rafta yıpranmış bir Kuran’ı Kerim,bir de kocaman Gripin kolisi. Başı ağrıyan bir kadın resmi vardı üstünde. Ben o resme bakıp muhtemelen acılı baş ağrısı kurgularımla üzmüştüm kendimi çok kez.
Gripin stoğunu da aklım almış değil.
Yan taraftaki güzel oyma desenli kapağı, ardındaki rafta bulunan lokumların hayalini kurup, gözleriyle çocuklar yıpratmıştı besbelli. Ama diğer çocuklar yıprattı onu. Ben hiç birini ve hiç kimseyi eskitmedim bakışlarımla. Esirgedim.
Babaannemin pek değer verdiği yatak,yorgan, pekmez kazanları, ekmek sacları, boş ilaç kutuları, mengenesi yerinde yok. Birileri yağmalamış onları.
Tavanda dedem yatalak olunca odun dilmelerinden toz ve ağaç kabuğu dökülmesin dedemin gözlerine diye babamın çaktırdığı sunta duruyor. Sararmış sadece.
Kilerin kapısını açınca çürümesin diye yere özenle serilmiş meyveleri görmeyi umdum çocukça. Yoktular ama ben birbirine karışmış meyve kokularını duydum. En baskını küçük sarı elma kokusuydu.
Hayalimde kalanlar dışında gerçek; çatlak duvarlar,çökmüş ev, insanın içine dokunan bir şeyler... Yeni, ulu çıtlık ağacının boyunu bile geçecek evler yapılsın diye duyduğum kokuları, acıları, ucundan yakaladığım dede anılarımı yerle bir edecek olmaları.
Öyle ki ben içimden geçtiği gibi anlatabilsem özlemimi, o kokuları siz de duyarsınız. Biraz dikkat kesilseniz Cık Cık Mehmet’in ölürken getirdiği şehadet bile çınlar kulaklarınızda...
’’ Eşhedü.......
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.