- 303 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YİNE YENİDEN, VİRA BİSMİLLAH!
Baharın ilk günleriydi… Sabah serinliği kendini dar sokaklarda hissettirirken, sağa sola yalpalayarak yürümeye çalışan bir adam vardı. Kırkına varmak üzere olan bu acınası haldeki adam Van’dan Ankara’ya dört yıl önce işçi olarak gelmişti.
Türkan’ının yerinde arkadaşlarıyla, burunlarının ucunu göremeyene dek içmişlerdi. Meyhane edebiyatına göre ‘eğlenmişler’(insanlarla, hayatla, kaderle, otoriteyle)dalga geçmişlerdi. Anlamsız şarkılar uydurup, insanlara, kâh sataşmış, kâh yılışmışlardı.
Şimdi eve varmaya çalışan saçı sakalına karışmış olan bu adam, bir su birikintisinin başına oturmuş, sırtını sokağın duvarına dayamış, alaca karanlıkta siluetine bakıp, kendinden bir iz bulmaya çalışıyordu.
Kendini bilinçsizliğe teslim edeli hayli olmuştu, şimdi de uykuya teslim olmak üzereydi. Bir süre sonra yeşil bir alanda etrafa bakınıyordu. İlginç, sarhoş değildi… Az evvel yürümekten aciz, muhakemesini kaybeden adam gitmiş… Zihni dupduru gözleri merak hissiyle etrafı anlamaya çalışan bir adam gelmişti.
İlerideki tümsekte çok büyük bir ağaç vardı, dallarının genişliği neredeyse küçük bir oyun sahasını kaplayacak kadardı… Altında yanan ateşi görünce ısınma düşüncesiyle o tarafa yöneldi. Ayağını kaldırmasıyla ateşin başına gelmesi saniyeler sürdü. Ayılmadığını düşünen Osman, bu hızlı seyahate anlamda veremedi… Ne gavvastı, ne âlim! Ninesinin anlattığı menkıbelerde denizde yürüyen âlimleri duymuştu. Soğuk suları yüreğinin mahcubiyetinde ısıtan dervişleri de duymuştu ama o anca anca sarhoşun tekiydi. Düşünmedi de, sarhoşum diye tekrarladı durmaksızın. Sarhoşum ben,sarhoş, sarhoş, sarhoş…
Başını sağa sola çevirirken ağacın yanındaki kapıyı gördü… Demir kapı kendi boyundan metrelerce büyüktü, bir okadar da süslü. Bu kapıyı görmemiş olması imkânsızdı. Kapıya yönelen Osman, biranda sislerin dağılmasıyla kapının güzelliğini katlayan evi de gördü. Yaklaştı, yaklaştı kapının süslemelerine okşarcasına dokunmaya başladı. Eşsiz güzellikte olan bu motiflere dokunurken, beynine akan kanın ılıklığını tüm hücrelerinde hissetti. Bugüne dek nasır tutan şu elleri, bu denli kıymetli süslemelere hiç değmemişti. Kim bilir hangi ustanın ellerinden, yüreğinden çıkmıştı bu sarmaşık motifi diye içinden söylendi.
Birden kapı açıldı, Osman irkilerek kendini iki adım geri attı. Biraz yaşlıca bir adam kapıdaydı;
¬- ‘Ben Koca Bilge buyurmaz mısın Osman kardeş’dedi.
Osman içeri doğru ilerlerken girişteki su şırıltısının kaynağının, muazzam bir işçilikle yapılmış, mermer havuza gümüş kurnadan dökülen su olduğunu gördü. Giriş sayılabilecek bir alanda bu çeşme başında beklediler. Gümüş tası eline alan Koca Bilge Osman’a alması için uzattı.
-‘Bir tas iç, bir tası da başından dök’ dedi.
Osman büyülü bir söz duymuşçasına harfi harfine denileni yaptı. Tası dudağına götürdüğünde hiç susuzluk hissetmiyordu. İlk yudumu aldıktan sonra kana kana içti. Aman Allahım! bu nasıl bir lezzetti. O güne dek hiç su içmemiş gibi hissetti. İkinci tası havuza daldırdı ve başından döktü. İşte şimdi de su, bütün vücudunu yakıyordu. Yanan insan titremezdi ama Osman üşümeye ve titremeye başladı. Bu titreme yerini az sonra huzura bıraktı.
Osman’ın bakışları değişmişti, yüzünde anlamsız bir huzur ifadesi belirdi. Yanında Koca Bilge olduğu halde, ilerlemeye başladılar. Atlas döşemeli sedirin yanına vardıklarında, Koca Bilge ve Osman’ın oturmasıyla sofraların kurulması bir oldu.
Önüne gelen bu eşsiz yiyecekler az daha dilini yutmasına neden olacaktı. Altın yaldızlı bardaklar, renk renk şerbetler ve mis kokulu yemekler…’Cennet mi burası?’ diye düşünmeden duramadı.
Henüz konuşmamasına rağmen ‘hayır cennet değil’ dedi Koca Bilge.
‘Zihin köşkündesin Osman, ben Koca Bilge senin hizmetindeyim. Vicdanın olarak seninle yıllardır birlikte yaptık bu köşkü. Temelinden duvarlarına kadar…ama yarım bıraktın’. bitmemiş duvarlara,tavanı kapatılmadan içi döşenmiş eve, anlam veremedi. ‘Neden bitirmedim?’ diye sordu Koca Bilge’ye. Koca Bilge’den eser yoktu… Tavana tekrar baktı. Gökyüzü kapkara, fırtınalıydı. Şimşekler çakıyor gök gürlüyordu… İçerisinin ışıltısı ne kadar fazlaysa dışarıdaki hava o denli siyahtı…
Karanlık hava, O’nu bunaltmışken bir çocuk belirdi ileride. Masum gözlerle kendine bakan çocuğun burada olmasına anlam veremedi. Çocuğa yaklaştı ‘merhaba’dedi, ben Osman ‘senin adın ne?’ bakışları yere dönen çocuk mahcup bir sesle ‘İlker’ dedi sadece. Elini çocuğun başına uzatır uzatmaz kendini, sızıp kaldığı evin köşesinde buldu. O sıcaklık hissi nerdeydi ki, vücudu kaskatı olmuştu. Oturduğu yerden doğrulmaya çalıştığı sırada içtiği suyun lezzeti hala damağındaydı… Ayağa kalkamadan kusmaya başladı sonra… Diğer sarhoşlar gibi, o da tüm safrayı attı içinden, garip bir şekilde ‘temizlenmiş’ hissetti. Çocuğu düşünüyordu, ‘İlker’ gözüne hiç yabancı gelmemişti… Eliyle üstünü temizledi, sonra saçlarını… Hayret saçları da nemliydi. Bir rüya bu kadar gerçek olabilirdi.
Otobüse binip eve gitti. Kapıda posta kutusunda bir zarf vardı. Zarfı aldı, o da ne, evin kapısındakine inanamadı… Onca zaman kapıdaki şu süslemeyi fark etmemiş olması imkânsızdı… Evet, kapıdaki o işleme zihin köşkünün kapısıyla tıpatıp aynıydı. Bu tesadüf olamazdı. Bir kitapta okuduğu cümle geldi aklına, ’seçimlerimiz sevki ilahiyle ve bir nedenle oluyordu, o nedeni bulmalı ve onun için yaşamalıydık’.
Zarfa baktı, üzerinde ‘Soma Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’yazıyordu ve bir pul vardı. Pul da, köşkü saklayan ağacı hatırlatıyordu. Tüm bu olanlar onu telaşlandırdı. Yine de zarfı yırtmadan açmayı başarabildi. Kanepeye oturdu, mektupta ‘Sayın Osman ARKAN 2014 Soma faciasında hayatını kaybeden madencilerin mahkemeleri için gönüllü avukatlar olarak çalışmaktayız. Sizi de 213… kimlik numaralı İlker ERDEM’in ailesini savunmak üzere gönüllü avukatlık yapmanız için Soma’ya davet ediyoruz.’ Mektup burada bitiyordu.
Elinden düşen kâğıda aldırmadan odanın içinde turlamaya başladı, adım adım dolaşıyor, kim olduğunu anımsamaya çalışıyordu. Bu mektup zihninde şok etkisi yapmıştı. Van’daki yaşamından kaçmış, burada işçi Osman olmuştu. İlker ERDEM? Evet, rüyasındaki çocuğun adı da İlker’di.
Önceleri kendi kontrolümdeki hayatımı, şimdi kontrolümden çıkmış gibi hissediyordum. Soma? Evet, İlker rüyamdaki çocuktu… Televizyonda görmüştüm İlker’i ve annesini, röportaj veriyorlar, çektikleri sıkıntıları anlatıyorlardı. Bir yandan haberleri izliyor, bir yandansa yemeğimin tadını çıkarıyordum. Artık, İlker’in yaşamını tüm gerçekliğiyle ellerimde tutmuştum. Duyarsızlığın en dip noktasına dalmış, hiçbir şey olmamış gibi akşam kahvemi bile içmiştim. İlker’in yüzü zihnimde berraklaşırken, başımda bir karıncalanma hissettim.
Günler geçmişti, İlker’in ailesine kabul mektubu yollamıştım. Soma’ya gitmişken veraset işlemlerini halledip kalan kısmı çalışmak için Ankara’ya dönmüştüm. Baroya gidip diğer işlemleri hallettikten sonra, aylar önce başlayan olaylar silsilesinin, beni ‘yaşama’ nasıl ittiğini düşünürken, otobüsün ineceğim durağa yaklaştığını fark ettim.
Eve varır varmaz, duşumu alıp yatağa uzandım. Yaşama alışkanlıklarımı değiştirip bambaşka kimlikle geçirdiğim ayları düşündüm. Yaşamın anlamsızlığının yükü altında ezileceğime, içecek ve hatırlamayacaktım. Hiç kimseye acımayacak, rutinlerimden asla taviz vermeyecektim. Ne yazık ki uyandığım her sabah zihnimdeki sesler, kaldıkları yerden konuşmaya devam ediyorlardı. Sonra anlayamadığım bir şekilde İlker girdi hayatıma, çocuk bakan gözleri, yetim masumiyeti, tüm benliğimi kapladı. Şişelerin dibine vurmadan inadına yaşayacak, kendimi bu yetim çocukların hayatına adayacaktım.
Bu düşüncelere ve beden yorgunluğuna karşı koyamadan uyuya kalmışım.
Bu sefer tepedeydim ve İşte köşkümdeydim. İçeri girdim. Koca Bilge yine yanımdaydı. O’nu ne kadar da özlemişim, dayanamayıp boynuna sarıldım. Bu, minnete karışan bir özlemdi. Onca zaman içimdeki haykırışı bastırmış, kendimi, kendi iç sesimi duyamayacak hale gelene dek sağırlaştırmıştım. Evet, farkındalıkları kabul edip teşekkür etmem gereken kişi Koca Bilgeydi, beni duyarsızlık kuyusundan çıkarmış, kendime merhamet göstermem gerektiğini hatırlatmış, hislerimi geri kazanmamı sağlamıştı. Suyumu içip arındım. Sonra da bedenimi arındırdım.
İlerledik, evin ihtişamını izlemeye koyulmuş, gözlerimi evin sanat harikası aksesuarlarından alamıyordum. Ona minnetimi sunacaktım ki Koca Bilge, İlker’in suretine büründü. O mahzun çehre gitmiş, yerine gülümseyen ışıl ışıl gözler gelmişti. Elimi tuttu, duvara yaklaştık. Elini duvara yasladı, başını yukarı kaldırdı, ben de onu izledim. Gökyüzü yine zifiri karanlıktı. İçim sıkıldı yeniden. birsesle irkildim. Taşlar yerinden oynuyor duvarlar yükseliyordu… Çatı kapandı ve içerisi sıcacık oldu.
İki elimle sarıldım ilkerin küçük ellerine ve diz çöktüm, hem ağlıyor hem teşekkür ediyordum. Ne gök gürültüsü kalmıştı, ne de fırtına. Huzur dolu bir sessizlik kaplamıştı mekânı…’merhamet’ dedi İlker ‘merhametin köşkünü tamamladı. Önce kendine, sonra bana merhamet ettin ve yeni hayatın için bir adım attın. Yeniden doğdun.’
Tebessüm içinde uyandım uykudan… Huzur tüm hücrelerimi kaplamıştı, hislerim berraklaştı. Çalışma masama oturup vira bismillah dedim.
Vira bismillah; umuda, geleceğe, huzura, çocuk masumiyetine teslim olmaya ve yeniden hissetmeye, vira bismillah deyip dosyamı açtım. Hayatımı artık yetimlere adamıştım.
Ve her yeni güne, başkalarına acımanın, kendine bir şans daha vermek olduğunun farkına vararak başladım.
Mevliye YAVUZ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.