- 690 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
406 - ÇİSEM
Onur BİLGE
Tam pencereyi kapatmıştım ki yağmur başladı. Öyle şakır şakır değil, çisem çisem… İlk damlalar camda dudak izleri gibiydi yağmurun. Sanki hasret kalmıştı yeryüzüne… Ulaşabildiği her yere öpücükler konduruyordu. Cam, neye uğradığını anlayamamıştı. Şaşıp kalmıştı. Kabul etmek istemiyordu. Kaçamıyordu da… Fakat asfalt öyle değildi. Hele toprak hiç… Olanca gücüyle emiyordu damlaları!
Şairane bir andı. Hem mademki cam yüz vermiyor, itiyordu, onu ondan kurtarmalıydım. Pencereyi tekrar açtım. İçeriye damlamasın diye tozlanan yüzeyde renk değiştiren damlaları kâğıt mendille sildim. Yüzü parladı camın.
Her yer halinden memnun görünüyordu. Yapraklar tazeleniyordu sanki, demir bahçe kapısı parlıyor, beton zeminler, kaldırımlar gülüyor, yol da nasibini alıyordu. Yavaş yavaş iniyordu damlalar… Ellerimi uzattım. Serinliğe serinlik geliyordu, avuçlarıma ferahlık… Yağmur çisem çisem yağıyordu.
Biraz sonra büyüdü damlalar. Büyüdükçe hızlandılar… Parmaklarımın arasından kayıp gitmeye başladılar.
Çisem çisem dedim ya… Çisem geldi aklıma… Yıllar önce Almanya’ya ilk gidenlerden birinin en büyük kızı… On yedi yaşındaydı. Hayat dolu bir güzellik… Yarım Türkçesiyle nasıl da paralıyordu kendisini bir şeyler anlatmak için! En çok da adının oradaki telaffuzundan yakınıyordu. Ona çok kızdığından bahsediyor, orada kendisine nasıl hitap ettiklerini dramatize ederek anlatıyordu.
Bir şarkıcıyı taklit etmeye çalışıyor, onun gibi giyiniyordu. Saçlarını da onun son saç rengine boyatmış, aynı şekilde kestirmişti.
“Aynı ona benziyor ben! Biraz zayıf olmak lazım… O böyle dans ediyor. Çok ince…” diyor, bir anda o oluveriyordu. Şarkılarını söyleyerek dans ediyordu. Sanki salonda değil, sahnedeydi.
Neler yapmamıştı ki ona benzemek için… Aynı dövmeleri aynı yerlere yaptırtmıştı. Sürekli hareket halindeydi. Kapının eşiğinde duruyor, sallanmaya başlıyor, kalçasını kapının kenarlarına vura vura zayıflamaya çalışıyordu. Yetmemiş gibi kaldıkları evin merdivenine onlarca defa çıkıp iniyordu.
Kelebek gibi uçuşuyordu. Çat burada çat kapı arkasında… Kuş gibi uçuyor, nereye gittiğini kimse bilmiyordu. Ya alışverişe ya parka falan gitmiş oluyordu. Mutlaka bir yerlerde oturup bir şeyler yiyor içiyordu. Bu arada birileriyle tanışıyor, yarenlik ediyordu. Her defasında farklı bir neşeyle dönüyor, dışarıda neler yaptığını nefes nefese anlatıyordu. Antalya dar geliyordu ona!
“Bugün çok güzel bir çocukla taniştim. O kadar yakişikliydi ki! Dese bir şey… Bana konuşsa... Dese gezelim! Bak bunlari ondan aldim.”
“Mağaza sahibi mi? Giyecek mi satıyo?”
“Bunlar satiyo! Orda çalişiyo!”
“Aman! Tezgâhtar mı buldun!?”
“Ne olmuş! Çalişiyo! Yeter!”
Aldıklarını birer birer çıkarıp çıkarıp üstüne tutuyor:
“Bak! Beğendin? Nasil oldum? Güzel değil mi?” diye soruyordu annesine ve anneannesine.
Hep can sıkıntısından bahsediyordu. Hayaller kuruyor, onları gözlerinin içi pırıl pırıl, gülümseyerek anlatıyor, bahsettiği olayları sanki an be an yaşıyordu.
“Şimdi ben bir otelde kalmak isterdi! Böle çok güzel giyinmek… Hiç iş yok. Her şey hazir… Sabah uyandi, kapi çaliyo! “Oda servisi!..” “Tamam, gel!” diyo ben. Bi çocuk, geliyo... Esmer, uzun boy, yakişikli… Siyah beyaz giyiyo… Şöyle bi bakiyo!..” diye anlatmaya başlıyordu. Annesi güya uyarıyor, kızını daha başka birilerine layık gördüğünü vurgulamak istiyor:
“Karson gızım karson… Ona da mı varıcen!? Allah Allah ya! Bu gızın aklı bi garış havada! Hiç inceği yok yerine! Ne gadar hoppa bu gız ya!..” diyordu.
Çisem hiç aldırmıyor, kaldığı yerden devam ediyor, yatağında nasıl kahvaltı edeceğini, kahvaltıda neler yiyip içeceğini anlatırken ağzı sulanıyordu. Sonra küvet sefasını, giyecek seçimini, saç biçimini, merdivenlerden ünlü biri gibi inişini, lobide oturuşunu anlatırken yerinden kalkıyor, oradaymış gibi nerede nasıl hareket edeceğini jestlerle mimiklerle birer birer gözler önüne seriyordu. Annesi de uygundu. Seyrederken iftihar ediyor gibiydi, dinlerken ağzına düşecekti! Belki onun da arayıp da bulamadıklarıydı anlatılıp canlandırılanlar! Ağzı kulaklarına varıyordu! Neticede o yetiştirmişti onu. Armut, ağacından uzağa düşmezdi ki! Kuş, yuvada gördüğünü işlerdi.
Anneannesi ise hayretler içinde dinliyor, kocaman açılmış gözleri, büzülmüş dudaklarıyla, gözlüğünün tepesinden izliyor, arada bize de endişeli bakışlar fırlatıyordu. Duruma göre dudak büküyor, ya da dudaklarını ısırıyordu. Açıkçası tasvip etmiyor, torununu kınıyordu. O da annesinin düşündüğünü düşünüyor ve sık sık fikrini belirtiyordu:
“Ever gızım ever sen bunu! Bu zapt olmeycek! Başına bi iş açmadan ever, evini yerini yurdunu bilsin!” diyordu.
Annesi zaten onun için Türkiye’ye getirmişti kızını. Kasiyerlik yaparken işten çıkarmış, birkaç ay anneannesinde kalsın, bu süre içinde de evlensin diye… O da o yaşlarda evlenmiş.
“Gız gısmını fazla tutmeycen!” diyordu. Başa çıkamamış mıydı, başından atmaya mı çalışıyordu? Belki de bulsun birisini evlensin, gitsin! Ayak bağı olmasın oralarda kendisine.
Önce Fatma gitmişti Almanya’ya, sonra kocasını ve çocuklarını yanına aldırmıştı. O zamanlar Çisem’le Semiha vardı. Didem orada doğmuş. Kadir doğru dürüst çalışmamış. İçki müptelası olmuş. O yüzden kavgalar başlamış. Şiddetli geçimsizlik nedeniyle ayrılmışlar, bu üç kız ortada kalmış. Büyük okuyamamış, işe girmiş. Kardeşleri okuyormuş. Baba iyice dağıtmış kendisini. Çocuklarının sorumluluğunu alacak durumda değilmiş. Anne çalışıyor, evden işe işten eve koşuşturup duruyormuş.
Anneannesi, onların yardımıyla birkaç yıl önce kendi arsasına yaptırdığı iki katlı evde yaşamaya başlamıştı. Üst kat kızına aitti. Geldikçe orada kalıyorlardı. Dizleri ağrıdığı için merdiven çıkamıyordu. Düzayak diye alt katı tercih etmişti. Arada çıkıp pencerelerini açıyor, evi havalandırıyor, temizliyordu, o kadar.
Kızıyla torunu gelince, yakın çevresine çıtlatmıştı Çisem’i evlendirmek istediklerini. Konu komşu duymuştu. Çok da meraklısı vardı yurt dışının! Herkes mal bulmuş mihribi gibi olmuştu! Yakınlarına eşlerine dostlarına duyuruvermişlerdi. Mahalle arasındaki fısıltılar, belediye hoparlöründen yapılan anonslardan daha tesirlidir. Haber, çok daha uzaklara ve çok daha hızla yayılır! Onun için kısa sürede sağır sultan duydu.
Mesajın uzaklara gitmesine, o kadar yayılmasına gerek yokmuş aslında... Köy yumurtası pazara gitmeden satılırmış. Karşılarında yüzü çiçek bozuğu bir oğlan vardı. Liseyi zar zor bitirmiş, bir baltaya sap olamamış… Ana baba gölgesinde yaşayıp duruyordu.
“Burada ne uzarım ne kısalırım! En iyisi, Almanya’ya kapağı atmak!” diyormuş. Duyunca kızın evlenmek istediğini, annesini göndermiş, istetmiş. İlk istemede hemen: “Olur!” demişler. “Bir konuşsunlar, tanısınlar birbirlerini…”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 406
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.