- 740 Okunma
- 6 Yorum
- 1 Beğeni
'sacrosanct'
Kayıplar büyüyor. En azından hayalleri kurtarabilirlerdi. Olmadı. Hayaller enkaz. Nerede o akşamları insanları sonunda mutlu eden umutlar? Yüksek sesle dünyanın bütün azılı, cani, kavgacı güçlerine cehennemi dilediğini anımsadı. Ahşap çerçeveli odanın bir köşesine sinip, eski bir rahle karşısında bağdaş kurup, oturan kadında yok artık. ‘Neden’ diyor, ‘neden’ sorusu ağzında büyüyor, damarlarına birazdan baskı yapacak. Ağzından, yutağa, oradan da mideye kadar ilerleyecek. ‘Neden’ sorusu büyüyor. Kimse cevap vermiyor.
Eteğinin altında bacaklarını iki kat kıyafetle sardığını abdest alınca görebilirsin. Bacakları üşüyor. Yazın dahi böyle. Yaz kış hiç değişmiyor. Ellerini öpmen için elbette beklemen gerekmiyor; git ve öp. Duruyor, bekliyor. ‘Neden’ öpmüyorsun diyorum. Saçlarını geriye doğru hafifçe eliyle itelerken, gözleri acı çekiyor gibi bakıyor. ‘Ama’ diyor, ‘ama’ ölüyor. Bir şey demiyorum. Paltomun kalkık yakasından dolayı bana sinir oluyor. Kendine biraz çekidüzen ver dediği zamanlardan birinde değiliz ama yine de her şeye rağmen bana sinir olabilir. Genelde böyle. Toparlanmam gerekiyor. Biraz sonra okunacakları dinlemek istiyordu. Oturmadan önce arkasını döndü. İşte, orayı, orayı tekmelemek istiyordum. Benim ne düşündüğümü asla öğrenemeyecekti. Diz kapaklarını göremiyordum. Arkasını dönünce ne kadar da çaresiz oluyor. Yalvaracağım ona birazdan, bugün burada kalalım.
Teknoloji insanın hayatını kötü yönde değiştiriyor. Heyecan duymuyorum şimdi ona eskisi kadar. Hiç olmadığı kadar o rahle önünde bağdaş kurup oturmuş kadının ellerini öpmesini neden istemiştim. Kabul etti mi, hatırlamıyorum. Bana dönünce, dünya yaratılırken ona bahşedilmiş iki dolgun göğsü ona armağan edeni unutuyorum demesini beklemiyordum. ‘Biraz kendine gel’ dedi. Kendimdeydim. Halının üzerinde duran mindere uzanmış, pencereye doğru ayağımı uzatıyordum. ‘Çocuk gibisin, biraz toparlan’ dediği an, cebimdeki bozukluklar minderin üzerine, birkaç tanesi de halıya doğru dağılmıştı. Bu bozuk paralarla kuzeye bakan o soğuk odada at yarışı oynardık. Ona anlatırsam bana tekrardan sinirlenebilir. Onun sinirlenmesi hoşuma gidiyor. Kaşlarını çatıyor, alnına doğru kaşları arasında çizgiler oluşuyor. Bunu nasıl beceriyor, hayret ediyorum. Sırtüstü uzanıyorum bu sefer. Tamamen sırtüstü ve çaresiz durumdayım. Akşam haber bültenlerinde, sırf gerekli zamanı doldurmak adına yapılan haberler gibi hissediyorum varlığımı. Böyle hissettiğimi bilmiyor. ‘Ne kadar gevreksin, az kendine gel’ diyebilir az sonra.
Ciğeri yanmış bir kadını iki kilometre öteden görsem, acısını görebilir, hatta ne üzerine acı çektiğini anlayabilirim. Adamların ne kadar uzak olduğu önemli değil, ‘merhaba’ demeleri yeterli. Ses tonlarından anlıyorum. Bu özelliğimi ona ilk anlattığımda, ‘atma’ demişti. Haklı olabilirdi. Çok atıyorum bazen, uzaklara atıyorum örneğin kendimi. Uzakları seviyorum. Kesinlikle o uzaklarda bir şey, hani mutlu etmiyor ama yine de oraya sığınmak istiyor insan. Sonra yorganını yüzüne çektiğinde, böyle saçma düşüncelere girdiği için morali bozuluyor. Bedenimi rahatlattığımı biliyor. Bazen bu küçük sırtüstü uzanmaları, bacaklarımı kaldırıp duvara ya da bir pencere kenarına koymamdan rahatsız olmuyor ama misafirlikteyiz. Burada olmayabilir diye düşünüyor. Kendimi rahatsız hissediyorsam her türlü ortamda istediğim hareketi yapabilirim. Kendine gel demeyecek kadar yorgun. Çok basit bir olayı büyütecek kadar da aptal olmamalı. Giydiği kazaktan dolayı hayret ediyorum. Normalde v yaka kazak giydiğine pek rastlamadım. Çamaşır sepeti içerisinde genel uzun yakalı kazaklar var. Boynu üşüyor. Boğazları üşüyor. Her yeri üşüyor. Yeri geldi mi üşümediği yeri yok. O üşümeyi bitirdiğinde, bu sefer ben üşümeye başlıyorum. Ona ilk ısırgan otu toplama yöntemini gösterdiğimde, yine de dokunmak istememişti. Çocukken mahallelerinin altında sulak bir alan varmış. Orada bir mezar varmış. Dede diyorlarmış, dedenin mezarı. O mezarın arkasındaki bir metre yükseklikte kendiliğinden çıkan ısırgan otları varmış. İki kadın varmış. Topladıkları ısırgan otlarını eteklerinde biriktirir, sonra da yanlarında getirdikleri hasır çantanın içine koyarlarmış. Onların da etekleri altında giydikleri, uzun bir içlikleri olurmuş. ‘Alacalı renkli içlikleriyle köylü kadınlardı onlar’ demişti. Gülmüştüm. Köylü kadınlar, kentli kadınlar, işçi adamlar, müdür adamlar… Evler; apartmanlar, rezistanslar, tripleksler… En son ne zaman ‘seni seviyorum’ dediğini hatırlamıyorum. Sırtüstü uzanmaların en gereksiz söylenceleri, aşk için olanları. Bir haysiyeti olmalı aşkı düşünmenin. Uzanmamla alakası yok. Biraz önce tekrar arkasını döndü ve ‘çay suyunu koyacaklardı, yardım edeyim’ dedi. Çay suyu koymanın neyine yardım edecek? Ona soramıyorum. Böyle bir soruyu sorarsam benim aklıma alay edebilir. Belki de alay etmez, ‘ne kadar da meraklısın sen’ diye sitem eder. Meraklıyım. Hiç olmadığım kadar meraklıyım şimdi. Sokaktan biraz önce geçen motosikletin kaç cc’lik motor olduğunu, onun arkasında olan otomobilin kaç model olduğunu tahmin etmeye çalışıyorum. İlk sorunun cevabı en fazla iki yüz elli. Diğerine cevap veremiyorum ama iki bin dört diyorum. İki bin iki de olabilir. Sahi ne garip bir tarih! Tarihleri sevmiyor. Gözlerinin rengini sevdiği kadar tarihleri sevmiyor. Gözlerinin rengini sevdiği kadar renkli çorapları sevmiyor. Gözlerinin rengini sevdiği kadar, beni sevmiyor.
Birazdan geri dönecek. Gözlerini heyecanlıymış gibi açıp baktığında, bunu genelde çocuklarla oynarken yapıyor, dudaklarına bakıyorum. Sonra güzel görünmek için, sağ profilden baktığı, daha doğrusu güzel olduğuna şahit olacak anı yakalamak için baktığında, yine dudaklarına bakıyorum. İncecik dudakları var. Korkak olduğunu zaten saklamıyor. En çokta örümcekleri görüyor kabuslarında. Aslında sessiz biri ama güvendiği zaman ketum olan ağzından ne hikayeler çıkıyor. Kör olsam sözgelimi, onu bir daha görmesem, yine de dudaklarını unutmam. İçten pazarlıklı değil, hayır öyle söylemiyorum. Kartlarını açık oynuyor ve maalesef inanılmaz dürüst. Konuşması bir zaman sonra şaşırtıcı derecede insanda bezginlik oluşturuyor. Onunla sohbet etmiyorum. O anlatıyor sadece, dinliyorum. Bazen şaşırıp, iki cümle öncesinden başlıyor tekrar anlatmaya. Bir gün ‘sana itirafta bulunacağım’ demişti. ‘Söyle’ dedim. ‘Ben, ben sana her şeyi anlatmıyorum’ dedi. Ben de ona ‘bunu zaten biliyorum, içten pazarlıklı biri olsan anlatırdın ama öyle değilsin’ dedim. Şaşırıp, ‘nasıl’ dedi. ‘Aynen öyle’ dedim, ‘içten pazarlıklı biri aslında anlatır her şeyi. Onun için ne anlattığı değil, ne yaptığı önemlidir.’ ‘Saçma, çok saçma’ dedi. Yalınayaktı. Bazen parmak uçlarının ucunda yürüdüğü olurdu. Kıpkırmızı olurdu parmakları. Böyle yapmasının sebebi çocukken balerinlere olan özentisiydi. Çay içerken, aldığım lokumu da getirmişlerdi. Tekli koltuktaydım. O yanındakilerle beraber üçlü bir koltuğa sinmiş gibiydi. Ne kadar da küçüktü şimdi. Küçük, daracık ve yalnız. Üç kişinin arasında olmak zordur. Uçakta zor olduğunu biliyordum ama bir koltukta bu kadar zor olacağını onu görünce anladım. Yaşamdan kopmuş, saygısızca hiçliğe doğru bakıyordu. Bazen hıçkırırken, ‘hiçi’ uzattığını düşünüyordum. Bir gün bana ‘beni en çok ne zaman daha sevimli buluyorsun’ diye sormuştu. Bir an mutsuz olan insanları düşündüm. Kuyrukta binlerce mülteci yaşamak için göç ediyorlardı. Bir kısım insanlar onlara yardım ediyordu. Bir başka insanlar kürsüden birilerine bağırıyordu. O pek anlamazdı bu tür şeylerden. Gördüğü, okuduğu kadar biliyordu. Bana ‘sen nereden biliyorsun’ dediği anlar olurdu, susardım. Her bildiğimi ona söyleyecek değildim. Beni tanımıyordu, tanıdığını sanıyordu. Körpe bir beden gibi olduğu, iki büklüm eğildiği duş aldığı zamanlar olabilirdi. O zaman tereddüt ediyordu. Kendinden sıkılıyordu. İnsan gerçekten de yıkanmak için dünyaya gelmemiş, ne kadar yıkanırsan yıkan yine de kirli olacaksın. Böyle düşünmüyordu ama yoruluyordu. ‘Aksırırken’ dedim, ‘aksırırken.’ Gülüp geçilen anlar, hiçbir şey söylenilmeyen anlar en çok insana dokunuyor.
Zavallı suskun hayvancıklar gibi hissediyordum kendimi. Öbeğimde ağır bir tuz faciası vardı ve etim kokmaması için bu tür bir savunmaya geçiyordu. Cerahat vücudun dışında değil, içindeydi. Nasıl bir belirti ki, kirli, yoğun beyaz ve uzun bacaklarından sonra tümceyi sağlayacağım yer dış tarafta kalıyordu. Kadınlardan biri ‘burada okurdu, bağdaş kurar, işte burada okurdu’ dedi. Gösterdiği yere doğru hepimiz baktık. Hiçbir şey yoktu halıdan başka. Halının 0.64 metrekarelik bir bölümüydü gösterdiği yer. Bu hüznü aralayacak ve neşeyi tekrar gıdıklayacak bir an gelecekti. Harekete geçmeliydim. Çay bardağını ağzıma götürüyor, sıcak çayın boğazımdan aşağı akması için yutkunuyordum. İçtiğim çaya baktım. Siyah otların bir süre kaynar su içerisinde durup, oluşturduğu renk; nasıl da hoşuma gidiyor ancak anlam veremiyorum. Ne bu? İçtiğimiz şey ne? Niye içiyoruz? Sorulardan kurtulup, herkese yardım etmeliydim. Boşluğa bakıp hüzünlenmenin zamanı değil. Kartondan bir vazo altılığı olan çiçeğe baktım. Yüzeydeki toprağı kurumuştu. Toprağın içinde, bir noktada izmarite benzer bir cisim vardı. Kimse içeride sigara içmiyordu ama yine de o cisim oraya başka bir yerden getirilip, konmuş olabilirdi. Ona söyleyecek güzel sözlerim vardı ama o da sakınıyordu. Kendini tamamen bana hiç vermemişti. Veremem de dememişti ancak vermiyordu, veremiyordu. ‘Sen ne zaman verdin?’ Ama gitmiyordum yine de. Babamı iki yakasından tutup, ayağı kaldırdım. Neden? Sustu. Neden? Katlanma gücünü artıran rüyaların birbiri içine geçip, sokak çocuğu gözleriyle bana bakındığı gündüzleri hiç unutmam.
Bir gün ormanın birindeydik. O önden yürüyordu. Yağmur serpiştiriyordu arada. Sisliydi hava. Bulutlar griydi. Ağaçlar yapraklarını dökmüştü. Beraber yürüyorduk. Ayak seslerini, yapraklara basınca çıkan hışırtıları duyunca iyi hissediyordum. Kulağıma fısıldayan rüzgar gibi eğilip bükülüyordu iki adımlık tepecikleri aşarken. Elleri, onun ellerinde başka bir şey var ve elleri de bir gün dökülecek diye çok korkuyorum. Yine bir gün uzun uzadıya ilerleyen bir kaldırımın üzerindeydik. Ara sokak yoktu. Cadde boyunca kaldırım uzuyordu. Otobüs beklemiyorduk. Beklediğimiz bir şey yoktu. Aslında yürüyorduk. Yürürken insan nefes nefese kalmadığı sürece duraksıyorsa bir süre, düşünmek içinde ara veriyor demektir. Yürürken düşünüyoruz. Akşam ne yapacağına yürürken karar veriyor. Akşam bir şeyler yapacak ve o yapacakları arasında ben yoktum. Akşam yine bir şey yapacak. Yarın da bir şey yapacak. Üç kişinin arasında sinmiş gibi oturuyor. Oraya sinmiş bir beden var mı, kaygılanıyorum. Kalkıp tuvalete gidiyor. Sanırım yine çişini tutamıyor. Oysa kaç saattir ağzına hiçbir sıvı almış değil. Yeni çay içiyoruz. Sıkıldığını düşünüyorum. Hayali bir siniş, ne kadar da korkunç. Kapıyı açıp içeri girecek. Terlikten tiksinecek. Ondan önce kaç kişi aynı terliği giydi diye düşünecek. Terliğe ihtiyaç olmamalı. Nasıl? Oturarak, klozet yardımıyla olabilirdi bu ama burada öyle bir şey yok. Eğer alafranga bir tuvalete doğru gidecek olsaydı, yerde yumuşacık tuvalet havluları da olabilirdi. Hayır, hiçbiri yok. Üç kişinin arasında değil artık. Müzik farklı bir kıvamda. Pantolon alırken en çok fermuar kısmına takılıyor. Düğmeli pantolondan nefret ediyor. Şimdi içeride, kalçasını, kıllarını ve benzer yerlerini düşünmeden edemeyeceğim. Az önce ne ciddi bir adamdım. Yavaş yavaş geri geliyor hafızam. Ayrıntılara girmeden anlatısı kıza ve öz biraz daha aldatıcı şeylerden bahsedebilirim içeridekilere. Bazen aynanın karşısına geçip dilini çıkartıp bakıyor. Bunu ‘hastalık belirtilerini önceden fark edebilmek için yapıyorum’ demişti. Hasta olup ölebilir. Kaza geçirip ölebilir. İntihar edip ölebilir. Bir gün ölecek. Bir gün öleceği için onu suçlayamam. Kimse kimseyi ölümünden dolayı suçlayamaz. Bir an düşünüyorsun, ölüm anına sebebi insan kendisi oluşturuyor gibi ama akıl bu kadarına yetiyor. Hiçbir şey değişmemiş olsa, azımsanmayacak ölçüde kenetleyiş sonrasında, onu silkeleyip ‘sus’ diyebilirim. Tuvaletin kapısı açılmıyor. ‘Kapı açılmıyor’ diye bağırıyor. Kapıyı açmak için oraya gitmek üzere ayağa kalkan birini uyarıyorum: ‘dur!’ Duruyor, ‘ben de tuvalete girecektim’ diyorum. Kapıyı açarken gülüyorum. O pantolonuma bakıyor. Bir süre gözleri orada bir yerde. Ağır hareket etmesine sinirleniyorum. Zayıf, kusurlu bir varlığım ben. Saklamıyorum.
..
Tuvaletten çıkışta, evden de dışarı çıkıyorum. Sokağın caddeye aktığı noktada duruyorum. Rahlenin önünde bağdaş kurup oturmuş kadını anımsadım. Bir an sıcak, acı bir su boğazımdan geçip, aşağıya doğru döküldüğünü hissettim. Bir ses geldi midemden. Yoğun bir emin olamamak var üzerimde. Çıplak ağaçların gövdelerinde yer yer koyu yeşil yosunlar. Biraz sonra kendimden çıkacağımı düşünüyorum. Cevap verme ihtiyacımı çoktan kaybettim. Hatta konuşmayabilirim de. Yükseklerde, yine koyu yeşil sıralı ağaçların ürperip, evleri kovalayacağı erozyona ait gün aklıma geliyor. Bir gün, evet bir gün inkar edeceğiz kendimizi, yaptıklarımızı. Öz benliğime kavuştuğumda gördüm. Bunca uzaktan nasıl oldu da beni buldu ve seslendi hayret ettim.
‘Sonra tekrar tekrar çevir bak gözünü. Ama asla göremeyecek aradığını ve yorgun, umutsuz bir şekilde dönecek yine kendi ruhuna.’
YORUMLAR
Öykünün dili bilinç akışı mı, bilmiyorum. Bir iç diyaloğ olma ihtimali çok daha yüksek. Bir monoloğ değil ve bu kesin galiba. Aslında bunun bir özgün dil, bir tarz olduğunu kabul etmem lazım. Zaten güzel olan da bu değil mi? Tamamen kendine ait, kendi yarattığın bir dil. Galiba bir yazar olabilmenin ilk ve olmazsa olmaz şartı bu.
Düşünüyorum da, ne kadar çok öykü okudum. Bokunu çıkardım desem, ayıp olur mu? Bir öyküyü okumaya başladığımda, daha ilk parağrafla birlikte hem öyküyü anlamaya, öykü yazarının öyküyü kaleme alırken duygularını yakalamaya çalışıyor hem de satır aralarında öykünün melodisini bozan hataları ayıklamaya çalışıyorum. Bir hastalık galiba, bu? Çünkü, bir disiplin aramaya iteliyor olması gibi bir saçmalığın içine düşme riski var insanın.
Ama güzel yanları da yok değil. Bir kere öykü sihirli bir el vasıtasıyla parçalara ayrılıp; duygu. mantık, bilgi, tecrübe gibi bir yığın süzgeçten geçiyor sanki. Ve öykü bittiğinde bir hamur olmaktan çıkan hammadde bir şekil alıyor kafamda. “Atma” dediğini duyuyorum. Çok atıyorum bazen, uzaklara atıyorum örneğin kendimi.
Gerçi,saçlarını geriye doğru atması değil, iki dolgun göğsünü ona armağan edeni unutması, yani o iki göğüs olmasa, ha, bir de -balerin olmaya özeniş, vardı- öykünün tek kahramanı olduğunu düşünürdüm. Hatta, tek olabilir de. Buradaki kadın, tüm kadınsal özellikleriyle bir sembol olabilir pekala.
Karşılıklı bir sinir olma, bir sarkazm hali var, öyküde. Kadın, belki de kadınla sembolleştirilmiş yardımcı karakter üzerinden bir iç gezinti. Bilince düşen bir yığın şey. Konudaki bütünlüğün hiç bozulmuyor, okurun dikkatini asla dağıtmıyor olması çok hoşuma gitti.
Bazen kahramanın bir çocuk olduğunu düşündüren şey, rahatına gelen şeyi yapmak için “ Biraz toparlan” uyarısını iplemeyen biri değil, hayal kurabilmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyor olmasıydı, galiba. Yoksa, sanki her taraf gerçek ormanla kaplıymış ve orada olmak çok kolaymış gibi “Bir gün ormanın birindeydik. O önden yürüyordu” der miydi?
Öykünün bazal zamanını yakalayamadım galiba! Ne oldu da, ne sebep oldu da bunca şey geldi aklına? İnsanın aklından her an birbiriyle bağlantılı, bağlantısız, mantıklı, mantıksız yığınla şey geçer elbet. Zira bu bilinçli olmanın, bilincin varoluş halidir. Yani her şey bir sebep ve hatta bir sonuçtur da. Ama sanki, bir öykü olabilmesi için bir sınır çizilmeli, okurun bilinci yönlendirilmeli. Bu sınır çizme, misafirlikte olma zamanıyla çizilmiş gibi. Çay konusu, suyunun konulmasından, eşlik eden lokumdan ve sebepsiz tuvalete gitme isteği uyanmasıyla, bu anlamda çok güzel işlenmiş. Ama o zaman, öncesi anlatının aslında misafirlik sırasında kurgulandığını gösteren bir şey mi olmalı? Woolf’un “Duvardaki Leke” öyküsündeki gibi. Lekeyi görme anı, ardından gelen anlatıyla yapılan ucu açık anlatı ve öykünün sınırını belirten “Tabi ya, duvardaki leke! Salyangozmuş” son cümlesi. Bu bir eleştiri değil asla. İhtimaldir ki benim “disiplin arama” hastalığımdan kaynaklanıyor.
Cümlelerde her şey yerli yerinde. Belki de o yüzden bilinç akışı değil, iç diyaloğda karar kıldım. Bir cümleni hatalı buldum. Ama yazmayacağım.
Bir daha belirtmeliyim ki; onca kaotik bilinç gezintisine rağmen, öykünün bütünlüğü inanılmaz güzel kurulmuş. Güzel öyküydü.
Kutlarım.
Sağlıcakla,
nitemtran tarafından 3/19/2016 8:07:34 PM zamanında düzenlenmiştir.
nitemtran tarafından 4/23/2016 6:55:46 PM zamanında düzenlenmiştir.
bir şey okurken hayallere kapılıp gitme hastalığım yine başladı. bunu çoktan aştım sanıyordum. bir cümle ya da bir paragraf okuyorsun, onlarca dakika geçmiş sen hala aynı yerdesin. sonra kendini toplayıp devam ediyorsun; yine aynı... bir kaç gündür böyle. bu yazıyı okurken de böyle oldu. sonlara yakın bi yerde bu hayaller şiddetini arttırdı. tabi bir tetikleyen var orada.
az sonra, başka bir yazıya daha yorumumu yaptıktan sonra, o tetikleyen üzerine düşünmeliyim. henüz geç değilken.
Erkekler birbirine benzer, lafı daha gerçekçi bir söz. kadınları insan hakkıyla anlasa karşılaştırma yapar, onlarla ilgili de böyle bir söz söyler. her neyse, erkekler birbirine benzer, hepsinin içinde aynı şehevi merak. herkes bunun doğal bir şey olduğunu bilir de itirafa gelince çoğu melek rolü yapar.
bu öykünün haddinden fazla gerçekçiydi. ruhsal betimlemelere daha fazla yoğunlaşıldığı için mi bilmiyorum ama karakterler oldukça doğaldı. doğal ve çekici. çok beğendim, tebrik ederim.
aslında bütün bir kısım ilk paragrafı öylece bırakmamak için.
umut etmek umutsuz yaşamak hayal kurmak.
şu Pandora'nın Kutusu olayında kutunun içinde birtek umudun kaldığını ve adlında insanlığa verilmiş en büyük cezanın bu olduğunu söyler Nietzsche abimiz.
doğruda söyler bir bakıma lakin şu var insanlar sadece kuru kuru umut ediyor. ne yani kurulu düzenlerimi bozulsun insanların. yaşamak içim caba göstermeyenin umut ettiğinin olmaması durumunda şikayet etmeye hakkı yoktur.
hepimiz birşeylerden şikayet ediyoruz. misal çalışma sorunu.
Paul Lafarge Tembellik Hakkında şunu söylüyor. işçi sınıfı asıl çürüyüşe sebeptir çünkü çok çalışıp bedeni tamamen yorma üzerine birbiri ile yarışırlar üstelik kazanmak yerine sadece kaybederler çünkü fiziksel yorgunluk arttıkça uyuma yemek yeme dinlenme gerekir. bunlar arttığında düşünme kısmı ölür.
düşünmeyen insanlar sadece oturup iyi şeyler olsun diye umut eder.
umut bir hastalık iyiki kirletiliyor belki birgün umut edemez olunca niye böyle oluyor der insanlar...
aslında bütün bir kısım ilk paragrafı öylece bırakmamak için.
umut etmek umutsuz yaşamak hayal kurmak.
şu Pandora'nın Kutusu olayında kutunun içinde birtek umudun kaldığını ve adlında insanlığa verilmiş en büyük cezanın bu olduğunu söyler Nietzsche abimiz.
doğruda söyler bir bakıma lakin şu var insanlar sadece kuru kuru umut ediyor. ne yani kurulu düzenlerimi bozulsun insanların. yaşamak içim caba göstermeyenin umut ettiğinin olmaması durumunda şikayet etmeye hakkı yoktur.
hepimiz birşeylerden şikayet ediyoruz. misal çalışma sorunu.
Paul Lafarge Tembellik Hakkında şunu söylüyor. işçi sınıfı asıl çürüyüşe sebeptir çünkü çok çalışıp bedeni tamamen yorma üzerine birbiri ile yarışırlar üstelik kazanmak yerine sadece kaybederler çünkü fiziksel yorgunluk arttıkça uyuma yemek yeme dinlenme gerekir. bunlar arttığında düşünme kısmı ölür.
düşünmeyen insanlar sadece oturup iyi şeyler olsun diye umut eder.
umut bir hastalık iyiki kirletiliyor belki birgün umut edemez olunca niye böyle oluyor der insanlar...
HakkınSesi
arada öylesine resim de yapıyordu kendisi. kaybettik kendisini bir bahar vakti. konuşmaya lüzuım yok deyip, yazdık o günden sonra.
öyle işte. umudu bilmem ama huzursuz insanlar var. yeri geldi mi umudu da geç, insanın ağzına ediyorlar. hah, öyleleri, kendi özel hayatlarında ne *ok yiyorlarsa yesinler, başkalarına ilişmesinler. öyle adamları adam yerine koyanları da hitlerin özel banyosuna olmasa da, edebe gelsinler diye yıldız sarayına çağırıyorum.
umut güzel şey ama.
'Mülk' kokulu bitisiyle sarsti okurken.. gozlerimiz şimdi yorgun aramaktan..
Hani boyle insanlar vardir cidden. Sanki sana bakar ama içini görür, ne düşündüğünü bilir, derdinin ne olduğunu falan. Iste onlar beni cok ürkütür. Kimbilir belki de insan kendine ozel kuytulati kalsın istiyor ille de, bi yandan da anlasilmanin derdinde.
Ve bu nedenler, nedenler. Hic bitmeyecekler. Neden eşittir sonsuzluk gibi...
Insanda hem okuma hem yazma istegi uyandiran bir kalem. Ne mutlu bize. Bir de... sanki o bir zamanki kaos gitti gibi, daha durulmus gibi kelimeler. Herkes bosuna lakirti yapiyor aslinda. Insanin en iyi ilacini yine kendisi biliyor.
HakkınSesi
https://www.youtube.com/watch?v=WlCvRieQ8nM