- 803 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
'vazgeçiş'
Telefonda bağırıyordu ‘aşağılık herif, seni tanıdığım güne lanet olsun.’ Daha bir sürü şey… Onu kaç dakika dinlediğimi bilmiyorum. Neler söyledi, hangi orijinal ve hangi sübjektif yargılarla benim değerlendirmemi yaptı, küfretti; hiçbir şey hatırlamıyorum. Beni zaten neden seviyor, benim gibi birisine nasıl dayanıyor diye Neşe’yi garipsiyordum. Muhafazakâr bir ailenin en küçük çocuğuydu. Her şey bir ara ‘birini bulun da, evlenelim hadi’ tarzı şakayla karışık muhabbetler sonrası gelişmişti. İlk görüştüğümüzde üzerinde kırmızıya çalan bir pardösü vardı. Muhtemelen eşarbını birinden ödünç almıştı. Eşarbının altında bone belirtisi gözükmüyordu. Bu konularda pek bir bilgim olmasa da, yine de eşarbın altına taktığı bonenin yarısını gösterenler gibi olmamasına sevinmiştim. Telefonda en orijinal küfrü şu olmuştu:’ Senin hayallerine köpekler işesin!’ Aslında bu söylediği küfür bile sayılmayabilirdi. Yalnız biriydim, gereğinden fazla yalnızdım ve kendimi eğlenceli buluyordum. Gösteriyi tek başına oynayabiliyorken, oyuncusu sayısı ikiye çıkınca her şey değişmek zorundaydı. ‘Kimse kimseyi değiştiremez, saygı olmalı, sevgi her şeyin çözümü’ gibi saçmalıklara gözüm tok olduğundan, bana katlanamayacağını ilk başlarda anlamıştım. İki yıllık çocuk gelişimini bitirdikten sonra yıllarca babasının evinde kalmaya devam eden birisi, bir başkasının hayallerine karşı tepki veriyorsa, bu onun aslında kıskanç biri olduğunu gösterir ki, evet, beni kıskanıyordu. Muhtemelen seviyordu da.
Neşe’yle en son birbirimizi kırmadan, iki medeni insan gibi konuştuğumuz telefon görüşmesinde haddinden fazla kirliydim. Apartmanın önündeki bahçeyle ilgileniyordum. Kaybettiğim mikrofonlu kulaklığımdan sonra bana tekrardan mikrofonlu kulaklık aldıran kendisi olmuştu. ‘O kulaklıkla başkalarıyla görüşmüşsündür zaten, iyi ki kaybolmuş. Bu alacağın kulaklık ile sadece benimle görüşeceksin, bozulsa dahi ölene kadar o kulaklığı gözümüz gibi saklayacağım’ dediği gün beynimde şimşekler çakmış, ‘bu ne diyor’ diye aynada kendime soruyordum. Yüzü doğum yapmış kadın yorgunluğu taşıyor, yüzünün bazı yerlerinde yer yer çok az da olsa çilleri belli oluyordu. Şakaklarından itibaren kulaklarına doğru saçları paralel uzanıyordu. Evet, bir gün arabayla Sakarya’ya gittiğimizde, arabada rahatlamak için eşarbını çıkarmıştı. O gün ‘saçlarını neden vitaminsiz bırakıyorsun’ diye sorduğumda verdiği cevap alınmış bir insandan ötesiydi: ‘Çok beğendin, kıskanıyorsun değil mi saçlarımı?’ Hayatım boyunca şimdiye kadar hiç saçımı uzatmadığım için, elbette uzun bir saçın zorluğunu hiç çekmedim. Genelde asker tıraşı dedikleri tarzda tıraş olduğum için saçla ilgili sıkıntılarım pek olmadı. Ayrıca şampuan da kullanmıyorum. Zeytinyağlı sabunlar en iyisi. Neşe’ye bunların hiçbirini anlatmadım. Zaten saçları hafif uzun, dalgalı erkekleri beğendiğini kendisi itiraf etmişti. O gün bahçede onunla telefonla konuşurken, siyah uzun tüyleri olan köpek yanıma gelmişti. Apartmanı tanıyordu. Berlin’den gelen yaşlı kadın köpeğe arada penceresinden yiyecek bir şeyler atıyordu. Köpek birkaç gün önce doğum yapmıştı. Yüzüme bakarken, masum bakışlarının ardı sıra sokakta son oyunu kaybedip, evine mağlup dönen çocuğun hüzünlü ifadesini takınmayı nasıl başarıyordu, anlam veremiyordum. Onu doyasıya sevmek istiyordum. Haddinden fazla kirliydi ama ‘ben çok mu temizim’ diye de düşünmüyor değildim. Cebimde iki lira bozukluktan başka para yoktu. ‘Ne alsam da yer bu’ diye düşünürken, çöp bidonları gözüme takıldı. Evde de yiyecek bir şey yoktu. Ay sonuydu, alışveriş yapmak için maaşı bekliyordum. Kredi kartının limitini aşmamaya yemin etmiştim. Çöp tenekesinde yiyecek bir şeyler bulabilirdim. Köpek oturmuş bana bakıyordu. Ağzı sıkıca bağlı poşetlerden birini açtığımda içinden yenmemiş bir tavuk budu çıkınca mutlu oldum. Sevincimi paylaşacağım ortağıma yemeğini uzattım ama bu yetersiz olacaktı. Tekrar poşetleri karıştırmaya devam ettim, birinde yoğurtla bulamaç olmuş pilava denk geldim. Başka bir poşette az bir tavuk etiyle, bir sürü kemiğe rast gelince ‘vay kerata, yemeğin çıktı’ diye köpeğe seslendim. Çoktan ilk verdiğim budu bitirmişti. Bahçenin ön tarafında bulunan, yazın iki ay evlerine uğrayan birinci kattaki komşulardan birine ait vazonun altlığını köpek hanıma yemeği için tabak olarak ayarladım. Yoğurtlu pilav bir yanda, az bir tavuk ve bolca kemikleriyle beraber yemeğini verdikten sonra köpeğin yanından ayrılmaya yakın, sarı, bakışlarından ürktüğü belli olan bir kediyi duvarın üzerinde gördüm. İki kemik de ona atmazsam, içim fena halde sıkılacaktı. Kemikleri attığım yere ürkerek duvardan atlayarak gidip, o da, az da olsa dişinin kovuğunu doldurmayacak yemeğiyle meşgul oldu. Sonra biraz zaman geçince topraktan bir solucan çıkarıp, kargalara fırlattım. Gördüler mi, dikkatlerini çektim mi bilmiyorum ama düşümde damarlarımda dolaşan hamamböceklerinden en azından daha tatlı geliyordu solucanlar. Hem kim bilir, insan birinin yüzüne baktığında melek diye nitelendirdiği kızın, Yusuf yüzlü diye takıldığın oğlanın bile vücudunun çoğu yerinde solucanlar olabilir. Çok geçmeden başıma düşen bir şeyle şaşırdım. Ekmek parçasıydı. Karganın tekiyle göz göze gelince, solucandan dolayı bana teşekkür niyetine o ekmek parçasını attığını anladım. Neşe telefonda geçen gün kuzenleriyle beraber geçirdikleri günü anlatıyordu. Bir yandan ‘ya sabır’ çekiyordum. On beş yaşında biri gibi davranıyordu. Kuzenleriyle beraber geçirdikleri günün beni ilgilendirmesi gerekmiyordu. Bunu anlaması gerekiyordu ancak aklının bu kadar çalıştığını çoktan anlamıştım. ‘E canım, sen ne yapıyorsun şimdi? Ses geldi az önce, köpek miydi o?’ ‘Evet, köpekti, sokaktan geçiyordu’ dedim. ‘Çok seviyorum köpekleri ama şu ufak tefek köpekler var ya, onları seviyorum canım’ diyordu. Üniversite okurken bir dönem İngiltere’de kalmış bir arkadaşımın bir ara tek hayali Fox Terrier cinsi bir köpekle yaşamaktı. Elbette yalnız bayanların evlerinde en azından ona fiziksel arkadaşlık sağlayacağı bir hayvanla yaşamak, onlara garip bir güven verebilir ama ne kedi, ne kuş, ne köpek, ne su kaplumbağası ne de başka bir hayvanla yaşamayı hiç düşünmedim. ‘Aşkım ben yarın teyzemlere gideceğim. Kuzenlerim gelecek, diğer teyzemin kızları. Onlarla vakit geçireceğiz. Eğer ararsan, bana ulaşamazsan diye söylüyorum. Hem akşam tekrar konuşuruz. Dikkat et kendine, öpüyorum.’ Öpüyorum eylemini hayal edince, bunun için uygun bir anda olmadığımı itiraf edebilirdim. Bu işin kolayı olurdu. ‘Neşe’ derdim, ‘biliyor musun şu anda bok gibiyim, inan beni öpmek istemezsin.’ Bu biraz hafif olurdu, şöyle de olabilirdi:’ Neşe, neremden öpeceksin?’ Altı üstü, belki de ağız alışkanlığı olarak ‘öpüyorum’ demişti. Takıntılı biri olduğumu henüz bilmiyordu. Zaten bunu öğrendiği an, çoktan ayrılmış olacaktık. Tırnaklarımın arası toprak dolmuştu. Sağ elimin orta parmağına ait tırnağı kökünden çıkarabilirdim.
Neşe hızlı konuşuyordu. Atlı koşturuyor gibi, kelimeler ardı ardına kulağıma birikiyordu. Bir an önce diğer kulağımdan o kelimelerin, hatta cümle değil, bir sonraki hali paragraf olmalı, o paragraflardan kurtulmalıydım. Onun yanında hissedemediğim heyecanı, ismini unuttuktan sonra bir daha hatırlayamadığım, ona x diyebilirim, bayan x karşısında uzaktan görür görmez hissetmiştim. Anne babalara bu yüzden çok iş düşüyor. Çocuklarına isim verirken çabuk unutulacak bir isim koymamaları gerekiyor. Yine de bir şeyler, ‘ç’ harfiyle başlayan bir isim olduğunu bana fısıldıyor; ne olabilir diye beyin jimnastiği yapıyorum: ‘ Çağla, Çiğdem, Çiçek, Çolpan…’ Ç ile başlayan başka bayan ismi aklıma gelmiyor. Evet, çok az duyulmuş bir isme sahipti bayan x. Ona sol tarafından bakıldığında ayrı bir olgun duruşu vardı. Uzun bir filikayı andıran dudaklarının içerisinde gözüken dişleri bembeyazdı. Dişleri evrime inanan bir bilimciyi dahi teorilerinden vazgeçirebilecek ölçüde sağlam, iri ve güçlüydü. Ağız yapısı Arap coğrafyasının kalın dudaklı kadınlarına benziyordu ama ‘soyumda Arap yok’ diyordu. Önemli olmayan bir ayrıntıydı. Nasıl olsa çocukken oyunda kaybetmeye alıştığım misketlere benzeyen gözleri bir yere odaklandı mı, o yer gözümde farklılaşmaya, aldırmadığı kaşlarından ötürü yüzündeki doğal ifade ayrı bir estetik seviye katıyordu. Bazı günler canı sıkıldığında, fil hortumunun deliklerini andıran burun delikleriyle derin bir nefes alırdı. Genelde burnunu seviyordum ama alt bir seviyeden ona bakınca, örneğin yan yana oturduğumuzda, öne doğru hafif eğiliyor ve o ürkütücü benzemeye sebep olan burun deliklerini görüyordum. Burun deliklerinin kapandığı noktadan üst dudağına doğru birbirinden ayrılan iki kalın çizgiyi genelde tedirgin olduğunda görebiliyordum. Gözüme ilişen çizgiler Fırat ile Dicle gibiydi ancak Basra körfezine döküldüğü haliyle değil, ters istikamet üzerinden gidip, Irak’tan Türkiye’ye doğru atlastan bakınca görülebilen iki çizgiydi. Aslında böyle düşünmeyip, dudaklarının onun kaynağı olduğuna inanıp, o kaynaklardan çıkan Dicle ve Fırat’ın burnunda bir yere döküldüğünü, aslında dökülmeden öte, vücuduna dağıldığını söyleyebilirdim.
Çıplak ayaklarla toprağın içerisinde uzun süre bulunmak beni rahatlatmıştı. Belki bir saat, belki bir dakika sonra yıkılıp gidecek bir hayali kaldıracak kadar güçlü değildim. Bayan x sınırsız bir korkuya sebep oluyordu. Adını neden hatırlayamıyorum diye bir şikâyette bulunmuyordum, olabilir, gerçekten ismini unuttuğum için kendimi cezalandırmam gerekmiyordu. Alçak bir taburenin üzerinde oturmuş, daireme çıkmadan önce son sigaramı içiyordum. İkinci kattaki pencereyi açık gördüğümde heyecanlanmıyorum desem yalan olurdu. Yaşlı kadın geçen sene Kasım ayına kadar Almanya’ya gitmemişti. Yolumun üzerinde sık sık rastladığım ikinci kat pencereleri gibi değildi. Yaz boyu o pencere açık oluyordu, gece mavi bir gece lambasının ışığı daireye ayrı bir hava katıyordu. Güneşliğin pencerenin kenarında bir yerde olduğuna emindim, tül perde yeterli oluyordu karşıdaki dairelerden sakınmak için. Ona eski mahalle kültürünü yaşattığımı düşünüyordum. Yetmiş yaşına merdiven dayamış olsa da, kimi zaman muhabbeti ağzında sakız, akşamki nimetini bekleyen arka mahalle orospuları kadar düzeysiz olabiliyordu. Küfür ettiği de oluyordu ama beraber küfredince kendimi daha iyi hissediyordum. Sarı saçlı, alman ağzıyla Türkçe konuşan torununun beyefendi abisi olmuştum. Yan apartmanda, yine ikinci kat dairelerinden birinde bulunan beyaz renkte, uzun saçlı adamın da bazen benim muhabbet teyzemle konuşmalarını duyabiliyordum. İyi geliyordu. Bazı günler uzun beyaz saçlı adama denk geliyordum. Bana gülümsüyor, eliyle selam veriyordu. Bazen ‘merhaba’ diyordu. Yaşlandıkça bende bu adam gibi zayıflar mıyım yoksa göbeğiyle kasıkları arasındaki yağdan dolayı çişini yapmak için gerekli organını ararken, eliyle kazı çalışması yapan adamlar gibi mi olacağım diye meraklanıyordum.
Biliyorum, öğleden sonra banyo yapmak hoş değil. Banyo denilen eylem akşamları yapılmalı, sonra da erkenden uyunmalıdır. Erken uyumak ve banyo eylemine ayrı bir anlam katmaya gerek yok. Eskiden çocuklar ve büyükler için ayrı leğenler kullanılırdı. Büyük leğene geçiş yaptığımda duyduğum heyecanı hiç unutamıyorum. Artık büyümüştüm. Sıcak suyu kullanma marifet gerektiriyordu. Genelde bunu anneler daha iyi becerdiğinden, ellerini banyo kovasına daldırıp, ‘hah, ılık, çok güzel’ dediği an, başta köpürmüş olan sabunun giderden akıp gitmesi için demir tasla o ılık su defalarca baştan aşağı dökülmeye başlardı. Bayan x, ah nasıl da adını unuttum. Suyun akıp, vücuduma değdiği her damlasında onu düşünüyorum. Bir ara gözümü açıp, yerdeki fayanslara baktığımda, su artık çeşmeden çıktığı gibi gidere doğru yöneliyordu. Çamurdan arınmıştım. Sakallarım kaşınıyordu. Gözlerimi açmadan hafif köpüklü lifi bıraktığım yerde aramak için çömeldim. Lifi bulmuştum ama köpüğü pek kalmamıştı. Köpük önemli değildi, lif yeter ki kaşınan sakallar için birkaç defa derinden bir kaşıma hizmeti görmeliydi. Havlu banyo kapısının arkasındaki askılıktaydı. Havalar sıcak olduğundan dolayı banyoda fazla durunca terlemeye başlıyordum. Sonra havluyla temasımı odalar arasında dolaşırken hallediyordum. Bu sefer ayna karşısında durmuş, omzumdan aşağı akan damlaların hareketlerini inceliyordum. Bazıları gökyüzünde aniden kayan yıldızlar gibiydi. Bazılarının kuyruğu yoktu, iki üç arkadaş arka arkaya ritmik hareket yapıyorlardı. Sperme benziyorlardı. Hepsinin ortak kaderi kıllar arasında kaybolmaktı. Orada, köprücük kemiğinin oluşturduğu bir santimden kısa mesafede duran damla bir türlü aşağı süzülmüyordu. Belimden sıkıca bağladığım havlunun açılacağı çekincesini yaşamanın saçma olduğunun farkındaydım. Yalnızdım, olağandışı bir durum olmadığı zamanlar olduğu gibiydim ve neden dolayı endişe ediyordum? Kaybedecek vaktim yoktu. Fırlayıp banyodan, salona yönelmeliydim. Banyodan dışarı çıkmak için büyük çaba harcadım ama çıkamadım. ‘Neden’ diye seslendim. O bir damla hala bir santimden küçük yerde duruyordu. Akmak istemiyordu. Karar veremiyordum. Ona zarar vermeden nasıl banyodan çıkabilirdim. Bu endişe içime sınırsız bir korku doldurdu. Sahil boyunca koşup, ciğerlerimde o pas tadını aldığım günü anımsadım. Oraya dönmeliydim.
Yüzüm iyiden iyice belirsiz bir çöküntü içerisinde kalıyordu. Basit bir dalavereydi. Heykel gibi duruyordum. Aynaya bakıyordum. Belimin böbreklerime doğru olan kıvrımlarında yeşil lekeler görüyordum. Meme uçlarını heykeltıraş son bir darbeyle iç kısmına doğru çöküntü oluşturmuş ve sanki Tanrı görevi yapıyordu. Biraz daha uzun olsa, o taş, bir erkeği kadın yapabilirdi. Armağanları geri çeviren ıslak havlunun ben banyoyu terk etmeden, belimden sıyrılıp, düşmesini elbette beklemiyordum. Şaşkınlık dolu gözlerim yoktu. Bacaklarım, işte kafatasımın içindeki suyun büyük bir bölümü, bu bacakların performansıyla kirlendiğini düşünüyordum. Soluğum kesilmişti. Göğüs kılları arasına gizlenmek isteyen diğer su damlacıkları bir an durmuşlardı. Zaman durmuştu. Gözlerimin altındaki torbacıklar yaşlı bir kucağı andırıyordu. Buruşmuş kollarıyla gözlerimi tutup, havaya kaldırıyordu. Zahmet ediyorlardı. Dudaklarımı iğdiş eden ampulün zevksiz ışığıydı. Gün ışığında, istediğim gibi kalabileceğim, uzanabileceğim kumlara gidebilseydim… O kumların kokusuna dayanamıyorum. Bayat maya kokusu olan yosunlar ve kırık içki şişelerinden korkuyorum.
Birazdan içeri gireceğim. O damlaya ne olursa olsun, gireceğim. Gece değil, bir başka yerde kayan yıldızlar için endişe duymuyorum. Hiçbir sperm böylesi güzellikte kılların arasında bilinmeyene doğru yolculuk yapmamıştı. Kuyruksuzlar; nasıl da aceleci ve amatörler. Kaskatı kesilmiş, dapdaracık süreyi uzatan, doğar doğmaz eskidiğimize dair inancı yadsıyan diz kapaklarım değişiyor. Camillie Claudel beni bu halde görse, yine de sanatsal bir çabaya değmeyeceğimi açıkça söyleyip, beni gerçeğe döndürebilirdi. Gözlerime anlam veremiyorum. Neye bakıyorlar, kimi görüyorlar ayna da? Aynaya yaslayabilirim yanaklarımı. Dilim kamaşıyor. Kupkuru olduğuna inandığım ana kadar yanaklarımı aynaya sürebilirim. Küçük bir mutluluktan fazlası değil bu. Bayan x hafifleyip, aklımdan çıkabilir. Eğer şuradan, banyodan çıkabilirsem.
Kendimi yatağın içinde bebek gibi uyuduğumu düşünürken, zil sesiyle uyanıyorum. Bu saatte kimsenin gelmemesi gerekiyor. Pencereden aşağı bakınca, elinde akordeon olan bir adam ve yanı başında eşiyle çocuğunu görüyorum. Buranın göçmen çalgıcıları, akordeon sesini seviyorum ama o kucaklarındaki bebek ağlamaya başlayınca tüm ritim kayboluyor. Sanırım para toplayan kadın için fazladan bir avantaj olmalı. Kucağında bir bebek olup, elini insanlara açarsan sana üzülebilir ve para verebilirler.
Su damlasının bir santimden kısa bir alanda ne işi olabilirdi ki zaten. Parmağım ucuyla onu kovalayıp, banyodan çıktıktan sonra telefona baktım. Neşe mesaj göndermemişti. Bu olumlu bir gelişmeydi. Birkaç saat dişimi sıkabilirsem, masada duran kâğıtlar üzerine aldığım notları tekrar gözden geçirir, ayrıca bir türlü bitmeyen kitabıma dair düşünebilirdim. Böyle olduğunda genelde dergi okuyorum. Yirmi, otuz yıl öncesinin dergileri ilk gelişim için güzel ancak yeterli değil. 79 öncesi fikir dergilerine de bakarken, bazen gülüyorum. Binlerce küçük titreyiş zihnimde sırasını kaçırmaksızın birkaç cümle oluşturmam için bana yardımcı olmaları gerekirken, okumakla yetiniyorum. Kendime güven ya da güvenmeme mevzusunu bir noktadan sonra rafa kaldırdığımı hatırlıyorum. Hiçbir dayanak noktası insana direkt güven veremez. Güven iyi bir şey olabilir ama akıldan yana kullanabiliniyorsa. Olmuyor, yine bir şey yazamıyorum. Uzun zamandır hiç aklımdan çıkmıyor ve Neşe, evet, en büyük suçlu olarak onu görüyorum.
‘Kuzenlerime senden bahsettim. Sana hayran oldu hepsi.’ Böyle bir mesajdan sonra ne yapmamı bekliyordu? Telefon açıp teşekkür etmemi ve ona ‘canım, sen harikasın, başkalarını bana hayran bıraktırabiliyorsun’ dememi mi bekliyordu? Sanmıyorum ama yaptığı her neyse, inanılmaz derecede aptalcaydı. Bir an için merak etme hakkım vardı ama onu da kullanmak istemiyordum. Neşe’nin bu saçma sözleri beni her geçen saniye, günler arasında boğulmakla beraber kendisinden uzaklaşmama sebep oluyordu. Flaubert’e dair aldığım not dikkatimi çekiyordu. Bir anlık şaşkınlık aslında kendi içinde farklı bir amaca yönelik olabiliyordu. Doğru dürüst çalışamadığım için, sıkılıyordum. Son üç yıldır bir kitap benim için yalnızca bir kitap değil, otodidakt varlığın etki alanında her zaman iyi incelenmesi gereken birikimdi. Çehov hikâyesi olabilirdi bu, hiç ummadığım Güney Amerikalı bir yazar ya da ünlü bir Britanyalı yazar. Sonra hikayenin başına şu anekdotu ekleyebilirdim: ‘ Sömürgecilik faaliyetlerinden sonra konuşulmaya başlayan diller bir anda yabancı oldukları dünyanın dayatılmış kaynaklarında vücut buldu.’ Yıllar önce Norveçlilerin yaptığı gibi tüm kitapları tek tek odanın bir noktasına yığıp, kendi kendimi protesto da edebilirdim. İçinde, kiminle anlaştığım ve kimlere zarar vereceğimin belli olmadığı o girdap beni bilinmeze sürüklüyordu. Gece geç vakitlerde, özellikle saat on ikiyi geçmişse, dışarı daha rahat çıkabilirdim. İnsanlar arasında olmakta canım sıkılıyor. Bayan x olsaydı, onun insanın yalnızlığını sonsuzluğa yatıran bakışları arasında kaybolmaya razıydım.
Neşe’nin annesi, anneme telefon açıp:’ Siz bizimle alay mı ediyorsunuz? Ne demek oğlunuz vazgeçti? Evlilik oyun mu hanımefendi?’ diyor. İhtimal dışı kalmış kayınvalide lakaplı kadın bir şeyleri sorgulamaya çalışırken, zavallı annem ne diyeceğini bilemez halde ‘oğlum, bilmem, öyle demiş Neşe’ye, istemiyor, yok, maalesef, kısmet olsun, hayırlısı ben de bilmiyordum’ diye birkaç anlamını yitirecek üvey cümleler kurmaya çalışıyordu. ‘Kızım kaç gündür ağlıyor, hep senin yüzünden. Oyuncak mı benim kızım? Nasıl bir vicdanın var’ derken, evet ama bana da telefon açıp, ayrılığın sebebini sorguluyordu. ‘Biri mi var, sevgilin mi var yoksa senin’ diye soruyordu. Ayaklarımı masaya uzatmıştım. Saate bakıyordum. Birkaç gün önce pilini değiştirmiştim ama yine de duracağından korkuyordum. Bu saati alıp, çivisini duvara çakarken de çok terlemiştim. Zaten ben hep terlerim. Bu benim pis bir huyum. Ayrıca oyun da oynarım. Neşe’nin acı çeken annesi öyle diyor, ben oyun oynuyormuşum. ‘Hayatı oyun mu sanıyorsun sen, nasıl bir vicdanın var, kaç gündür yemek yemedi kızım’ derken sesi çok hüzünlü geliyordu. O ve kızı için üzülebilirdim. Buna biraz vakit ayırabilirdim ama telefonda konuşurken değil, başka bir zaman olabilirdi. Mutlu olduğum bir zaman bana mutluluğun geçici olduğunu hatırlatacak bir an, işte üzdüğüm iki insanın acıklı, melodrama dönen cümleleri olurdu.
Neşe’nin beni hiçbir zaman anlamayacağını biliyordum. Sözüne sorgu biçimi veriyor, beni sıkıştırdığını düşünüyor ama ben düz bir adamım. Beni yargılamasını da zerre umursamıyorum. Yanıltıcı bir uzlaşma anında ‘ama beni sevdiğini söylemiştin’ diyordu ve bu sözlerin amacı ‘geri dönebilirsin belki’ demekti. Yaftalıyor beni. Kendi sözlerimle, beni olduğumdan daha farklı göstermeye çalışıyor. İnsani davranışlarımı kendi cephesine katarak beni hareketsiz bırakacak. Eğer onu sevmediğimi söylersem, işte onun istediği kıvama gelmiş olurum. Hayır, onu sevmiyorum değil, mesele bu değil, ondan tiksiniyorum. Bunu rahat bir şekilde söyleyebilirim. Bu sefer sorusu ‘ne yaptım sana’ olacaktı. Sonra ki seferde ‘aslında tiksindiğim tek insan sen değilsin’ olacak ve kafası iyice karışacaktı. ‘İstemiyorum’ cevabı iğrençtir. Asıl iğrenç olan bu cevabın kendisi; ‘istemiyorum.’ Şunu diyebilir miydim:’ Sen benim, olmak istediğim gibi biri değilsin.’ Hayır, bu da olmazdı. ‘Ben bayan x’i unutamıyorum’ desem örneğin, ya öyle biri hiç olmadıysa, ben bir hayal görüyorsam ve Neşe’yi yok yere üzüyorsam?
Rüzgâr sesi kimi zaman aç bir aslan kükremesine benzer. Apartmanlara çarpıp, sokak arasında sersemleyen rüzgar yumuşacık bir şekilde yanaklarımı okşuyor. Sakallarımın rengine uygun bir hava var. Biraz beyaz, biraz sarı; belki de kahverengi ve gri. Ne değişik bir insanım. Oysa saçlarım ve kaşlarım siyah. Neden sakallarımın rengi değişik? Bu bir sürpriz olabilir mi? Her sürprizi ben yapacak değilim. Bir gün önce hayaller kurmasına izin verirken, diğer gün mesajda ‘devam etmeyelim Neşe, edemeyiz, olmayacak bu iş’ diyen de bendim. Neşe çok ağladı. Annesi bu meseleyi çok büyüttü. Eğer biri bizden bahsedecek olsa onlara, küfür etmese de, çok ağır cümleler kurabilir. ‘İnşallah mutlu olmaz evlendiği kişiyle, kızımı böyle ortada koydu ya, inşallah ömrü boyunca mutsuz olur.’
Masa örtülerinden uzağım. Yine de uzak, genç, acımasız ve bükülmesi mümkün olmayan yalnızlığımın çoğalmasına izin vermeliyim. Yorgun bir köpek gibi ağzımı açıyorum. ‘A’ diye bir ses çıkıyor ve sonra ‘a’ hecesi uzuyor. Gizliden gizliye hiç ayrılmak istemediğim, tüyleri güneşle parıldayan ve dudakları var olmakla öpüşmeye hazır gelecek bayan x’in sesi, kapı önünde başka bir kediyle didişen kedinin mırlamasına karışıyor.
Dikdörtgen şekliyle, bir kenarı yırtık olan bilete bakıyorum. Koyu mavi renkte yazılı, kalın puntolu kelimeler bizim gideceğimiz yere ait sorular soruyor. Cevaplar sönük bir siyahla yazılmış ve güneşe kavuşunca daha bir soluklaşıyor bedenleri.
Gözlerimi açtığımda Yusuf ‘kaloriferleri yaktım, birazdan ısınır, şimdi soğuk ama az bir süre sonra sıcak olur’ diyor. Rüyamda bayan x’e gitmemesi için yalvarıyorum. Kollarımla sarılıyorum ancak boşluğu sarıyorum. Uyandığımda kalorifer peteğine sarıldığımı gören Yusuf üşüdüğümü sanıyor. Gerçeği ona anlatmak zorunda değilim. Neşe’de bilmek zorunda değildi. Hiç kimsenin bilmesi gerekmiyor böyle şeyleri. Neşe meselesi kapanalı çok oldu.
Sandalyeye oturup, masaya ellerimi uzatıp, bir türlü iki cümleyi kuramadığım kâğıda bakıyorum. Yorgun ağaç gövdeleri gibi, organlarım sararıp, kuruyor. Fotoğrafların bir manası olmalı. Gerçekten ilginç olanı dipdiri karşımda görüp, ellerimle dokunmalıyım.
‘Üzerinden geçmiş anıları düşünmeyi seviyorum. Yapabildiğim kederlenmek değil, güzel olan ne varsa, onu düşünüp, hiç olmadığı kadar büyümesine izin veriyorum.’
Geçmişin soğuk gölgesinde şimdiyi eşeleyen zihnimden kurtulmam mümkün olmadığı gibi, kendimi biraz iyi hissettireceğini düşündüğüm gecede kaybolma düşüncesindeyim. Fakat sokakları biliyorum. Caddeler bile hep aynı büyük yola çıkıyor. Sokakların çıkmazında dahi çıkılacak dar bir yer var. Yazdığım cümleye tekrar bakıyorum. Bugün, hayır, bugün de yazamadığım için üzülmemeliyim. Biraz daha çalışmam gerekiyor ancak o kuvveti içimde bulamıyorum.
YORUMLAR
İTÜ’den Celal Şengör hoca “Tüm bildiğin kuğular beyaz diye, tüm kuğular beyazdır, deme, biri, beyaz olmayan bir kuğu görürse hipotezin çöker, diyor. Aha da buldular, Avustralya’da siyah kuğular var” diye hem nalına hem mıhına vuruyor.
Öykünü okudum ve bunların öyküyle alakası çok uzak, ama illa ki var bir alaka. Sonrasında “Küss”ün yorumunu, tam da “Ben de öyle, arkadaşımla aynı düşünüyorum” diyecekken, birden Celal Şengör’ü hatırlıyorum. Pek hayırlı değil bu hatırlama.
Bir ara Yusuf Atılgan’ın “Evdeki” öyküsünü okumuştum. Yalın ama çarpıcı dili, teminin netliği çarpmıştı beni. Hatta bu öyküyü bir kadın bile yazmış olabilir, diye düşünmüştüm. Bunun da konuyla yok doğrudan alakası elbet. Ama aklıma ne geldi biliyor musun? Kazık kadar adamlar, hem de bu denli çarpıcı çözümlemeler yapabiliyorken, ana-babasının bulduğu kızların ardında ömür tüketiyor ve hep aynı kaderi; ayrılığı, sonu baştan belli “biraraya gelemeyiz” yıkımını yaşıyorlar?! Pek bir garip. Sığınılan limanların inşası çoktan bitmiş, çoktan çağ dışı kalmış, gibi.
Sahi aynalarla konuşmayan kimse var mıdır? Sanmam.
Aslında, daha ne çok, ne güzel tespit var öyküde Güzel cümleler, ayrıntılar harikulade. Ama, bu ağdalı yapı çok yıpratıcı.
Bu bir öykü değil, bir romanın sıcak parçası olmalı gibi geldi bana.
Sağlıcakla,
HakkınSesi
yine bir kitaptan sayfalar okumuş hissiyatı. çok alakasız olacak belki ama, öyküyü okumayı bitirdiğimde -ki özellikle son kısımda tırnak içine alınan yer çok etkiliydi- istemsizce şunu düşündüm. "ne tuhaf. bizler öleceğiz ve bu yazılanlar kalacak." yani yazı bizden daha uzun ömürlü. bu da cidden hüzünlü.
bilmem garip geldi işte. güzeldi.
HakkınSesi
böyle diyenler var da, insanı bir gülmek tutuyor.
sağ olasın :)