- 394 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
-DİL ALANINDA YAŞADIĞIMIZ MED CEZİR MANZARALARI HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ-
Öğrencilik yıllarımda Türkçemizi kullanma hususunda bazı öğretmenlerimin gösterdikleri kimi yaklaşımlarla bende yer ettiklerinden söz edebilirim. Sözgelimi, orta üçüncü sınıfta Türkçe ve Fen bilgisi derslerimize giren öğretmenlerimizin kelimeler üzerinde zıt yönde hassasiyet gösterdiklerini hatırlarım. Türkçe dersimize giren hanım öğretmen arı dil kavramını kullanmaktadır. Açıkçası dilde özleşmeye, arılaşmaya önem verdiğini belirtmektedir.
Kendi hesabıma dilde özleşmeci anlayışın, Atatürk’ün öncülüğünde dil alanında yapılan yenileşme hareketine ne ölçüde uyduğu konusunu hep sorgularım. Bu konuda yaşanan olumsuzlukları vurgulamak açısından; Üniversite yıllarında gördüğümüz Muzaffer Sencer ve Yakut Irmak tarafından kaleme alınan “Toplum Bilimlerinde Yöntem” adlı ders kitabımızı takip edebilmek için yanında Öztürkçe sözlük kullandığım aklıma gelir. Elbette Sosyal Bilimlerin terminolojisi dâhilinde latince kelimelerle karşılaşmak doğaldır. Ancak bunun haricinde birçok kelimede yeni yeni terimler üretmek doğru bir yaklaşım mıdır acaba? Yine, ünlü bir şairimizin mucize yerine tansık kavramını önerdiğini hatırlarım. Bu tip yaklaşımları zorlamalı bulduğumu söylemeliyim. Öyle ya asırlara mal olmuş, kullanılagelmiş bir kavramdan söz ediyorsak.
Peki, Türkçe’nin ölçüsü nedir? Ünlü şairlerimizden Yahya Kemal’in İstanbul Türkçesini kıstas alırken kullandığı bir tâbir dikkat çekicidir. İstanbul efendileriyle, İstanbul hanımlarının konuşmaları şeklinde yaptığı tanımdan söz ediyorum. Yine şair, “İdrâk ettim ki İstanbul konuşması, kitâbet lisânının kelimelerini çoktan değiştirmiş ve kendi zevkine göre Türkleştirmiştir” der.
1930’lu yıllarda Atatürk’ün talimatıyla yöresel ağızlar üzerine derlemeler ve sözlükler hazırlandığı da aklımıza gelebilir. Sözgelimi Ömer Asım Aksoy tarafından hazırlanan “Gaziantep Ağızları Sözlüğü” gibi. Bu anlamda baktığımda Atatürk’ün dilimizi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarma yönündeki talimatını, dilimizde geçmiş çağlardan gelen hiçbir yabancı kökenli kelime bulunmayacağı yönünde anlamlandırmayı doğru bulduğumu söyleyemem. Sözüme mim koyun lütfen! Bu sözle ifade edilen ve eleştirilen husus herhangi bir dilin Türkçe üzerinde hâkimiyet kurmasıdır.
Efendim! Asıl itibariyle alırsak; bu tartışmalar o dönemde yeni değildir. Osmanlının son dönemlerinde de özellikle Servet-i Fünun akımının etkisiyle ağdalı bir Osmanlıca yönelimi karşısında Türkçülük cereyanının yönlendirmesiyle Türkçecilik anlayışı gelişecektir. Milli Edebiyat akımının kolları olan Genç Kalemler ve Beş Hececiler grupları Türkçe ile edebiyat yapılabileceği hususu üzerinde önemle durmaktadır.
Bizde zaman zaman “Amerika’yı yeniden keşfetmek” örneği tavır ve yaklaşımlar üretildiği görülebilir. Bir fıkra bu durumu daha güzel ortaya koyabilir. “Genç bir yazar adayı yazdığı romanın müsveddesini eleştirmene sunar. Eleştirmen metni okuduktan sonra ‘ eserinizde yeni ve doğru birçok fikre rastladım. Ancak müşkül şu ki; fikirlerinizden doğru olanlar yeni değil, yeni olanlar ise doğru değil’ ” diyecektir.
Bu açıdan baktığımda Dil Devrimi ile beraber Türkçecilik fikrinin yeni ortaya çıktığını ve emekleme, sıralama aşamalarından geçtiğini düşünmek bizi yanıltacaktır. Tam tersine Atatürk’ten sonraki dönemlerde Özleşmecilik akımının gösterdiği yaklaşımların getirisinin dilde emekleme olacağını düşünürüm. Bu anlamda Türkçe ile uydurmacayı birbirinden ayırmak gerekir derim.
Bu hususları bir fıkra ile bağlamak istiyorum. Cumhuriyetin ilk yıllarında bir mecliste Dil Devrimi konusu tartışılır. Değişik görüşler öne sürülür. O ortamda bulunanlardan biri olan Yahya Kemal, “Bence der; Halkımız bir sözü söylerken anlamına en uygun şekilde ifade etmekte. Sözgelimi halkımız profesör kelimesini profesür şeklinde telaffuz eder. Zaten bizdeki profesörlerin ekseriyeti de profesür değil midir ?”
Yine okul yıllarımıza dönersem; Fen bilgisi öğretmenimiz ise geleneksel kelimelerin kullanılması yönünde hassasiyet göstermektedir. Ben kendi hesabıma şunu hep düşünürüm. Bir fen bilgisi öğretmeninin alanındaki terminoloji üzerinde durması ne kadar gerekirse, günlük kelimeler üzerinde durması ve hele ki verdiği notlara yansıtması o kadar yanlıştır. Sözgelimi, örneğin kelimesini ısrarla kullanan bir öğrenciye takması ve hatta bir sözlüde sorduğu soruya cevap veremeyince bu öğrenciye seni bir şartla geçiririm, şarkı söylersen demesi, buna karşın öğrencinin dersimiz müzik dersi değil ki hocam neden şarkı söyleyeyim demesi ilginç bir olaylar zincirini karşımıza çıkarır. Açıkçası, bir öğretmen Profili yönüyle de hazin bir durum değil midir?
Diğer yandan, üstte yer verdiğim Toplum Bilimlerinde Yöntem adlı; şüphesiz meslek alanında ciddi birikimin ürünü eseri izlerken yaşadığımız durum misali bir örneği de farklı bir dersi okurken yaşadığımı söylemeliyim. Evet, birinci sınıfta gördüğümüz şimdi artık hayatta olmayan bir sosyal bilimci Amiran Kurtkan Bilgiseven’e ait Genel Sosyoloji adlı alanında kapsamlı bilgiler veren eseri okurken de Osmanlıca’dan Türkçeye sözlük kullandığım gelir aklıma. Bakın dikkat ederseniz sosyoloji sözlüğü türü, mesleki terminolojiyi kapsayan bir eser değil bahsettiğim. Demem o ki; bilimsel olmanın ölçütlerinden birinin de sanki anlaşılmazlık olduğu havası estirilir.
Kuşkusuz burada kimi öğretmenlerin, hocaların, yazarların münferit varlığına bağlı hususlardan söz ettiğim algısı da oluşabilir. Oysa dillendirdiğim durumlar; kuşaklar boyu yaşanan problemlerin, insanların ferdi varlığı üzerinde olgusal temelde meydana getirdiği tahribat ve olumsuzluklardır.
Tüm bu hususlar doğrultusunda düşündüğümde; Türkçemizi sevmek ve sahip çıkmak kadar, doğru tanımlamalar etrafında birleşmekte hayati değer taşımaktadır. Unutmamak gerekir ki; ülkemizi Kaos ve kargaşa ortamına sürükleme çabalarının temel araçlarından birisi de dil üzerine geliştirilen Spekülatif yaklaşımlar olmaktadır.
L.T.
YORUMLAR
bilgilendiren mükemmel bir yazıydı ve ona eşlik eden bilgi veren değerli yorumlar
kalemdaşlarıma teşekkürlerimle
saygılar
levent taner
Katılımınız dolayısıyla şükran duydum
Çalışmalarınızda başarılar dilerim.
Saygı ve selamlarımla...
"Millî his ve dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil şuurla işlensin. Ülkesinin yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır."
Mustafa Kemal ATATÜRK
1 KASIM 1928 ’de yapılmış olan "HARF DEVRİMİ" nin ve 12 TEMMUZ 1932 ’de yapılmış olan "DİL DEVRİMİ" nin amacı, o güne kadar kullanılan Arap harfleri kaynaklı Osmanlı alfabesinin yerine, Latin harflerinin Türkçeye uyarlandığı yeni bir alfabenin kullanılmasını sağlamak, Türkçenin Arapça, Farsça, vb. gibi yabancı kökenli sözcüklerden, işaretlerden ve dil bilgisi kurallarından arındırılmasını sağlamak ve Türk halkının özgün ve anlaşılır bir dile sahip olmasını sağlamaktı. Bu iki devrim, Türkçenin 20. yüzyılda geçirdiği büyük yapısal değişikliğin temel taşlarıdır.
Türkler, onuncu yüzyıldan, yani İslamiyetin kabul edilmesinden beri Arap Harflerini kullanmaktaydı. Cumhuriyetin ilan edildiği ilk yıllarda, bu harfler kullanılırken okuryazar oranı ortalama %2,5(iki buçuk) iken, bu oran devrimlerden hemen sonra % 21’e yükselmişti.
Burada belirtmeden geçemeyeceğim bir konu var: 1980 darbesinin Türkiye Cumhuriyetine maliyetlerinden birisi de, eski Türk Dil Kurumunu kapatarak 1932’ den beri devam eden Dil Devrimine son noktayı koymuş olmasıdır. Ondan sonraki süreçte, günümüze kadar, Türkçenin sözcük varlığı, Türkçeleşmiş ve edebi eserlerde kullanılan yabancı kökenli sözcüklerin tasfiye edilerek yerlerine bazen Türkçe dil kurallarına bile uymayan zorlama kelimelerle değiştirilmeye çalışılmıştır. Bu, dilimizin kültürel ve tarihsel kaynaklardan kopması tehlikesini doğurmaktadır.
Ataol Behramoğlu,: " 20. yüzyıl Türk şiirinin başarısının nedeninin Türkçe dehası olduğunu düşünüyorum. Örneğin, ’Geldiğimde oradaydı’ sözünü başka dillerde yedi sekiz sözcükle açıklayabilirsiniz. (...) Çok güçlü, zengin bir dilimiz var; ama sanatta tutucu olmamalıyız. Eski TDK çok iş yapmıştır; ama gerçek de şu ki dil bir siyaset işidir." der.
TBMM’de okunulan Milletvekilliği andı, toplam elli dokuz sözcük içerir. Bu elli dokuz sözcüğü, evlerinde idman ederek gelmelerine rağmen kaç tane milletvekili doğru okuyabilmektedir. Evet, dilimizden sorumlu siyasetçi figürü bu! Ortaçağda kalıntısı bir meclisimiz var maalesef!
Televizyonlara bakıyorum, spikerden inciler başlamış, dinliyorum: Birisi önündeki notu, "dini vecizelerini yerine getirmek için..." diye okuyunca o anda ağzımdaki lokma nefes boruma kaçar gibi oluyor, başlıyorum öksürüp tıksırmaya. Daha sonra daha başka bir haber: "Uzman köpekler..." diye başlıyor; Allah’tan ağzımda bir şey yok da boğulma tehlikesi geçirmiyorum. Kırk yıl öğretmenlik yapmış olan eşime bu hatayı vurguladığımda "ne olmuş, ne var bunda?" diyebiliyor. ‘Uzman köpek’ olur mu diye düşünmek aklından geçmiyor nedense.
Genç nesile ne verirseniz onu alırsınız. Gerek Edebiyat defterindeki yazılarda, gerekse Facebook, twitter gibi paylaşım sitelerinde dikkatimi çeken bir şey var: Tahliye, keyif, kayıp gibi eski sözcüklere merak sardı gençler. ‘Kaybetmek’ sözünü ‘kayıp etmek’ diye, zehretmek’ sözünü ‘zehir etmek’ diye yazanlara rast geliyorum. Bunun gibi, ‘Tahliye oldu’ diye yazanlar var. Akıllarından , ‘boşaltılmak’ ya da ‘serbest bırakılmak’ geçmemiş bile. Diyelim ki tahliye kullanılacak, bari ‘tahliye edildi’ deyiverseler, gene razıyım.
Bir de şu şapka meselesi... Aslı ’düzeltme imi,", yaygın adı, ’inceltme imi," olan hani...
Kaldırılmış mı ne, kimse kullanmaz oldu. Örneğin, ‘şûra’ sözcüğü, ‘şura’ diye yazılıp okundukça illet olmuyorsam ne olayım!
En illet olduğum şey ise şu ikon denilen şapşallıkların Türkçemize musallat edilmesi. ":), :(, " gibi işaretleri yazılan yazılar içinde gördükçe ben de başlıyorum gülmeye ya da ağlamaya! Öyle ya, yazıyı yazan zat-ı muhterem, burada güleceksin, burada da ağlayacaksın, diye emir buyurmuşlar...
Sevgili hocam, yazınızı çok başarılı buldum ve keyifle de okudum. SELAM VE SAYGILARIMLA
levent taner
Allah'tan eklemişim
Yoksa yorumunuzun kemâl derecesi afedersiniz don paça kaçmama sebep olurdu sayfadan
Benim yazım, yaylım ateşi misali sizin anlamlı yorumunuz karşısında sağa sola rasgele ateş açmak modunda
Katılım ve katkınız dolayısıyla şükran duydum efendim
Varlığınızla her daim onur bahşediyorsunuz
Saygı ve selamlarımla...
Üstadım, dil ile gerçek sevgisi arasında bir bağ olduğuna inanıyorum... Konuşurken, yazarken ve okurken, gerçekle ilişki kurabildiğimiz ölçüde seviyoruz dili... Bu anlayışın bir kültür haline gelmesi ise, sizin burada ortaya koyduğunuz problemlerin doğru çözümlerini getiriyor elbette...
Dolayısıyla, bu çözümlerin en başta bunu amaçlaması beklenir...
Ne var ki, gerçekle ilinti kurmak, iletişime geçmek o kadar kolay değildir... Çağdaş bir üretim bilincine erişilmemişse, popülizm kasıp kavuruyorsa, orada meydana gelen kaosu en iyi biçimde de dil yansıtır...
Dediğim dedik; benim oğlum bina okur, döner döner yine okur; sağırlar diyaloğu vs. deriz mesela...
Evet, üstadım, dili geliştirecek olan gerçek, bizi geliştirecek olan da gerçeği ifade eden dildir...
Edebiyatımızın evrensel ölçekte esamisinin neden okunmadığını da düşünmek lazım...
Nobel ödülünün neden verildiği de malum...
Selam ve saygılarımla.
levent taner
Yine esaslı noktalara değindiğinizi görüyorum
Yalnız hocam, sözüme mim koyun lütfen!
Edebiyatımızın evrensel ölçekte esamesinin okunmaması değerli edebiyatçılara sahip olmadığımız anlamına gelir mi acep? Bu konuda ihtiyatlıyım açıkçası. Nobel'in Orhan Pamuk'a verilmesi elbette politik. İşte tam da bu yüzden batı dünyasının bizim ediplerimizi nasıl karşıladığı bana tam olarak ölçü görünmüyor.
Dil konusunda yaşadığımız karmaşa olmasa bile Nobel bizim yazarlarımıza politik düzlemde verilir bence. Ve o düzlemde de verilmez.
Kuşkusuz, katılım ve katkınız dolayısıyla şükran duyduğumu belirtmem bile abes
Varlığınızla her dem onur bahşediyorsunuz
Saygı ve selamlarımla...