- 860 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
BİR KADININ YOL HİKÂYESİ
Yeni bir yolculuk yeni bir hikâye daha.
Belki de oldukça basit bulduğumuz günlük olayların içinde yer almak zaman zaman can sıkıcı gibi gözükse de benim açımdan hiç de öyle değil. Hayata dair birçok ders çıkartmak mümkün. Dış dünyayı, hatta içimizdeki o gizemli çözümleyemediğimiz dünyayı bir başkası nasıl ele alırdı diye düşündünüz mü hiç? Bu şekilde bakınca hele bir de yollara çıkınca farklılıklarımız, ortak noktalarımız gözler önüne seriliyor. Haydi irdeleyelim günlük yaşanmışlıkları.
Oğlum birkaç senedir Eskişehir’de yaşıyor ve işleri nedeniyle pek de fazla görüşme imkanı bulamıyoruz. Bu hasretlik, bu ayrılık zor gelse de hepimizin avuntusu olan bir söz var ya “Sağlık olsun da varsın gurbet olsun.” İşte bir anne olarak ben de böyle rahatlatıyorum kendimi.
Nedense eskiye dair hep büyük bir özlem duyuyor insan. Geçmiş günlerde farkına varamadığınız, kendinizi gelecekteki yaşamınızla ilgili bir türlü hazırlayamadığınız bir durum, büyük bir yıkım yaratıyor anne yüreğinde.
İsyan etmek demeyelim ama arada bir de keşkeler çıkıyor dilinizden, yüreğinizden. Dizinizin dibinde olduğu günlerde de “Ah bir büyüseler, başka şey istemem.” diyorsunuz.
Haydi buyurun tezat duygular yumağına, çöz çözebilirsen.
Okuduğum bir yazıda kadın kendini şöyle ifade ediyordu: “Sudan çıkmış balığa döndüm.” “Evet, tam da beni anlatıyor.” demiştim.
Kendi kanatlarıyla uçan çocuklarımın bana ihtiyacı kalmamış mıydı?
Arkalarından önlerinden koşarken vaktin, hayatın nasıl geçtiğini anlayamamıştım. Tek amacım büyümeleri, güçlü olmaları, ayaklarının üstüne sağlam basmaları değil miydi? Peki, şu an karşı karşıya kaldığım durum neydi? İşe yaramayan, bir kenara çekilmiş, kara kara düşünen ve şimdi ben ne yaparım düşüncesiyle boğuşan kadın ben değil miyim? Çoğu zaman kendimi uzay mekiğinin gerek kalmayınca fırlattığı parçaya benzetiyorum, uzay boşluğunda yapayalnız dönüp duran.
Bunları niye anlatıyorum ve sadede niye gelmiyorum? Sanırım yaptığım Eskişehir yolculuğunun önemini ortaya daha net çıkartması için.
Apar topar hazırlanıyorum, eşim biletimi alıyor ve yine otogardayım. Ne kadar mutluyum bilemezsiniz, oğlum beni çağırdı. İçim içime sığmıyor, kırık kanatlarım iyileşti, uçuyorum. Yavrucuğum, işte geliyorum.
Onca insan kalabalığı ve onca otobüs… Kimi hareket etmek için bekliyor, kimi almış yolcularını geliyor. Bir bir inceliyorum suretleri, yüzlerindeki ifadelere bakıyorum, konuşmalarına kulak misafiri oluyorum. Dokunmak istiyorum uzaktan uzağa hayatlarına çünkü binlerce yaşanmış hikâye var burada.
Büyük bir heyecanla kavuşmak için bekleyenlerin gözleri ışıltılarla dolu, dudaklarında büyülü bir tebessüm. Yerlerinde duramıyorlar, bakışları gelecek otobüste. Kim bilir kaçıncı kez kalkıyor oturduğu yerden kara çarşaflı kadın. Her defasında “Bu da değilmiş.” deyip dönüyor banklara. Rötarlı gelecek galiba. Yolcusu için ben de dualar ediyorum sağlıkla kavuşun diye, o farkında olmasa bile. Elinde koca çuvallarla geliyor hacı şapkalı, beyaz sakallı amca. Anlaşılan gurbettekilere memleketten bir şeyler gönderiyor. Tutuversem ucundan diyorum, tam bu sırada yetişiyor hızır gibi zayıfça bir sarı oğlan. “Aman!” diyorum, “Şükür insan evlatları da var.” Tam bu sırada otobüse binmeye çalışan esmerce adam dikkatimi çekiyor. Boynuna kenetlenmiş küçük ellerden yavaşça, hiç istemeden de olsa kurtulmaya çalışıyor. Gözyaşları birer sicim olmuş, akıyor ufaklığın. Elinin tersiyle ovuşturarak sıvazlıyor kara gözlerini, “Gitme!” diye yalvarıyor asker traşlı babasına. “Ayy gözüme bir şey kaçtı.” diyorum, sıvazlıyorum, çaktırmadım değil mi?
İşte benim otobüsüm de geldi, vedalaşma vakti. Bir yastığa baş koyduğum hayat arkadaşımı Adapazarı’nda bırakmak hiç içime sinmese de çaresiz gidiyorum. “Kendine iyi bak.” diyerek tembih üstüne tembih ediyorum. Camdan bakıyorum, elimi sallıyorum, dualar ile bırakıyorum seni, Allah’a emanet ol kocam.
Bu sefer tekli koltuktayım, pek rahatım ama ne konuşanım var yanımda ne de hayatını hiç çekinmeden anlatan. Elimde not defterim, kısa kısa gelişen olayları karalıyorum. Belki de merak edenler vardır bu kadın habire ne yazıyor diye. Tabii ki birileri de benim hayatıma dokunmak isteyebilir, o halde “Merhaba yabancı!”
Bugün oldukça puslu bir gün, yağmur bulutları dolu dolu, her an gök boşalabilir bereket olup toprağa. Hava şartlarının şu an beni hiç de psikolojik yönde karamsar hissettirdiğini sanmayın, tam tersine mutluyum. Oğluma gidiyorum, daha ne olsun. Güzeli görmeli, tadını çıkarmalı yolculuğun. “Yaslan koltuğuna.” diyorum, ohh sefam olsun.
Şu sıralar şubat ayı içindeyiz, cemrelerin bir bir düştüğünü düşünürsek bir bakıyorsun bahar, bir bakıyorsun dondurucu kış. Hatta yine aldanıyor o güzelim ağaçlar, tomurcuklanmış, çiçeklenip açmışlar gelin gibi.
Dağlar morsu alabildiğine, grimsi zirvesi gölgeli, yoksa efkâr mı basmış dumanlı başına? Sevgilisi güneş bir gösterse yüzünü, yeşilin bin bir rengine boyanacak tekrar. Ya o kızıllıklara ne demeli? Bir yangın var içinde, bastırılmış derinlere, saklanmış belli. Çıplaklıktan üşüyen ağaçlar baharın gelmesi için yalvarıyor adeta, yine var olmak, doğmak için. Diyorum ki kendi kendime “Bir tuvalim olsa, bir de boyalarım, fırçamla can versem bu eşsiz manzaraya.”
Tek tük evler görüyorum sonra, kümeleşip bir araya gelen binalar. Düşünüyorum da komşuluk kaldı mı? Binalar yalnız da ya insanlar? Haber vermeden ne gelen var ne giden, nerde o eski günler diyoruz da söyleyin hangimiz o unutamadığımız günleri tekrar geriye getirmek için çaba gösteriyoruz.
Yolculuk başladıktan 15-20 dakika sonra mola veriyoruz Tunatan dinlenme tesislerinde. Kahvaltı yapanlar, sigarasını tellendirenler ve durmadan telefon görüşmesi yapanlar. Ağır yemek kokusu rahatsız ediyor beni, pek yaklaşmak istemiyorum tesise, tek ihtiyacım tuvalet, hemen akabinde tekrar temiz hava almak istiyorum. Kara benizli adam dikkatimi çekiyor, elinde fırça, arabaları temizliyor büyük bir özenle. Yakınından geçiyorum, yosun rengi gözleri anlamlı bakışlarımın farkına varıyor, o da bana bakıyor ne oluyor dercesine, hay Allah.
Vakit doldu, yola devam, yine izlemliyorum gözümün görebildiğini. İşte Sakarya Nehri, coşmuş olabildiğince, almış önüne kopardığı kara parçasını, bulanık akar. Sorsam derdini neler anlatır kim bilir. Üç ya da dört tane uçan kuş görüyorum, aman diyorum bu ne sevinç bilmem. Hep sevmişimdir onları, güzel ötenler, göç edenler, hele de martıları. Taraklı levhasını görüyorum, en kısa zamanda görmeyi diliyorum. Yine gökyüzüne bakıyorum, mavilikler arıyorum ama yok, bulutlara bakıyorum çocukluğumda yaptığım gibi, şekillerini benzetmek istiyorum bu sefer, yapamıyorum. Evet, bu sefer yalnızım, iki kelam konuşmadan geçiyor saatler fakat yolcular var kendi hallerinde muhabbet eden. Genç kızın küçücük ekrana düşmüş aksini görüyorum, tatlı bir uyku çekiyor erkeğinin güvenli omzunda, “Ahh!” diyorum, “Sevmek ne güzel.” Çiftli koltukta yanındaki arkadaşına bir şeyler anlatıp, her geçtiğimiz yerde işaret parmağını kaldırıp duruyor yaşlı babacan adam. Elindeki şövalye yüzük oldukça zevkli bir seçim, altın kaplama saati oldukça şık. “Keşke duyabilseydim.” diyorum, birçok bilgi sahibi olurdum böylece. Kapı tarafındaki çiftli koltukta genç bir adam yer yer dökülmeye yüz tutmuş saçlarını sıvazlıyor. Her başına dokunuşu hiç ayrılmaya razı olmadığı saçlarıyla veda edercesineydi.
Arkamı dönüp bakmak istemedim, fazla merak başıma dert açabilirdi. Kıs kıs gülüyorum bu halime, ben de bir hoşum yahu. Tekrar dışarıyı seyretmeye koyuluyorum, terk edilmiş evler görüyorum, sıvası dökülmüş, boz badanasıyla, yıkılmış çatısıyla, yaşlı insanları hatırlatıyor. Bir nefes bekleyen, bir hal hatır isteyen insanlar gibiler. Bacası tüten ev arıyorum, sobanın yandığını ispatlarcasına işte mavi boyalı ev. Fokur fokur kaynayan çaydanlık var mıdır üstünde? Dumanı tüten tavşankanı geçiyor mudur birilerinin kursağından?
Telefonum çalıyor, oğlum ilk yola çıktığımda aramıştı iyi yolculuklar dilemek için, şimdi de “Seni karşılamak için geliyorum.” diyor. Bozkırın güzel ili Eskişehir’e çok az mesafe kaldı, yine kavuşmalar yaşanacak ve nice hikâyelere şahit olan otogar bizi de içine alacak. Bu sefer kırmızı yerine kahve tonlarındaki rujumu sürüyorum yine gülümseyerek.
Hoş buldum yavrum, kuzum, canım, seni ne çok özledim bir bilsen.
Tramvay pek bir rahatlık, garajdan çıkınca biniyoruz, evimize yakın bir yerde de iniyoruz. Yürümeyi alışkanlık haline getiren selvi boylum kocaman adımlarıyla çabucak kat ediyor mesafeleri. Ben ise gençliğimde pek dalgamı geçtiğim anneme benzedim, minicik adımlarımla bir de laf anlatırken duraksamalarımla yolu iyice uzatıyorum. Çaresiz, ayak uyduruyor benim delikanlı.
Şimdiden planlarımı yaptım. Çocuğum hazır yemekten bıkmış olmalıydı, benim aşımın tadını lezzetini aramaz mı dersiniz? O köfte dudaklarını şaplata şaplata yesin diye sarmalık yaprak getirdim. Zaten babası da bin bir tembihte bulundu “Aman oğluma iyi bak.” diye, sanki o söylemese ben yapmayacağım.
Yeniden onun kokusunu duymak, yeniden onun yanında olmak, yüzüne bakmak mutlulukların en güzeli. O kocaman bir adam ama hâlâ benim için minicik bir çocuk.
Aslına bakarsanız o ayaklarının üstüne sapasağlam basarken bana da hayata nasıl tutunacağım hakkında ipuçlarını verdi. At gözlüklerimi çıkartmama yardımcı olan yavrularım öğrenmenin güzelliklerini, ufkun gerisini görebilmeyi öğretti.
TEŞEKKÜRLER EVLATLARIM…
H. Çiğdem Deniz.