- 673 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Savuracak Sisleri
Zaman denen şeyi bir kutuya koyup saklamalı evin en gözden uzak, en ücra köşesine. Saatin tik taklarını, uzayan gölgeleri, gitgide yüzlerden çekilen güneşi… Velhasıl geçip giden saniyeleri, dakikaları gözümüze sokup kulağımızda çın çın çınlattıran her şeyi… Ağır ağır basmaya başlayan uykuyu hatta… Hep aynı saatte oynayan o bol ağlamalı diziyi…
Yoksa hatırlamaya başlarsın; vaktin geçtiğini, bir şeyler yapmak gerektiğini, dışarıyı arkanda bıraktığını az önce… “Evdeyim artık!” diyen bir ifade geçirmen gerektiğini yüzüne… “İş yeri çok uzaklarda kaldı.”
Çocukların sorgulayan gözlerine tam hayal ettikleri cevabı veren bir gülümseme sarmalı her bir parçanı. Ellerin bile gülmeli hatta… O denli içten gelen bir huzur, kendini ılık bir suya bırakırkenki o derin gevşeme hali bir bulut gibi sarıp sarmalamalı çevreni… Sana bakan çocuklar “Evet, gerçekten burada!” demeli… “Babamız eve geldi.”
Ama baba öyle yorgun ki! O özlem dolu, bir parça ilgi bekleyen küçücük yüzlerin sahipleri görebiliyor mu bunu acaba? Yaşamlarındaki bir figürü mü görüyorlar sadece yoksa? Tüm gün ortalarda olmayan; koca bir boşluk açan aile olarak adlandırılan o resimde… O boşluğun dolma saatini beklediler gün boyu. Acıktıklarında sofranın hazırlanmasını bekler gibi tıpkı… O adamın gülüşüne, kendilerine yönelen bakışlarına da o yemekler kadar, hatta belki de çok daha fazla ihtiyaçları var. Yorumsuz kalan o kadar yaşanmışlık var ki günlerinin içinde… Bir anlam veremeyecek kadar, dağarcıklarında hiç olmayan şeyler… O kocaman bedenli adamın zihninde mutlaka bir bütüne varan, onlara hiçbir anlam ifade etmeyen bir sürü parça…
Anneleri yemek yedirdi onlara az önce. Bununla bitirmedi besleme işlemini… Ilık bir şeyler akıtıp durdu içlerine. Anlatıp durdu onlar yokken yaptığı şeyleri. Ama aslında kendi yaptıkları sadece görünürdeki elbisesiydi esas anlattığı şeyin. Yine iyiyle kötünün bitmeyen savaşımını anlatıyordu aslında. Çok ustalıklı bir yönlendirmeyle, sanki onların seçimleriymiş gibi dolaştırıyordu çocuklarını hayatın sokaklarında… Saptıkları hep iyilerin olduğu sokaklar oluyordu.
Ama o koca bedenli adamın yeri de bir başkaydı yaşamlarında. O hiç girmedikleri sokaklarda yürüyebilecek kadar güçlüydü çünkü. Kötülüğü yaşamına sokmamak için hiçbir şeyden uzak durması gerekmiyordu onun. Öylesine sapıveriyordu bir köşeden. Önüne ne çıkacağını hiç bilmeden, körlemesine yürüyebilecek kadar özgür olmasını sağlayan güçlü kolları vardı… Ve en az onlar kadar güçlü olmasını sağlayan bir sürü kavgası, yarası… Yara bere olmadan kötülükten söz etmek annelere has bir şeydi daha çok. Onlar ılıklaştırırlardı fazla sıcak ya da soğuk olan şeyleri. Acıtmayan, tatlı dokunuşlar haline getirirlerdi.
Babalarsa güven verirlerdi en başta. Rüzgâra karşı durur, dışarının taarruzlarına karşı canla başla korurlardı evlerini.
Yangın çıktığında, evde kimse canım sıkıldı diye dert etmezdi mesela, ya da “annem niye söz verdiği o keki yapmadı” demez, hayatta kalabilmeyi mutluluk için son derece yeterli hale getiren bir bakışa kavuşarak, can hıraş atarlardı kendilerini odadan, tabii alevler ne ölçüde izin veriyorsa. İşte baba evdeki o yangını söndürendi. Küçük küçük, hayatı yaşanası kılan tatlara yer vermek için gereken en baş şartı var edendi yani: Güvende olduğunu bilmenin verdiği o derin huzur…
Resimdeki o boşluğun sahibine bu yüzden bu kadar ihtiyaç duyardı çocuklar. O boşluğu bir an önce doldursun isterlerdi. Anneleri tarafından gerek bedensel, gerek ruhsal olarak tıka basa doyurulmuş da olsalar, sevildiklerini bilseler de; onun kocaman ellerini ille de görmek isterlerdi. O ellerin verdiği sıcacık güveni hissetmek…
Ama yorgun olurdu o baba maalesef. Koca bir dağın üstünü sisler örterdi sanki… Pazar günlerinin güneşini özlerlerdi; sislerin dağılmasını, tüm görkemiyle belirmesini o dağın… Yorgun bedeninin dinlenip kocaman bir gülümsemeyle çevrelenmesini yine; top koşturmasını, uçurtma uçurmasını onlarla… Biraz kızsalar da o koltukta kıpırtısız duruşuna onun, yine de orada olduğunu bilmek sıcacık etmeye yeterdi içlerini. Çünkü bilirlerdi: Ne kadar yorgun da olsa; bir parça sert esse rüzgâr, birileri zorlasa kapıları, kötülük denen şey bir ucundan gösterse yüzünü, hemen savuracak sisleri güneş… Silkip atacak yorgunluğu az önce uyuklayan o adam… “Ben buradayım” diyecek.
Bunu bilmenin verdiği o dolu dolu güven hissiyle hemen affederlerdi onu. “Pazar gününe çok da kalmadı” derlerdi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.