- 741 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Bir yudum sevgi...
Kim verecekti bu günahın hesabını. Kaybolup giden çocukluğunu istiyordu. Hiç büyümemişti aslında. Annesinin kokusunu çekti içine. Mis gibi bir koku. Uzandı kanepeye, çayı unuttu. Kahvaltıyı unuttu. Mektubu unuttu. Şimdi sadece anacığının su yeşili gözleri vardı gözünün önünde. Ve yumuşacık bir el simsiyah saçlarını tarar gibi okşuyordu şimdi.
Annesi sessizce şarkı söylüyordu:
’ Kestane gürgen palamut, altı yaprak üstü bulut. Gel sen burada derdi unut...
Kimbilir kaç saat uzandı öylece. Belki bir kaç dakika. Bilemedin yarım saat. Ama neler neler gördü bu kadarcık bir zaman diliminde. Çocukluğunda gezindi, gözyaşı, keder, acıya dair ne varsa teker teker tadına baktı. Doyasıya emdi bir bebeğin anasının sütüne kandığı gibi kandı acıya, kedere...
Kulağında anacığının sesi. Dinledi, ağladı... Ağladı, dinledi. Aslında ne kadar çok utanıyordu ağlamaktan. Karılar gibi...
’ Erkekler ağlamaz! derdi babası. Kaç sefer tokat yemişti babasından. O vurdukça daha çok ağlamıştı, ağladıkça tokadı basmıştı babası. ’ Zırlama karılar gibi, ağlama diyorum sana, ağlama!
Annesi ise aksine bağrına basar, nasırlı elleriyle saçlarını okşardı oğluşunun.
’ Zalimin zulmü varsa mazlumun Allah’ı var! Bir gün bu yaptıklarının cezasını çekecek! Ağla oğlum, ağla! İçinin zehirini akıt dışarı. Yağmur yağıyor say, içinde açacak bir sürü çiçeği suluyormuşsun gibi düşün. Çiçekler açtıkca içine mis gibi kokuları dolacak, gözlerine güneş ışığı doğacak. Hiç utanma ağlamaktan, ağlamak merhametendir oğulcuğum...
Mis gibi çiçek kokuları dolmuştu sanki odaya. Anne gibi kokan bir oda dolusu çiçek... Gözlerini açıp nerede olduğuna baktı genç adam. Kanepeden yavaşca kalkıp masanın üzerinde duran günlüğüne uzandı. Bir gün önce yazdığı sayfayı bir çırpıda okudu. Eline kalemi alıp yazmaya başladı.
’ Sevgili günlük, ben geldim. Bugün evde ikinci günüm. Birazdan kahvaltı yapıp dışarı çıkacağım. Bir iş bulmam lazım.
Kahvaltı yapacaktı, ocağa çay koymuştu evet. Koşarak gitti mutfağa. Çaydanlıkta hiç su kalmamış, hafif hafif kararmaya başlamıştı dibi. ’ Allah beni kahretsin, evi yakacaktım!
Çaydanlığı alıp fırlattı musluğun içine. Yanan elini soğuk suya tutarken, suyla birlikte coştu aktı gözyaşları. Sular seller gibi akıyordu. ’ Yaktın bizi baba, yaktın bizi. Ömrümüzü yedin bitirdin. Ben nasıl tutunacağım hayata, ben iflah olmam artık, mezarında rahat uyuma baba! Mezarında rahat uyuma!
Gözü yerde buruş buruş olmuş zarfa takıldı. Elinin yanığını unuttu. Uzandı aldı. Avucunun içinde düzeltti. Sibel Hanım’ın mektubu... Daralan içini bir serinlik kapladı. Yüreğinin yangını bir parça sönmüştü. Hatta elinin acısı bile geçmişti. Odaya geçip oturdu kanepeye. Okumak için sabırsızlanıyordu, ama bir taraftan da zarfı açmaya çekiniyordu her nedense. Sibel Hanım hayallerini süsleyen, güzel sevgili. Sanki zarfı açınca uçup gidecekti. Oysa ne kadar çok ihtiyacı vardı O’ nu sevmeye. Aşka ihtiyacı vardı. Aşık olmaya, aşık olunmaya. Sevmeye, sevilmeye.
Susuzluktan çöle dönmüştü yüreği. Bir yudum sevgi bile umman gibi rahatlatacaktı genç adamı. Bu zarfın içinden bir yudum sevgi mi çıkacaktı? Yoksa bir doktorun hastasına reçetesi mi? İyilik için elini uzatan bu kadını istemiyordu genç adam. Bir umut ışığı arıyordu şu elindeki zarfta... Elinde tuttuğu şu mektup, serap olsun istiyordu. Çölde su arayan dervişe görünen bir pınar...