- 513 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Misafirseverlik
Misafirseverlik
Evimizin hemen yan tarafından akan deremizin karşı yakasında iğne yapraklı ağaçların oluşturduğu gür ve büyük bir ormanımız vardı. Kuşların bitmez tükenmez şarkılarını dinlerdik gece- gündüz. Evimizin çevresinde elma-armut ağaçları her mevsim meyve verirdi. Deremizin kenarlarındaki söğütlerde su yürümesini beklerdik ilkbaharlarda. Her çocuk kendi ıslığını kendisi yapardı kesilen söğüt dallarından. Ormanın karşısındaki düzlüklerde, çayır ve tarlalarımız vardı.
Daha ilkokula başlamamıştım. Mevsimin sonbahar olduğunu yerlere dökülen sarı yaprakların rüzgârda uçuşmasından anımsıyorum. Güneşte fazla ısıtmıyordu sırtımızı. Günler hayli kısalmıştı. Kardeşlerimle oynamaya zaman yetmiyordu. Güneşin ormanlarımızın üstünde gökkuşağı gibi yavaş yavaş uzaklaşması daha hızlı son buluyordu adeta.
Rüzgârlı bir gecenin sabahında uyanıyorum. Gözlerim yeterli açılmıyor. Gece uğultuyla esen şiddetli rüzgâr ailece bizlere rahat bir uyku uyutmamıştı. Tanımadığım iki amca ile babam çorba içiyorlar küçücük misafir odamızda. Yemek yeme eylemi çabuk bitiriliyor. Aceleleri var misafirlerimizin. Bizden bıçaklar alıp şoseye doğru yürünüyor babamla birlikte. Arkalarından yürümek istiyorum ben de. Eve geri dönmem emrediliyor. Dönüyorum geriye, izim sıra boynu bükük ve mahzun. Öğrenmeliydim, bıçaklara hızlı hızlı ve telaşla yürüyüş niçindi?
Anneme soruyorum: “Kimdi bu amcalar?” “Bu insanların köyleri bize hayli uzak. Meydancık’ın köylerinden bu adamlar.” Diyor annem. Pek bir şey anlamıyorum bu cevaptan. Merakım giderilemiyor. Köyde iş-güç bitmez. Bana ayıracak fazla zamanı yok garip annemin, benden başka daha beş evladı var. Onlara da zaman ayırması lazım. Yine de anlatıyor kısa kısa kesik tümcelerle. “Gördüğün o yorgun adamlar köylerinden meyve götürmüşler Ardahan köylerine. Meyvelerini tahıllarla değiştirip geri dönüyorlarmış. Akşam esen rüzgâr ve göz gözü görmeyen karanlıkta; zavallı atlarını uçurmuşlar yolun altına.” Diyordu annem. O yolu biliyordum. Ormanımızın bulunduğu sırtın arka tarafında kayaların arasından bir yılan gibi uzanıp gidiyordu. Ancak bir kamyonun geçebileceği genişlikte, köylülerimizin kazma kürekle kol kuvvetiyle yaptıkları bir yoldu. Babam anlatırdı: Her haneden bir erkek yol yapımı için kırk gün çalışmak zorundaymış genç cumhuriyetin ilk yıllarında. Osmanlı’dan ve kırk bir yıl süren anavatandan ayrı kalınan Rusya yıllarından bizlere sadece keçi yolları kalmış. İşte bu yoldan gece karanlığında köylerine dönen kazazedeler yolun alt tarafı nerdeyse doksan derece dik olan yardan atlarını uçurmuşlar. Yollarımız dik yalçın kayaların arasından geçer çoğu kez Artvin’de. O nedenle kaza yapan motorlu ve de motorsuz taşıtlar adeta uçar derin ve vadilerin diplerinde paramparça olur. Onun için araç devrildi denmez, uçtu denir.Sırtında iki çuval zahire olan hayvan bir kapaklanmış. Gidiş o gidiş. Yolun durumunu bilen adamların karanlıkta yapacağımız bir şey yoktur kararına varıp can havliyle cankurtaran görevi yapan bizim eve yollanmışlar.
Annem anlatısına devam etti. ”Şimdi babanla birlikte o adamlar atın derisini soyup geri dönecekler.” Dedi. “At muhakkak ölmüştür. İnşallah çuvallarındaki zahire fazla telef olmamıştır.”Diye de sözlerini bitirdi annem. Atlara özel bir ilgim vardı. Düğünlerde at koştururdu delikanlılarımız. Atların koşması, binicilerin tehlikeli ve ilginç gösterileri biz çocukların zevk ve heyecanla izlediği köylerimizde ki en heyecan verici etkinlikti. Sırtlarında yük taşıyan, binek atlara göre daha zayıf ve çelimsiz atların durumuna çok acırdım. Zavallı hayvanlar başlarına bela olan sineklerden canlarını kurtaramazlardı. Sırtlarındaki ağır yükler kafalarını ve kuyruklarını özgürce sallamalarını engellerdi. Hele bu hayvanların azıcık yokuşlarda çelimsiz bacaklarını gererek başlarını uzatıp yokuşları çıkarken zorlanmalarını izlemek çocuk kalbime dayanılmaz acılar bırakırdı. Demek ki daha geçen gün yaşayan zavallı at Şavşat-Ardahan yolunun alt tarafında akan çayın kıyısında cansız yatıyordu.
Önleye doğru gidenler geri döndü atın derisi ile. Yaş deriyi samanlığın çatısına serdiler kurusun diye. Annem yemek verdi misafirlerimize. Adamların ağzını bölgemiz tabiriyle bıçak açmıyordu. Yüzlerinden düşen bin parça. Yemekten sonra adamlardan birisi söküye (odalarımızda sağlam tahtalardan yapılı tabandan yüksekçe kısım divan) sırt üstü uzanıverdi. Şu cümleciği aşırı üzgünce söylediğini hala anımsarım.” Köyümdeki evime varıp böyle sırt üstü yatabilecek miyim, bacaklarımı uzatarak…”
Zavallı adamların çuvalları gece başlarına gelen kazada patlamış zahireleri yerlere serilmiş toplanmayacak biçimde. Babam. “Üzülmeyim hemşerilerim, iyi ya sizler canınızı kurtarmışsınız. Zaman her şeyin ilacıdır. Yeni bir at edinirsiniz seneye. Ben de sizin taşıyacağınız kadar birazcık arpa ve buğday vereyim. Hiç olmazsa evinize eli boş dönmeyin köyünüze…” gibi sözler etti. Yemekten sonra adamlar. “Yedik içtik Allah Halil İbrahim bereketi versin sofranıza…” veda cümleleriyle memnuniyetlerini belirtip, ellerinde annemin içlerine zahire koyduğu bohçalarıyla köylerine doğru yürüdüler.
Misafir kendi rızkı ile gelir, misafir olduğu evin sofralarının bereketini artırır diye bir inanç yaşardı köylerimizde. Yemeklerin en güzelini misafirimiz olduğu günlerde yerdik baba evlerimizde yaşadığımız yıllarda. Misafir gelmesi hep hoş karşılandı güzel yurdumuzun gökte yıldız kadar kalabalık tüm köylerinde yıllarca…
Bir hafta sonra ellerinde küçücük sepetlerle döndüler, çatıda kuruyan deriyi almak için Meydancıklı amcalar. Sepetlerinde kızılcık getirmişlerdi, hediye olarak. Köyümüz dağ köyüydü. Kızılcıklar yetişmezdi dağ köylerinde.
İki ablam bu küçücük kulübemsi evlerden gelin gitti at sırtında, davul zurnalar eşliğinde. Büyük ablamın düğününün sonraki ilk sabah kahvaltısında annemin ağladığını hala aklımda. Yemek soframızda anlamın yeri boştu çünkü. O günleri anımsadığımda benimde gözlerim yaşarır hala.
Yoksulduk, oyuncağımız yoktu ama mutluyduk kardeşler bir arada. Çayırda-tarlada, bağda bahçede özgürce koşup oynamak. Dikenlerden düdük yapmak, söğütlerden ıslık yapmak ne güzeldi.
Yıllarca sadece biz değil her hanenin aralarında kan bağı olmayan dostları vardı komşu köylerden. Artvin köylerinin komşu il Kars ilinin köylerinden konukları olurdu. Bu karşılıklı birkaç günlük misafirlik bazen dost ziyareti ya da ticaret için yapılan yolculuklar esnasında yapılırdı. Bu güzel gelenek yaşadı güzel yurdumuzda her köyünde, her bucağında yıllarca.
Aradan yıllar geçti. Ortaokullu olduğum yıllarda babam iki katlı güzel bir ev yaptırdı. Koyunlarımız hayli boldu. Babam en çok koyunların kırlarda yayılmasını severdi, bir de kaval çalmasını.
Yün yataklarımız yeterliydi, konuklarımızı rahat ağırlayacak kadar. Odalarımız da genişti yeni evimizde. Öğretmenlik yıllarım, henüz yirmili yaşlarımda çiçeği burnunda bir öğretmenim. Mayıs ayı ortaları köylerimizde yaylacılık başlamış mal-melal artık ilk yaylalarda. Ben köy evinde yalnızım. Radyodan şarkı- türkü ne bulursam dinliyorum. Yatsıya yakın bir zaman dilimi dışarıdan sesler geliyor. Acaba evimizi cinler mi bastı diye içime garip bir korku düşüyor. Sesler yaklaşıyor. Konuşmalarından anlıyorum. Hopalı gelenler. Yaylaları da ilçemiz dağlarının doruklarında. Onları, çocukluk yıllarımdan bilirim. Kalabalık koyun sürüleriyle uzun yollardan, kırlardan geçip yayla düzlüklerine varırlardı. Bu kez kamyonlarıyla taşınıyorlar yaylalarına. Bir önceki günden aşırı yağan yağış rampa dağ yollarını kayganlaştırmış. Kamyonları patinaj yapıp yolda kalmışlar. Evimizi biliyorlar. Gelenler yirmiden çoktu kadınlı erkekli. Hemen eve buyur ettim sevgili Hopalı’larımı. O insanları çok severim, neşeli, şakacı ve gamsız insanlardır.” Bu gece sizde kalıp yarın erkenden yolcuyuz, yemek filan istemeyiz, karnımız toktur” dediler. Hayli yorgun halleri vardı.
Ne kadar yatak varsa serdim sofaya. Sofamız genişti. Yeni evli, henüz tıp bitirmiş bir çift vardı, aralarında. Onların yatağını misafir odasında yaptım. Bir başka odayı bayanlara ayırdım. Bense mutfak olarak kullandığımız odada uyudum. Gençlikte uyku çok tatlı olur. Ne de olsa yaz tatilindeyim. Bazen geç uyanıyorum tatlı uykumdan. Kuş sesleriyle uyandım. Aa misafirlerim vardı. Onlardan ses sada gelmiyor telaşıyla odamın kapısını aralayınca ne göreyim yataklar bon boş. Misafirlerim erkenden uyanıp yolculuklarına devam etmişler. Dışarıda tatlı bir mayıs günü başlıyor, Güneş de komşu Karaköy’ün sırtlarından yavaş yavaş yükseliyordu. Kalabalık bir yolcu gurubunu misafir etmenin tatlı gururuyla güne başladım.
Aradan yıllar geçti. Yaz tatillerini köyümde geçiririm. Şimdi yollar asfalt. Kamyonlar yolcu taşımıyor, kavun karpuz taşıyor artık. Her ailenin bir otomobili var. İlçeler arası dolmuşlar, otobüsler çalışıyor. Yurdumuzda hızlı kentleşme ve iç göçlerle birlikte biz Anadolu halkına has misafirseverlik geleneği de yavaş yavaş tarihe karışıyor birçok güzel gelenek ve göreneklerimiz gibi. Ben de yaz tatillerinde kitap okurken evimizin balkonunda; yoldan geçen vasıtalara bakıp eski günleri düşünürüm. Eski yıllarda konuklarla yaptığımız ilginç konuşmaları anımsarım.
Klasik deyişle eskiden her şey güzeldi ülkemde demeden edemiyorum.
YORUMLAR
Misafir kendi rızkı ile gelir, misafir olduğu evin sofralarının bereketini artırır diye bir inanç yaşardı köylerimizde.
Bizim Türk kültürümüzde şehir ve köylerimizde değişmez,misafir ağırlamak şanımızdır. Annemin ve babamın bizlere ısrarla öğrettiği misafire saygı çok önem taşır.Annem misafir geldiği zaman bir eve 70 bin melaike gönderirmiş Allah derdi. Misafirseverlik sayfanıza bende konuk oldum, güzel ve sıcak bir yazıydı.Tebrik ederim İbrahim Yılmaz öğretmenimiz...
Saygılarımı bıraktım...
İBRAHİM YILMAZ
öğrencilerime ve velilerime sloganlaşmış tümceler söyler ve yazardım. "okumadan uyumam ", "yeni bir şey öğrenmediğin gün boşa geçmiş sayılır.", "en iyi hediye kitaptır..."
evet öğrenmenin yeri ve yaşı yoktur. yeter ki içimizde aydınlanma ateşi hep yansın.
işte bu bağlamda sizden her yeni gün özgün bilgiler öğreniyorum oya hanımefendi.
saygı bizden...
Edebiyat Defteri'nin saygıdeğer yazar-şair arkadaşlarım. yeni bir yazımla güzel yurdumun tüm dünya uluslarının gıpta ile gözlemlediği,hayranlıklarını saklamadıkları misafirseverlik geleneğimizi anlattım, acemi kalemimin gücü oranında.
Değerli zamanınızdan yazıma bir kaç dakikanızı ayırırsanız acımasızca eleştirilerinizi beklediğimi belirtmeliyim.Saygımla.