- 676 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ÜÇ GÜN ÜÇ GECE DEĞİL HEP UYUSUN TÜM KÖTÜLÜKLER... BABAMI KİM ÖLDÜRDÜ? ( BÖLÜM 6 )
Odaya, elinde kahveyle giren genç kıza faltaşı gibi açılan gözlerle bakakaldı...
Genç kız kendisine yaklaştıkça adam biraz daha kabuğuna sindi, gözlerini kapattı ve bütün bu gördüklerinin rüya olması için hızlı hızlı dua etti. Sımsıkı kapattığı gözlerini açacak ve hoopp! kızın hayaleti uçup gidiverecekti. Kahve kokusu gitgide yoğunlaşırken, hafifce araladı kirpiklerini. Kız gülümseyerek uzattı kahve fincanını. Göz kırptı ve gülümsedi. Elleriyle uzanıp başını okşamış gibi gülümsedi. Genç adam yüreğine ılık ılık akan merhameti yudumladı. Ne kadar susuz kalmıştı çöle benzer yüreği. Bu el anne eliydi, bir başka el değil. Dikkatle baktı kızın yüz hatlarında, gülümseyen dudaklarında daldı gitti yine geçmişe.
Annesi yine ağlıyordu, katıla katıla hıçkırıklarla boğularak ağlıyordu. Ve minicik elleriyle annesinin yanaklarını okşuyordu. Ardı arkası kesilmeyen gözyaşlarını kuruluyordu. Çocukluğunda annesinin içinde yağmur bulutları olduğuna inanıyordu.
Annesine ’ neden hep ağlıyorsun anne?, diye sorduğunda ’ annelerin içinde yağmur bulutları vardır, benim bulutlarımda çok yağmur var, bu yüzden gözlerimden sürekli yağmur yağıyor’ demişti. Belki üç yaşlarında falan söylemişti bu yalanı, ama bu yalana inanmak çok iyi gelmişti, yağmur yağarken altında ıslanmak gibi bir şeydi annesinin ağlarken yanaklarını okşamak. Yamurda ıslanır gibi ıslanıyordu, tüm ruhuyla tüm yüreğiyle. Beraber ne kadar çok ıslanmışlardı. Genç kızın uzattığı kahveyi yudumlamak için elini kaldırdı, eli havada kaldı öylece...
Odanın duvarları alay edercesine baktılar genç adama. Veya adam öyle hissetti. Derin derin nefes aldı. Kahve kokusu da kaybolmuştu. Gözlerini açtı ve tek tek inceledi odanın duvarlarını, eşyalarını, yerdeki halıyı... En son pencereye baktı. Perdeler sıkı sıkı kapalıydı. Sabah olmuştu. Gördüğü bir rüya ya da kabus her neyse bitmişti en sonunda. Evde yalnızdı. Hiç kimse yoktu. Evet hem evde hem şu koskoca evrende de yapayalnızdı.
Annesi artık yoktu. Babası zaten öyle. Var iken yok olan her şey gibi vasıfsız bir varlıktan başkası değildi babası. Aslında yok demek doğru değildi. Fazlasıyla vardı ve o kadar fazla vardı ki, yıllar önce geberip gitmesine rağmen yüreğinin tam ortasına çöreklenmiş oturmuş bir türlü kalkıp gitmeyen bir künk bir ağrı gibiydi. Nasıl yoktu. Hep vardı ve hep var olacaktı.
Öldüğünde kurtulacağını sanması ne kadar yanlışmış. Şimdi bunu çok iyi anlıyordu. Anacığı kimbilir kaç kez demişti ’ yavrucuğum öldürmek çözüm değil, ölüm kendi keyfince geldiği zaman nimettir, zoraki gelen ölüm ancak öldüreni öldürür, yavaş yavaş yıllarca tekrar tekrar ölürsün... ölen için kurtuştur. Öldüren için esarettir. Çıkar şu öldürme fikrini aklından!
Binlerce kez ölmek, idam sehpasına her gün götürülen mahkum... İlmiği boynuna geçirip, ’ hadi bugün de kurtuldun, yarın idam edileceksin! ’ Bir türlü gelmeyen yarın. Olmayan sabah, doğmayan güneş... Ve ertesi gün sehpa üzerinde titreyen bacaklar, tutmayan dizlar... Boyunda ilmİk, geçmeyen saliseler, sararmış beniz... Kurumuş dudaklar... Ve tekrar yarına ertelenen ölüm...
Bir kez ölen mi? Binlerce kez ölen mi daha fazla ölür? Genç adam sessizce fısıldadı:
’ Gözünü sevdiğim azrail, ne olurdu bir kez de zamanında geliverseydin...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.