YUNANİSTAN’A GİDENLERİN HÜZÜNLÜ HİKÂYESİ
YUNANİSTAN’A GİDENLERİN HÜZÜNLÜ HİKÂYESİ
Sevgili Çengelköy, bu yazımızda, köyümüzün renkli taşları olan Çengelköy, Kuzguncuk Kurtuluş, Adalar veya çeşitli şehirlerimizden Yunanistan’a göç etmek zorunda kalan Türkiyeli Rumların hazin ve hüzünlü hikâyesini, yazar Ahmet Tanrıverdi’nin Yunanistan da yaptığı röportajları ve incelemelerine dayanarak, aktarmaya çalışacağız.
Efendim, biz bu açıklamaları yaparken, Çengelköy’den göçen Rum arkadaşlarımızın da görüşlerini, bu açıklamalarla pekiştirerek bir sentez oluşturmaya çalıştık. Ahmet Tanrıverdi Yunanistan’da yapmaya başladığı incelemelerin henüz başında, işin rengi belli olmuştu. Türkiye’den göç eden Rumlarla yapmaya başladığı ilk röportajlarında, görüşleri alınan bu insanlar, isimlerinin yazılmasını istemediler.
Şimdilerde bile korkuyorlar. Çünkü bu insanlar büyük bir travma yaşamışlar. Bizler onların isimlerini gizledikçe, onlar yüreklerindekileri daha rahat anlatmaya ve ortaya çıkarmaya başladılar. Dolayısıyla, yaşadıklarının onlarda bıraktığı acıları, daha korkusuz ama istemeye istemeye anlattılar.
Sevgili Çengelköy, bu insanlar, ne Türkiye’ye, ne İstanbul’a, ne de birbirleriyle bağlarını koparmamışlardır. Evlerini görseniz, sanki Çengelköy’de yaşıyormuş gibi, kiminde semaver, kiminde kahve değirmeni, bakır kahve tepsisi, kiminde Türk işi halıları vardı. Bizim evlerden tek farkı seccadenin olmaması idi.
Büyük çoğunluğu, uydudan Türk kanallarını izliyor, sofralarında imambayıldı, tepsi böreği, irmik helvası, güveç eksik olmazken ve tabii Türk rakısı da her akşam bu sofralarda yerini alıyormuş. “ Geldik, geleli uzo’ya alışamadık, nerede bizim raki, nerede çiftetelli” diyerek, Türkiye’ye olan hasretlerini açıkça belli ediyorlarmış.
Aralarında Türkçe konuşuyorlar ve evlerindeki en önemli obje, daha çok siyah beyaz fotoğrafların saklandığı aile albümleri. İnsan neyi alır ki yanına, bir gecede evini, yurdunu bırakırken? Bakır tenceresini alıp gelmiş birisi ama kalay yaptıracak kimseyi bulamayınca, saksı olarak kullanmaya başlamış. Gelinliğini bile getirenler var, dikiş kutusunu da. Bazıları evine gider gitmez alaturka tuvalet yaptırmış. “Büyük Ada Derneği, Burgaz Derneği, İstanbul Dernekleri” kurmuşlar, Çengelköy Derneği ise kurulma aşamasında imiş.
Röportaj yapılan eski bir Türk vatandaşı şöyle anlatıyor; “sene 2000 Girit’e tatile gittim. Galatasaray UEFA final maçı oynuyor. İngilizlerin Arsenal’i ile bizim Galatasaray karşılaşıyor. Maçı bir tavernada izliyorum. İngilizler bir hayli fazla, Yunanlılar da. Galatasaray’ın kaçırdığı bir gol pozisyonunda ayağa fırlıyorum. Bir Yunanlı seslendi “burada bir Türk var galiba”, ayağa kalktım ve elimi kaldırdım “ evet” dedim.
Isparta’da 24 ay askerlik yaptım. Annem Büyükada’dan bir Türk arkadaşımın Isparta’ya askere geleceğini yazdı. Aslında ben 21’in de terhis oldum. O arkadaş ise 24’ n de Isparta’ya gelecekti. Üç gün otelde kaldım ve onun gelmesini bekledim, Arkadaş geldi, ben ondan iki yaş büyüktüm, aldım berbere götürüp, tıraş ettirdim. Hamama götürüp yıkattım. Sonra da birliğine teslim edip, köyüme döndüm. Askerden sonra hemen işe başladım. Yanımda Müslüman işçiler çalışıyordu, onlar oruç tutarken, bizlerde yemek yemezdik.
Internet’te Chat odaların da Türk arkadaşlarla yazışıyorum. Eskiden bana “ gâvur “ derlerdi, büyük depremden sonra “ kardeşim “ diyorlar. Bizlere burada da “ gâvur “ diyorlar. Vaftiz olmadığımızı söylüyorlar. Hâlbuki bilmiyorlar ki, “ Miro Yağı” dünyadaki bütün kiliselere İstanbul Fener’de ki Patrikhane de yapılıp, yollanır.
Bir başka eski vatandaşımız söyle diyordu; “ askere Kıbrıs olayları çıktığında gittim. 1964’te. Gelibolu askeri cezaevin de askerliğimi yaptım. Babamdan aldığım bütün harçlığı, cezaevindeki asker arkadaşlarım için harcadım. Çünkü onlar gariptiler, ana ve babalarından değil yardım, haber bile alamıyorlardı. Spor kulübü olarak, her İstanbullu gibi AEK taraftarıyım. Çünkü AEK kulübü, İstanbulluların ilk mübadele (değiş-tokuş), yani 1922’de kurdukları bir kulüptür. Her zaman eve ve dükkâna sağ ayağımla girerim. Sabah dükkânı açınca, kapının önüne su dökerim.
İşte sevgili Çengelköy, Yunanistan’da ki Rumların, ekonomik açıdan bilmem ama sosyal açıdan Türkiye’den çok zor şartlar altında oldukları, apaçık ortada. Çengelköy’de artık giderek azalan Rum vatandaşlarımızdan, sevgili arkadaşımız, Thanasis Kiryako, geçenlerde sohbet sırasında bana şöyle söyledi;” Hüseyinciğim, 1986 yılında Huriş (Huriye) ve oğlumla beraber Yunanistan’ı ziyaret ettik.
Baştan aşağıya gezdik ama şunu gördüm. Bazı kesimler, ne olursa olsun, bizleri her ne kadar “Rum” olarak görseler de, bizim vatanımız Türkiye’dir. Annemin mezarı Hasköy’de, babamla kardeşim, Stefo’nun ( Nam-ı değer Takaro) mezarları Kandilli’de. Ben onları vatanımda bırakıp da, nasıl bir elin vatanına giderim ve burası benim vatanım derim.
Ben burada askerlik yapmış ve burada evlenmişim, çocuklarım burada doğdu, büyüdü ve evlendiler. Torunlarım, Çengelköy’den başka yer bilmez. Buradan artık sizlere arkadaşım değil, aile dostlarım diyorum. Bizlerin artık Türkiye’den başka vatanımız yoktur. Bunu da sana, bizleri sonrada tanıyıp da, “gavur” diyenler için söylüyorum, Ne mutlu bana ki TÜRKİYELİYİM ve de ÇENGELKÖYLÜ.
Sevgili Çengelköy, yukarıda ki yazı için, kesinlikle bir yorum veya bir ekleme yapamayacağım. Yazının finali, sevgili dostum Sn. Thanasis Kiryako’nun o müthiş heyecanı ve Türkiye aşkı ile noktalandı. Geriye kalan yorum ve bu konuya olan bakış açısını sizlerin takdirine bırakıyorum. Sağlık ve sevgiyle kalınız...
Hüseyin A. Tuna
T u n a c a n
YORUMLAR
Vatanından göçüp tanımadıkları yerlerde yaşamaya mahkum edilenlerin gerçekten de çok hüzünlü bir hikayeleri var. İstanbul Rumları da bunu yaşamış bir kesim.
Yıllar önce Sinasos'a gitmiştim. Kapadokya'da, yeni ismi Mustafapaşa. Belde sakinlerinin çoğu, mübadelede buradan göçen Rumların yerine iskan edilmiş Yunanistan'lı Türklerdi. Onların yaşlılarıyla yaptığım sohbetlerden anlamıştım ki, sizin aktardığınız öykülerin aynısı onlar için de geçerliydi. Mazileri orada, eski anavatanları Yunanistan'da kalmıştı. Özlüyorlardı belli ki.
Bir de Heybeli Ada'dan bir dostum vardı. Yorgo, papaz okulunu bitirmişti. İstanbul'a geçtikçe bana gelir, bizde kalırdı. Şimdi ben Rusya'dayım, uzak kaldım onlardan.
İlyas vardı Teknik Üniversiteden arkadaşım. Babası Heybeli Ada Ruhban Okulu'nun avukatıydı. Okul bitti, Yunanistan'a gitti, yerleşmeye. Göz yaşlarımızla uğurlamıştık. Bir gün, hiç unutmam, Balat'taki kiremit rengi binayı gösterip,
-Bak, demişti. Bu bina, Rum Fener Kilisesidir. Bilir misin?
-Hadi be, öküz. Ne kilisesi, o Rum Lisesi, demiştim.
Bir kahkaha atıp,
-İnanırsan, bunun kilise olduğunu bilen tek Türk sensin demişti. Zira Fener Patrikhanesiyle karıştırılırdı hep.
-Ben, dedim, o semtin çocuğuyum, bana sökmez öküz.
Sonra 3-5 yıl geçti. Deve Kuşu Kabere'de bir oyun arasında arkamdan biri gözlerimi kapadı.
-Ağzına sıçayım senin, dedi kulağıma.
-Ben de senin ağzına sıçayım, dedim.
Gözümü açtı, döndüm. İlyas!
-Ne yaptın, diyebildim.
-Döndüm, dedi. Yaşayamadım oralarda. Ne yemekleri yemek ne küfürleri küfür.
Çengelköy'den Kiryako'yla Facebook'tan arkadaştım. Avusturya'da yaşayan bir ortak arkadaşımız vesilesiyle. Her sabah, üşenmeden bazen Türkçe bazen Rumca çoğunlukda her iki dilden günaydın der, günümüzün iyi geçmesi için iyi dileklerde bulunurdu. Facebook'u kapattım. Ama Kiryako'yu unutmadım. Olur da görürseniz. Face'den, Belma'nın arkadaşı Metin'den selam var, deyin.
Kaleminize sağlık efendim.
Sağlıcakla kalın,