- 969 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
FEHMİ EFENDİ (Öykü)
Şehre ilk geldiği günden itibaren aklının bir köşesinde hep tekrar köye dönmek vardı. Ama o gün senin bu gün benim derken, yıllarca şehirde kalmıştı. İlk başlarda bir akrabası sayesinde bir inşaata amele olarak girmiş, ancak kısa sürede bu işin ona göre olmadığı anlaşılınca, yine aynı akrabası sayesinde inşaat bekçiliğine başlamıştı. Bu iş, tam da ona göreydi; çünkü bu işte bol bol yatıp dinlenme imkânı vardı. Daha sonra karısını ve çocuklarını köyden alıp getirmişti. İnşaat da bitince, bekçilik yaptığı bu yere, bu kez kapıcı olarak girmişti. Bu da, tam ona göre bir işti.
Lafta kendisi çalışıyordu, ama asıl çalışan karısı ve çocuklarıydı. Kendisi sadece onlara oturduğu yerden emirler verirdi. Zaten çalışmayı sevmeyen bir karakteri vardı.
Şimdiye kadar çalıştığı işlerin hiçbirinde, çalışmayı sevmemesi nedeniyle, bir dikiş tutturamamış, hepsini yarım bırakmıştı. Tek bir işte sebat etmediğinden, kendi-ne bir meslek de edinememişti. Ama o, elinde bir mesleği olmamasına rağmen, elinden her şey geldiğini iddia eder-di. Kendine göre, üstesinden gelemeyeceği iş yoktu. Üstelik her şeyin en iyisini, en güzelini, en sağlamını yaptığını iddia ederdi. Bu yetmezmiş gibi haline bakmadan kimsenin yaptığı işi de beğenmezdi.
O kadar ki, konuşmasından yürüyüşüne kadar her şeyi ağırdı. Ona göre, nasıl olsa her şey olacağına varırdı. Acele de etse, ağır hareket de etse sonuç değişmiyordu. Hatta acele ederse yanlış yapar, her şeyi birbirine karıştırır, zamanında bitmesi gereken iş de zamanında bitmezdi.
Siz ne söylerseniz söyleyin, o, kendi bildiğinin en doğru olduğunu iddia eder, yanlış düşünmüş olabileceğini asla kabul etmezdi. Kendi bildiğinin doğru olduğunu, o kendi mantığına göre öyle bir savunurdu ki, bir de bakmışsınız, haklıyken siz haksız duruma düşmüşsünüz. O her zaman kendisine rakip olacak birini arardı. O kişiyle didişmeyi de oldukça çok severdi.
Kimsenin katlanamadığı bir huyu vardı: Söylene söylene iş yapması. Bir iş yaparken durmadan kendi kendine söylenip dururdu. Çalıştığı yerde biri, ister olsun ister olmasın; eğer varsa, ister dinlesin ister dinlemesin fark etmez; biri orada var da, onu dinliyormuş gibi, o, kendi kendine durmadan konuşup dururdu. Bu durmadan konuşmalar, daha çok bir başkasını ya da o kişinin yap-tığı işi beğenmeme üzerineydi. “Ne beceriksiz bir adam be! Şu yaptığı işe bak!” derdi sık sık. Hatta “O, adam olmaz!” da derdi. Yine başkalarını değerlendirirken “Onda insanlık yok!” derdi.
Sohbet etmeyi çok severdi. Ancak ağır ağır, tane tane konuşurdu. Onu dinleyenler, onun mantıklı konuşmalarını dinledikleri zaman ona hayran bile kalırlardı. Memleket meselelerinden askerlik anılarına kadar konuşmaya bir başladı mıydı, konuşmanın sonu bir türlü gelmezdi. Her şeyi olduğu gibi hatırlardı; olayın geçtiği yeri, yılı, kişileri adlarıyla birlikte, en küçük ayrıntılarına kadar anlatırdı.
Her şeyde kendi çıkarını arardı. Sohbet sırasında, yaptığınız işten ne kadar para aldığınızı sorardı. Siz de pek bir şey almadığınızı söylerseniz “değmez” der, oralı bile olmazdı. Ama parası iyiyse, hemen o işi kendisinin de yapabileceğini söyler, sizden bu işle ilgili her şeyi öğrenmeye kalkışırdı.
Bir yerden bir para kokusu aldı mıydı, hemen canlanırdı. O paraya sahip olmak için konuşmasından davranışına kadar, her şeyi, o an çok farklı olurdu. İnsanlar, onun bu işi almak için verdiği mücadeleye ve yaptığı konuşmaya baktıkları zaman, sonunu düşünmeden işi he-men ona verirlerdi. Ama sonra, onu tanıdıklarında iş işten geçmiş olurdu; çünkü işleri bir türlü sonuçlanmazdı. Hele bir de parayı peşin vermişlerse, artık onun peşine düşerlerdi. Eğer, ona verilen iş, karısı ve çocukları tarafından yapılabilecek bir iş ise, o başka; işte o zaman o iş zamanında yapılırdı; yoksa işin bitmesi için Fehmi Efendi’nin keyfinin gelmesini beklemek gerekmekteydi.
O, günde en az bir paket sigara içerdi. Sigaranın da en ucuzunu alırdı. Yalnız başkalarının içtiği pahalı sigaraları da, otlakçılık yaparak, en az kendisininki kadar içerdi. “Hocamın bir sigarasını içeriz herhalde!” der, siz de içinizden onun bu yüzsüzlüğüne kızsanız bile, yine de bir sigara verirdiniz. Kimi zaman da daha ucuza geliyor diye tütün sararak içerdi. Zaman zaman ağzına tütün de atardı. Karısının “Ağzın leş gibi kokuyor!” demesine kızar, ardından da yine her zamanki gibi söylenir dururdu.
Evinde, oturma odasının bir köşesi, buna “başköşe” denirdi, ona aitti. Bu başköşede yerde kocaman bir minder, onun duvar tarafında duvara dayalı olarak duran bir yastık vardı. Başköşenin tam karşısında da bir televizyon bulunuyordu. Fehmi Efendi eve gelir gelmez dar paçalı, ağı geniş şalvarını ayağına geçirir, mindere ya bağdaş kurarak ya da sol dizi yerde sağ dizi kalkık vaziyette, kırk keçili ağalar gibi otururdu. O, ister evde olsun ister olmasın fark etmez, hiç kimse cesaret edip de, onun yerine oturamazdı. Başköşesine geçip de oturur oturmaz, başlardı emirler yağdırmaya: Şunu getirin, bunu götürün... Yerinden hiç kalkmazdı. Bir bardak suyu, Allah için, kalkıp da kendi alıp içmezdi. Mutlaka başkalarından isterdi.
Evhamlı biriydi; her yerini dinler; ağrıyan sızlayan yeri var mı yok mu, tek tek kontrol ederdi. Bulurdu da nitekim: Bir de bakmışsınız hastalanmıştır. Ayağa kalkacak hali olmadığını söylerse doktor çağırırlar, değil-se doktora giderlerdi. Çoğu zaman da doktor çağırırlardı. Doktora her yerinin ağrıdığını söyler, çok ağır hasta gibi inleyip dururdu. Doktor onu iyice muayene ettikten sonra, onda bir şeyin olmadığını söylerse, hemen canlanırdı. Eğer gerçekten bir yeri biraz ağrıyorsa, doktor, “Bir şeyin yok, üşütmüşsün sadece, biraz dinlenirsen geçer.” dese bile, o, bir gün sonra yine doktora görünmek isterdi. Ona göre, doktorun verdiği ilaç onu bir günde iyileştirmeliydi. Eğer hâlâ bir günde tam olarak iyileşmemişse, yine dok-tora görünmek isterdi, ama bu kez başka bir doktora. O doktor da mı onu bir günde iyileştiremedi, bu kez “dok-torların bilgisizliği”nden şikâyet etmeye başlardı, hatta kimi kez de söverdi: “Ne anlar bunlar hastalıktan. Bir de doktor olmuşlar. Hastayım, diyorum, anlamıyorlar. Bilmiyor ki. O, beni benden daha iyi mi bilecek!” derdi.
Yaz kış terlemezse rahat edemezdi: “Terlemek insana iyi gelir.” derdi. Kendi deyişiyle “cıpıl tere batardı” ya da “cımcılık” olurdu. Terden sonra ise asla yıkanmazdı. Hangi bir terlemeden sonra yıkansındı ki. Sadece fanilasını değiştirirdi. Terli bedenini çıkardığı fanilasıyla kurular, sonra da yeni fanilasını giyerdi. Oldum olası yıkanmayı sevmezdi. Kışın soğuğa dayanamadığını bahane ederek yıkanmazdı. Yazın bahanesi yoktu, ama yine yıkanmazdı. Özel durumlar olmasa belki bir yıl hiç yıkanmazdı, ama ne yapsın bu durumlarda elmecburdu. Mecbur olup da yıkanması söz konusu olduğu zaman, hele bir de kış günü ise, bu, evde herkes için bir olay olurdu. Bir kere sıcak su hazır olacaktı. Hem banyoda hem oturma odasında soba yanacaktı. Ama ne yanma; ateşin şiddetinden sobanın boruları kızaracaktı. Ancak öyle razı olurdu yıkanmaya. Banyo, buhardan göz gözü görmeyecek halde olacaktı. Kısaca sıcaklık bakımından her şey hazır olacaktı. O da öylece banyoya girecekti. Girerdi de. Ancak, banyoya girmesiyle çıkması bir olurdu. “Ne çabuk?” dediklerinde “Yeter yeter! Buydum buydum! Ne olacak! Hemen bir su dökündüm çıktım.” derdi. Hemen oturma odasına girer, kıpkırmızı olan sobanın arkasına geçer, orada kurulanırdı. Eğer bunlarda bir aksama varsa, vay karısının başına gelenlere: “Beni üşütüp de hasta mı edeceksin! Benim canıma garezin mi var! Allah kimseyi senin eline düşürmesin!” gibi sözleri ardı ardına sıralardı.
O, gece gündüz fark etmez, ne zaman uykusu gelirse o zaman uyurdu. Geceleri yatağında yatardı. Ancak gündüzleri olduğu yerde kestirirdi. Uykusuzluğa asla tahammülü yoktu. Ne zaman, nerede uykusu gelmişse he-men orada, oturduğu yerde uyuklamaya başlardı. Kimi zaman, sohbet sırasında herkes konuşurken, ya da kıraathanede oyun oynayanların yanında onları izlerken, bir de bakmışsınız o, uyukluyordur. Oyuncular, şanslarının kaçacağına inandıkları için, onun yanlarında uyuklamasını istemezlerdi. Ancak, yapacakları fazla bir şey de yoktu. Kendi kendilerine kızar söylenirlerdi, hep-si o kadar. Hemen uyandırsalar da değişen bir şey olmazdı ki. Eğer, uykusunu almamışsa, şöyle bir başını kaldırır, uykudan kızarmış gözlerle çevresine boş boş bakar, sonra yeniden uykuya dalardı. Yapılacak en iyi şey uykusunu alıp da kendi kendine uyanmasını beklemekti.
Müthiş horlardı. Onun horlamasından, bırakın aynı odada yatan birinin uyumasını, yan odada kapı kapalıyken yatanların bile, gözlerine uyku girmezdi. Kolay kolay uyandıramazdınız; çünkü derin uykusu vardı. Seslenip onu uyandırsanız da, az sonra, yine aynı horlama ile uyumaya devam ederdi. Hatta onu uyandırdığınız için işittiğiniz azar da yanınıza kâr kalırdı!
Fehmi Efendi, temizliğe hiç önem vermezdi. Ne sabah kalktıktan sonra elini yüzünü yıkardı ne de tuvaletten çıktıktan sonra elini. Hatta sık sık burnuyla oynardı. Burnundan çıkardıklarını da parmaklarıyla bir güzel yuvarladıktan sonra rastgele yere atardı. Burnunu iyice boşalttıktan sonra da elini yine yıkamazdı. Üstüne başına sürerek elini temizlediğini sanırdı. Aslında Fehmi Efendi oldukça pis biriydi; eğer karısı olmasaydı, pislikten kimse onun yüzüne bakmazdı. Her ne kadar o, karısını beğenmese de, onu toplum karşısına çıkaran da adam etmeye çalışan da karısıydı.
Zaten o ince düşünceli biri değildi. Kendi deyişiyle “Kafayı yormayacaksın!” derdi. Bu, onun için, ömür boyu asla vazgeçemeyeceği önemli bir “düstur” olmuştu. Aslında duygusal biriydi. Fakat bu özelliğini sert davranarak belli etmemeye çalışırdı. Ancak, kimi zaman olurdu ki bu duygusallığını gizleyemezdi.
Kendince şiir de yazardı. Yazısı ve imlası kötüydü, ama şiir yazıyordu yine de. Ona göre, zaten kim bunları doğru dürüst biliyordu ki. Halk âşıkları tarzında şiir yazıyordu. Ama daha çok Karacaoğlan tarzında yazı-yordu. Onun bu şairliğinin nereden geldiğini karısı herkesten daha iyi bilirdi. Çünkü, karısı Fehmi Efendi’nin gençliğinde bir kıza aşık olduğunu, ancak onunla evlenemediğini, hâlâ da onu unutamadığını gayet iyi biliyordu.
Kimi zaman, özellikle akşamüstleri, güneş batıp da karanlık daha yeni çöktüğünde, sevdiği bu kızı hatırlar, bunun verdiği hüzünle de yüksek sesle kahırlı kahırlı hasret türküleri söylerdi. Türkülerini de hep onun için söylerdi. Onun en sevdiği türkü “Ezogelin türküsü” ydü. “Ezogelin çık Suriye dağlarının başına” diye barak tarzında başladı mıydı söylemeye, hüzünlendikçe hüzünlenirdi. Sesi de çok güzeldi hani. Fehmi Efendi, “Ezogelin türküsü”nü özellikle zurna ile söylemeyi çok severdi. İçki içtiği gençlik yıllarında, kafayı bulduğunda zurnacıya bu türküyü defalarca çaldırırdı. Zurnacı da zurnasıyla öyle bir seslendirirdi ki bu türküyü, Fehmi Efendi adeta mest olurdu. Bir yanda aşk, diğer yanda sarhoşluk, öte yanda bu türkü... Fehmi Efendi kendinden geçer, gözleri kapalı bir halde dakikalarca sessizce kalırdı. Hatta kimi zaman, içkiyi fazla kaçırdığı zaman, oturur ağlardı da. Fehmi Efendi türkü söylerken kimi zaman karısı, yarı şaka yarı ciddi, “Bir gün de benim için türkü söylesen ne olur yani!” derdi, ama şimdiye kadar karısı için ne türkü söylemiş, ne de şiir yazmıştı.
Şimdiki karısı ikinci karısıydı. İlk karısından kısa süren bir evlilikten sonra boşanmıştı. Sevdiği kız başkasıyla evlendirilmiş, ama o, hâlâ onu unutamamıştı. Fehmi Efendi’yi, belki bu kızı unutur diye evlendirmişler, ama evlendiği kızın başını da boşuna yakmışlardı. Fehmi E-fen-di sevdiği kızı yine unutmamıştı. Sonunda da boşanmıştı. Sonra da şimdiki ikinci karısıyla evlenmişti. İkinci karısı bu durumu bildiği için bu konuda sesini çıkarmazdı. İlk karısından bir, ikinci karısından dört olmak üzere beş çocuğu olmuştu. İlk karısından olan kızına sevdiği kızın adını koyduğu için aralarında tartışma çıkmış, sonunda da boşanmışlardı. İkinci karısından olan biri kız, üçü erkek olan çocuklarının adları ilginçti. Erkeklerin adları Cebrail, İsrafil, Mikail; kızın adı ise Melekti.
Fehmi Efendi, oğullarının okumakta gözleri olmadığını anlayınca, hepsini ilkokulu bitirir bitirmez meslek sahibi olsunlar diye, bir yerlere çırak olarak ver-di: Birini berberin, diğeri elektrikçinin, üçüncüsü de su tesisatçısının yanına koydu. “Bu mesleklere her zaman ihtiyaç olur. Çocuklarımın hepsi ayrı ayrı meslek sahibi olmalı! Bu benim de başkalarının da işine yarar!” Kızını da, tam bir dini eğitim alsın diye Kur’an Kursuna gön-derdi. “İnsanın ölüsü var dirisi var. Yarın öbür gün, Allah gecinden versin, insan can verirken, başında Kur’an-ı Kerim okuyacak bir çocuğunun olması gerek. Yine öldükten sonra da, mezarının başında fatiha okuyacak biri olmalı. Yoksa çocuğun ne gereği var!” derdi. Bunun için de kızı Melek en idealiydi. O, abilerine göre okul okuyabilecekken, “Kız kısmısının okumak neyine gerek. Mektebe, oğlanlarla fingirdeşmeye mi gidecek!” diyerek, ilkokulu bitir bitirmez okuldan almış, orta okula göndermemiş, Kur’an Kursuna göndermişti. Gerçi kendisi de köyde Kur’an Kursuna gitmiş, Kur’an okumayı öğrenmişti. Hatta hâlâ Kur’an okur, namaz kılardı. Kur’an Kerim’den başka kitap da okumazdı; onu da ancak bay-ramlarda mezarlığa gittiği zaman ve kimi kandil gecele-rinde okurdu.
Onun, bir günden bir güne, herhangi bir gazeteyi doğru dürüst okuduğu, hatta satın aldığı görülmemiştir. Ancak birinin elinde bir gazete gördü müydü, o kişi, onun tanıdığı olsun olmasın fark etmez, hemen yanına gider, adamın başına dikilir, onunla birlikte gazeteyi okumaya başlardı. Gazetenin sahibi bundan rahatsız olduğunu davranışlarıyla belli etse bile, bu onun için hiç önemli değildi. Gazetenin sahibi bir iki homurdanır, sonra bakar ki böyle olmuyor, dayanamaz, gazeteyi ona verirdi. O da gazeteyi eline alınca, başlıklara bile doğru dürüst bakmadan, birkaç dakika içinde tüm sayfalarına hızlı bir biçimde göz atar, sonra da hemen geri verirdi. Tabi buna okuma denirse.
Fehmi Efendi, çocuklarının istediği gibi yetiştiğine inanmıyordu; ona göre hata çocukların “ana”larındaydı. Zaten her iki eşi de istediği gibi çıkmamıştı. Her iki karısı da çocuklarını şımarttıkları için, çocuklar okumamışlar, birer “haylaz” olup çıkmışlardı. Fehmi Efendi, bu konu-da kendisinde hiç hata aramazdı. Oysa kendisi çocuklarıyla hiç ilgilenmezdi. Ancak, çocuklarına çok kızdığında, onları karşısına alır; “Len oğlum!” diye hitap ederek onlara önce nasihat eder, sonra kızar, bağırır çağırır, daha da olmazsa döverdi.
Çocuklar, Allah vere de o konuşurken karşılık versinler; işte bak, o zaman nasıl dayak yerlerdi. Çocuklar da bunu iyi bildikleri için, o konuşurken ya da bağırıp çağırırken seslerini çıkarmazlar, sadece dinlerlerdi. Babalarının nasihatleri, kızıp bağırıp çağırması bitse bile, yine de hemen kendi aralarında konuşmaya başlamazlardı. Babalarının öfkesi iyice geçtikten sonra, önce kendi aralarında konuşmaya başlarlar, sonra da yine kendi bildikleri gibi davranmaya devam ederlerdi.
Karısı kimi günler ev temizliğine giderdi. Ama Fehmi Efendi, karısının ev temizliğine gitmesini istemezdi. Karısı eve gelir olsun diye çalışıp çabalarken, o, bunu kabul etmek istemezdi: “Kadın kısmının çalıştı mıydı dili uzar, kocasına karşı söz söyler. Kadın evinde oturmalı, kendi evini temizlemeli, kocası ne ders onu yapmalı, çocuklarıyla ilgilenmeli, çamaşır yıkamalı, yemek yapmalı...”
Oysa karısı ağzı var dili yok misali, kocasına ağzını açıp da bir şey demezdi. Buna rağmen, yine de, arada bir ev temizliğine gider, oradan aldığı paranın yarısını, sırf fazla bir şey demesin diye kocasına verirdi. Böyle olunca da, Fehmi Efendi, biraz söylenip dursa da, evin ihtiyaçları için böyle canla başla çalışan karısına, fazla bir şey demezdi.
O, düğün, bayram gibi özel günlerden nefret ederdi. Böyle günlerde ortalıktan kaybolurdu. Sırf bu yüzden, oğullarının sünnetlerini kimseye haber vermeden yaptırmıştı. Fehmi Efendi, karısı ev temizliğine gittiği bir gün, bir sünnetçi bulmuş, alıp onu eve getirmiş, hemen üç oğlunu da sünnet ettirmişti. Tabi, konu komşu bu duru-mu öğrenip de, karısına haber verene kadar sünnet de bitmişti. Kadın eve gelince, oğullarının sırayla yatakta yattıklarını görünce çok öfkelenmişti. O kadar çok öfkelenmişti ki Fehmi Efendi bile bu öfke karşısında sesini çıkaramamıştı. Fehmi Efendi, karısını ilk defa bu kadar kızgın görmüştü. Ne olur ne olmaz diye, karısına bir şey demeden, evden sessizce çıkıp gitmişti.
En son, geçen yaz köyüne gittiğinde; asırlık çınar ağacının altında, şırıl şırıl akan pınarın başında oturup serinlerken birdenbire kararını verdi: Kim ne derse dersin temelli olarak köyüne dönecekti. Şehirde bunca zaman kalmış, bir türlü alışamamıştı, bundan sonra mı alışacaktı. Köyde herkes onu tanıyor, o herkesi tanıyor; hem hısım akraba içinde. Köy, bol bol oturacağı, kafasını dinleyeceği, kimsenin ona karışamayacağı bir yer.
Bir gün ansızın, kimseye sormadan evinin önüne bir kamyon dayadı. Karısının, çocuklarının olurdu olmazdı demelerine aldırmadan, eşyaları kamyona yükletti ve köyün yolunu tuttu.
YORUMLAR
Yaşar Bey, diğer öykülerinize de baktım biraz. Bir tanesi bile, tek bir yorum almamış. Bu bana oldukça garip geldi. Diğer öykülerinizi okumadım henüz ama bu öyküyü yazan kalemin diğer öykülerle arasında derin uçurumlar olamaz. Bu anlamda, bu işte bir gariplik var ve galiba bu da; Defter okuyucuların bir hayli tutucu olması ya da hep aynı, aşikar olduğu kalemleri okuması. Sanırım siz de diğer öykülere yorum yapmalısınız. Bunu kendiniz için değil,diğer okuyucuların siz gibi bir kalemi kaçırmaması için yapmalısınız.
Sizi favorilerime ekliyorum. Tabi, bunu sizin için değil, güzel yazılarınızı kaçırmamak için, kendim için yapıyorum.
Sağlıcakla,
nitemtran tarafından 1/31/2016 6:42:43 PM zamanında düzenlenmiştir.
nitemtran
Kapıcılar benim hayatımda tanıdığım en tembel insanlardır. Tüm yükü, sizin de belirttiğiniz gibi eşi ve çocukları çeker. Kapıcılık işini kadınlara vermeli.
Tabi Fehmi Efendi, bu örneklerin doruğu gibi. Galiba, meslekleri sadece kapıcılık olmasa da, hemen her meslekten bu tür insandan bir hayli var toplumumuzda.
Öykünüz Defter’de okuduğum ilk biiyoğrafik öykü galiba. Fehmi Efendi’nin biyoğrafisini çok yalın ve gerçekçi vermişsiniz. Olaylar ve Fehmi Efendi’nin olaylar karşısındaki kendine münhasır kişiliğini çok güzel anlatmışsınız. Ara ara güldüm.
Anlatım, rahat ve oldukça akıcı olmuş. İfadeler de noktalama da çok başarılı ve yerinde olduğundan okumakta hiç zorlanmadım.
Bence günün en güzeliydi.
Tebrik ederim. Kaleminize sağlık.
Sağlıcakla,
YAŞAR YILTAN
Değerli yorumlarınız için teşekkür ederim.