- 601 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
YAŞAMIN KIYISINDA
Banyoda lavoboyu ovalarken birdenbire gözü aynaya takıldı.Lavoboyu ovuşturan eli yavaşladı.Uzun süre kendini seyretti aynada.
Ne kadar uzun zaman olmuştu aynaya gerçekten bakmayalı.
Sanki bir asır önceydi. O,aynaların karşısından ayrılmayan,kendini hayranlıkla seyreden, cıvıl cıvıl neşeli genç kız ne zaman gitmişti.
Zamanla aynaları pek önemsemez olduğunu fark etti. Çevresinde yaşam akıp giderken o,bir girdabın içine girmiş gibi aynı şekilde dönüp duruyordu.
Eskiden keyif aldığı her şey kendinden uzaklaşmıştı. Bahar,kuşlar,çiçekler,çığlıklar,gülüşler.. Ne zamandan beri kendine bu kadar uzak düşmüştü.Aynadaki artık tanıdık gelmeyen anlamsız ,donuk yüzüne baktı.Çoğu zaman koşuşturmaktan nefes nefese kalıyor,ütü,çamaşır ,bulaşık,yemek,temizlik derken gün ona yetmiyordu.Bu işlerden sadece birini aksatmak ,oluşabilecek aksaklıklardan sorumlu olmak demekti.Yetersizliğinin yüzüne vurulmaması için saatlerle yarışması gerekiyordu.
Sanki dipsiz bir kuyuda gibiydi.Kendisine,hayallerine yabancılaşmanın,geçen zamanın farkına varmadan kimliğini,kadınlığını unutmanın bedeliydi bu boşluk.Bu dipsiz karanlık kuyu.
Aldığı her nefesi,hep birilerini memnun etmek için harcarken evdekii işleri aksatmadan konuya komşuya,eşe dosta.kardeşe,anaya,babaya koşuşturup duruken o hengamede kendini unutmuşu.
ovaladığı lavoboyu hızla bitirdi.
Çamaşırları asarken bıktım bu anlamsız,ruhsuz,çoşkusuz hayattan diye söylendi.
Bu ülkede kadın olmak demek esarete eş değerdi.Gelenek ve göreneklerin cenderesinde,toplumun kadına yüklediğ ağır sorumluluklarda kendin olmayı istemek çok zor ve meşakkatli bir işti.
Kadını insan yerine koymayan,aşağılayan,yok sayan, namus bekçiliğinin yapıldığı,kendi namussuzluklarını kadının üzerine yıkan, kadının üzerinden bütün namussuzlukları temize çeken bir coğrafyada yaşarken ben de varım.Benimde de hayallerim var.Ben de insanım demek horlanmaya,dayağa,ölüme davetiye çıkarmak demekti.
Yemeği hazır etmek için mutfağa yöneldi. Mutfak mabediydi. Herşeyden kaçtığı,saklandığı tek yer.Domatesleri küçük küçük kesti. Aslında hayallerimin soğan,sarmısak,yağ, acı biber kokularına bulanarak bittiği yer. Diye düşündü. Soğan doğrarken gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı. Biliyordu ağlamaya hazır gözlerine soğan bahaneydi.
Bir zamanlar hayal ettiği,düşünü kurduğu şeylerin sihirli ve masalsı olmadığını anlamaya başladığında başlıyordu o hayal kırıklığı.Bu tekdüze yaşamda kalbine saplanan bir kör bıçak o,koşuşturdukça içini acıtıyor kalbinden her gün bir parça kesiyor hayatını anlamsızlaştırıyordu.
Biraz nefes almaya çalışsa, azıcık gözlerine bir ışık gelse,içine yaşama dair bir heves düşse,çevresindeki insanlar içindeki hevesi kurutup,gözlerindeki ışığı söndürmek için sıraya giriyorlardı.
Yemeğin suyunu ilave edip ocağın altını kıstı. Evi süpürüp temizlemek için elektirk süpürgesine uzandı eli.
Her gün tozunu alıp sildiği içeride bir tek bir tozun bile uçuşmasına izin vermediği salona baktı. Hergün temizlemek zorunda mıyım? Diye düşündü.Aman konu komşu gelirse tozlu olmasın,kimse dağınık görmesin.Peki görseler ne olur deyip,bu zinciri kırmak bu kadar zor muydu?Neden o yapmak zorundaydı her şeyi?
Asıl zor olan adanmışlığın,görev belletilen beklentilerin esiri olmak değil miydi ?
Çok uzun zamandır hayal kurmuyordu. Oysa insan hayallerinden ne kadar çok uzaklaşırsa kendinden de o kadar uzaklaşıyordu. O sıcak,güvenli çocukluğunun anavatanına dönmek,genç kızlığının çoşkusunu, heyecanını yeniden yaşamak istiyordu.Tıkandığını,bunaldığını hissediyordu.Ona öyle geliyordu ki kendinden başka herkes mutlu,nereye baksa insanlar hep şen kahkalarla gülüyor fotoğraf makinalarının objektifinden taşan taşan o sonsuz enerjileri ile onu yalnızlığın dipsiz kuyusuna yuvarlıyor,hayat enejisini emip yok ediyorlardı.
Neden onlar gibi olamıyordu sanki.Büyük bir sorumlulk duygusu ile görev bellediği hiç bir şeyi aksatmadan yapmaya kurgulanmış bir robot gibiydi.
Çoğu zaman üzüntüsünü,kederini anlatacak birilerini bulamadığı için geceye türküler söylerken bulurdu kendini. Gece onun için uzun,yorgun bir günün sonunda bir parça kendinle başbaşa kaldığı bir molaydı.
O kısa molalarda yorgunluktan sızlayan bacaklarını uzatıp oturduğunda sıcak bir su torbasını da sırtına dayardı. Sırtının sızısı bir nebze azalır o sıcacık torba ağrısnı alır, iyi gelirdi.Peki ya yürek ağrısına ne iyi gelirdi? Neyi sıcacık bastırmalıydı göğsüne ? O boşluğu ne doldurabilirdi? Gözyaşları ip gibi süzülürken gözlerinden ,yanaklarından yaralarının hala kabuk bağlamadığını anlardı.
Sehpanın tozunu alırken herkesin kendini aşık, mutlu sandığı sanal bir dünyada yaşıyoruz diye düşündü.
O dizilerdeki ağzımız açık seyrettiğimiz yaşamlar,sinemadaki filmler kimin gerçeğiydi. Dizilerde dayatılan zengin lüks içindeki hayatların içinde insan nerede bullur kendini. Aşk bile bu kadar yön değiştirmişken,paranın kirine bulaşmışken,İnsan kendine tapınma derecesinde aşıkken Aşktan söz edilebilir miydi?
Eski,güzel,duygulu naif aşkların yerine her gün değişen,seviyeli birlikteliklere dönüşen aşklar varken "Çoban Çeşmesi"gibi tarihe karışan eski sevdaları beyhude arayıp duracaktı insanoğlu.
Ütü masasını hazırlayıp,ütülenecek çamaşırları ayırdı.
İçindeki bu boşluğu ne doldurabilirdi ki.Kör bir bıçağın bilediği bu yalnızlık duygusu sadece ona mahsus değildi ya .
Aslında çok bir şey istediği de yoktu.Kısa bir süre için bile olsa Sorumluluklarından uzaklaşıp, çoban çeşmesinin izini sürmek,dağların dumanlı tepelerinde nefes almak,kimsenin ayak basmadığı,insan eli değmemiş derelerin sesini ,şırıltısını dinlemek,doğanın büyülü havasında bütün hücrelerine oksijen doldurmak,kendini yenilemek, kendini bulmak istiyordu.
Gömleğin kollarına,yakasına ütü basarken Oscar Wilde’nin sözleri düştü aklına
"Herkes öldürebilir sevdiğini, kimi bir bakışıyla yapar bunu, kimi dalkavukça sözlerle. Korkaklar öpücük ile öldürür, yürekliler kılıç darbeleriyle! Kimi gençken öldürür sevdiğini, kimileri yaşlı iken öldürür. Şehvetli ellerle öldürür kimi, kimi altından herkes öldürebilir sevdiğini ama herkes öldürdü diye ölmez..."
Evet herkes bir şekilde öldürüyordu sevdiğini
Başkalarının bizim hayal kırıklıklarımızı,
mutluluğumuzu,mutsuzluğumuzu,sitemlerimizi.serzenişlerimizi tamamen anlaması mümkün değildi. En sevdiklerimiz bile bize ne kadar yakındı? Ne kadar derinimizdeydi ? Ne kadarımızı çözebilir,içimizin derinliğinin ne kadarına inip,anlayıp, bilebilirlerdi?
Yalnızlık insanoğlunu kaderiydi. "Aldous Huxley "Belki de bu dünya başka bir gezegenin cehennemidir."derken insanoğlunun acılarını,ıstıraplarını derinden hissetmiş ,acının,işkencenin binbir çeşidinin olduğu bu dünyayı cehennemden başka türlü hayal edememişti.
Bu hayatta kendine yeniden bir yer açmalıydı.Nefes almak,yaşamak,hayata tutunmak için zihninde naifliğini, zarifliğini,güzelliğini hatırlatacak bir iz ,bir anı aradı. Kendi yarasına merhem yine kendisi olmalıydı.Önünde ne kadar yaşanacak bir zaman kalmıştı bilmiyordu. İçinde bir yerlerde gizlenmiş olan hatıralarını,gençlik hayallerini bulup çıkarmalı,sevinçlerine ,çoşkusuna sarılmalı,küllerinden yeniden doğmalıydı.Evet Bu hayat onundu ve istediği gibi yaşamalıydı.
Canan YÖNTER
YORUMLAR
Olabilir tabi.Ancak esaretten kurtulmak, bilinçle eğitimle olabiliyor. Bizim coğrafyamızda en eğitimli kadınlar bile çoğu zaman erkeğin hegomanyasına,toplumun baskısına yenik düşüyor.Belki de bu yüzden,başarısızlıkarımızı gizlemek için esaret sözünün arkasna saklanıyoruz. Teşekkür ederim.Saygılar.
Aslında bu düşüncem yeni değil, "Bu ülkede kadın olmak demek esarete eş değerdir" hipotezini görünce nüksetti.
Her tür sözleşmede, sözleşmenin yükümlülüklerini yerine getirmekle yükümlüdür taraflar. Her şey tanımlanmıştır. Yerine getirilmeyen ya da getirilemeyen yükümlülükler için de bir bedel ödenir. Ama bir madde vardır ki, taraflara bağlı olmadan oluşan halleri tanımlar; "Force Majeure".
Eğer yerine getirmeyi taahhüt edip, yerine getirmediğiniz takdirde sebebi bu fors major'a sokarsanız yırtarsınız cezai müeyyideden.
""Bu ülkede kadın olmak demek esarete eş değerdir" bazen kadınlar için bir avantaj, bir başarısızlık hali gizleme sebebi olabilir mi?
Kaleminize sağlık.
Sağlıcakla,