- 576 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BİTMEYEN YOL'dan özet
İnsanoğlu yaratıldığında ilk hissettiği korku olmuştur. Çevresinde gördüğü değişimlerden, gökyüzünde gördüklerinden, geceden, gündüzden ve suyun üzerine düşen kendi siluetinden ve kendisini takip eden gölgesinden korktu. Korku ile tanışarak korkularından arındıkça doğadan yararlanmayı öğrendi. Öğrendikçe zekâsını, yeteneklerini geliştirdi ve kendisini daha çok tanımaya başladı.
Suyun kaynağından fışkırması “Südur” etmesi ile olgunlaşan beden, korkudan arınarak açığa çıkan akıl ile birleşerek doğada eğemen olmaya başlamıştır.
“Küntü-ü Kenz” Başlangıçta kendi kendine yabancı olan insan doğayı ve evreni tanıyarak diğer canlılarla bir arada yaşamayı öğrendi.
Doğanın ahenkli değişim ve hareketlerinden etkilenen insan aklı gelişim sağladıkça çevresinde gördüğü değişimlerden gıdasal yarar sağlaması ve hükmetmesi yanında baş edemediği değişimlere olan korkusunu bastırmak için saygı duymaya başladı. Öylesine büyük bir itaatkâr oldu ki; onları Tanrı olarak kabul etti ve kendi Tanrılarını yaratarak ruhunu teslim etti. Gök Tanrısı, Güneş Tanrısı, Yağmur Tanrısı, Aşk Tanrısı vs. gibi birçok Tanrılar yaratan insan milyon yıllar sonra tek Tanrının varlığını kabul ederek inanç boyutunu bir ahenk, bir düzen içinde sürdürmektedir.
bu arada oluşan zıtlık kavramı; kimin kimden korktuğu ve kimin kimi ne kadar sevdiği, saydığıdır.
Semavi ve kadim dinler ve Budizm inançlarının birçok ortak yanı var; bunların başında Tanrı sevgisi gelmektedir. Tanrı kullarını severken, kullarının da kendisini sevmesini beklemekte olduğunu görmekteyiz. Öyleyse Tanrı ile korkutulmak neyin nesi oluyor? Birileri Tanrı üzerinden maddi manevi rant mı elde ediyor? Diye soracak olursak; bunun cevabı kesinlikle “Evet” olur.
Her şey zıtlık kavramıyla oluşmaktadır.
İki nesnenin birleşmesi sonucu bir olarak meydan gelen varlık evreni ve yer küreyi oluşturmaktadır. Göreceli kavram içinde ki zıtlıklardan, gece ile gündüz, aşağısı yukarısı gibi iki gözün tek görmesini örnekleyebiliriz. Dişinin rahmi de, erkeğin spermi de birbirine karşı zıtlık içerirken, birleşerek soyunu devam ettiren bu ikisi bir’i oluşturmaktadır.
İnsan yalnızlığında bir iken, karşısına çıkan korku ikincidir. İçinde eriterek alt ettiği korkunun yok olmasıyla, zıtlık da ortadan kalkmış olur ve sonunda her şey yine bir olur.
Önce bir olan atom parçalanarak kendi parçacıkları ikinciyi temsil ederek karşısına geçer. Enerjiyi oluşturmak için bu ikili birleşerek yine bir olur.
Bir olan Allah’tır. Kendisine ayna olarak yarattığı kâinat ve içindeki canlılar iki’yi oluşturmaktadır. Ömrünü tamamlayan canlı varlıklar yaratıcısına dönerek yine bir olmaktadır.
Bu zıtlık kavramı içinde yer alan ve görünmediği halde bilinen, hissedilen, duyumsanan korkunun karşılığı cesarettir. Cesareti oluşturan ise akıldır. İçinde akıl olmadan yapılan cesarete “kör cesaret” ya da “akılsız cesaret” denilmektedir.
İnsanlık geliştikçe korkuların şekli de değişti ve değiştirildi.
Kendisinden zayıf olanları korkutarak egemenliğini sürdürmek isteyenler, insanları “Allah” ve Din ile korkutmaktan geri durmamışlardır. Oysa Allah ile kul arasında sevgi bağı vardır.
Allah kulunu, kul Allah’ı sevdiğine göre, korku insanlar arasına sokulan bir gerekçe olmamalıdır.
Cehennem azabına girme korkusu adına yapılan ibadet ile kendini mecbur hissetmek yerine, Allah’ı aşk ile kalpten sevmek ve külli* (bütün ve genel) iradeyle bağlanmak, Allah’ın sevgisine nail olabilmek yoludur.
Allah sevgisini içselleştirmiş ve o mertebeye ulaşmış olan Peygamber’ler, Evliya’lar, Veli’ler, Erenler Allah’a aşk ile bağlanmış ve bu aşk’ın nar’ını insanlığa aşılamışlardır.
Yukarıda belirttiğimiz zıtlık kavramını burada nefret ve sevgi olarak görebiliyoruz. Zehirin karşılığı panzehir’de olduğu gibi, her tür nefretin karşılığı sevgidir. Sevgi olmasaydı, nefretin uyguladığı zulüm karşısında mücadele edenler çaresiz kalır ve umudu tükenirdi.
Atinalı ünlü politikacı Domesthenes diyor ki: “Allah’a yakın olmak için, içimizdeki hakikat ve adalet aşkını yaşatmalıyız.”
MÖ. 384-322’de yaşamış Domesthenes kekemedir. Bu durumdan kurtulabilmek için ağzına çakıl taşları koyarak, konuşma pratikleri yaparak nutuk yazarlığına merak salmıştır.
İmam Gazali ise, “Allah’ı hakkıyla tanımayan kimse, ondan hakkıyla korkmaz demiştir.
1058-1111 yılları arasında yaşayan İmam Gazali, Horasan’ın Tus şehrinde doğmuştur.
İslam alimi ve Filozof Gazali Sufilerin yolu olan Tasavvuf’a yönelmiştir.
500’e yakın kitap yazdığı söylenilen Gazali, Hasan Sabah ve Ömer Hayam ile aynı çağda yaşamış ve doğduğu şehirde Elli Üç yaşında ölmüştür.
Korkutularak yetiştirilen toplumlar ekonomik ve siyasal açıdan gelişmişlik gösteremezler.
Muhalefetin ve sivil toplum kuruluşların güçsüz olduğu ülkelerde ki yönetimler Evrensel hukuka uygun Demokrat olduklarını iddia edemezler.
Bize çok yabancı olmayan korku aklımız erdiği andan itibaren çeşitli şekillerde, yakamızı bırakmayan, yanı başımızdan ayrılmayan gölgelerimiz olmaya devam etmektedir.
Çocukluk günlerini ya da askerlik anılarını özlemle anlatmayan yok gibidir. “Ah nerde o eski çocukluk günlerimiz” diye başlanan eski günler hiçte sanıldığı gibi güzel günler değildi. Yokluk, yoksulluk içinde ki insanlar doğanın cömertliği ve kendi aralarında ki sıkı dayanışma bağı sayesinde yaşamlarını sürdürebilmişlerdir. Doğanın insana adil olarak sunduğu zenginliğine karşın insan doğa için şiirler yazarak, türküler söyleyerek bir anlamda saygısını ifade etmiştir.
Aziz doğanın yer üstü kaynaklarını tahrip ederek yok eden vahşi kapitalist sistem başta altın olmak üzere yer altı zenginliğine el atarak, yer kürenin altı kadar üzerindeki canlı doğayı da kökünden yok etmeye devam etmektedir.
Çernobil nükleer santral faciası ile yayılan radyasyon, rüzgarı arkasına alarak Balkanlar üzerinden kuzey Avrupa’ya oradan Akdeniz ülkelerine ve Trakya ve İstanbul üzerinden Karadeniz’in üstüne çöreklenmiştir. Radyasyon Beş bin kilometrelik bu uzun yolculuğu sırasında uğradığı bölgeyi ve insanları zehirleyerek kısa bir Dünya turu yapmıştır.
Yurdun dört bir tarafında siyanürle altın arama işlemi sırasında yer altı su kaynaklarına karışan siyanür canlı varlıkları zehirlediğini çevre mühendisleri açıklamaktalar.
Çeşitli nedenlerle - korkutulan – Her geçen gün bir yakınını kanser den kaybeden bölge insanları doğanın ve sahip oldukları toprakların tahrip edilmesine seyirci kalmamak için verdikleri mücadele sırasında önce üzerlerinde ki korkuyu sıyırıp attılar.
Doğaya ve çevreye duyarlı insanların desteğini alarak sokaklara dökülüp eylemler yaptılar. Hukuk yoluyla tabiat ananın hakkını aradılar.
Asırlar önce benzer uygulamalar ile toprakları ellerinden alınan Kızılderili ler işin ciddiyetini kavradıklarında geriye şu atasözü kaldı: “Tanrılarıyla birlikte geldiler. Tanrı’yı bize bıraktılar, topraklarımızı alıp gittiler”
Çevre mühendislerinden edindiğimiz küçük bir bilgiyi sizlerle paylamanın yeridir.
Bünyesinde yüksek oranda siyanür bulunan sebzelerden Lahana, meyvelerden Acıbadem, Vişne, kayısı ve şeftali çekirdeklerini aşırı tüketmemeliyiz.
Çocukluğu güzel geçen istisnaları saymazsak, sevgi yerine terbiye etme yöntemi olarak başta babası olmak üzere aile büyüklerinin, yakın akrabaların, komşuların dayağını yemeyen korkusunu çekmeyen kaç insan vardır?.
Askerde komutandan, okulda öğretmenden dayak yemeyen veya tehditlerle korkutulmayan yok gibidir. Anneler bile yaramazlık yapan çocuklarını “Seni çingenelere vereceğim” ya da “ Polise veririm” tarzında türlü sözlerle korkuttukları çocuklarının susup bir kenara sığınarak ileri yaşlarında korkak veya tam tersi saldırganlaşmasına sebebiyet vermektedir.
Dev, canavar, kurt, aslan, tilki, ayı, yılan gibi doğanın bir parçası olmaktan başka bir suçları olmayan bu hayvanlar hikayelerin içinde canavar gibi gösterilerek dinleyenlerin korkması sağlanırdı.
İşin dayak kısmı tehdit ile karışık korku salmanın ardından gelir. Annenin terliği ile başlar babanın, öğretmenin, polisin, komutanın tokadı ile devam eder.
“İlmin, bilimin yolunu bize yüce dinimiz öğretti” diye övünürüz ama zenginin ve siyasetçinin sözünün bilim insanlarının sözlerinden üstün tutarız. Kitaplarda yazılanlara hak verir, ama yazar hapsedilir ya da sürgüne gönderilirken korkudan kimse sesini çıkartmaz.
Eğitim seviyesinin düşük olduğu tarım toplumlarında baskılar aşiretlerin, derebeylerin dayattıkları uydurma töreler aracılığı ile devam ederken. Sanayinin gelişimi ile proletarya sınıfının bilinçlenmesi sonucu gelişen sendika öncülüğünde ki işçi hareketlerini askeri darbeler ve onun uzantısı olan farklı sivil darbe ile baskı, sindirme yöntemleri korkunun ana temelini oluşturmuştur.
Belli bir yaşa geldikten sonra “Oh be çocukluktan çıktım, artık kimse beni korkutamaz bundan sonra ben başkalarını korkutacağım” düşüne kapılır insan.
Bu kez farklı korkularla karşılaşmaya başlamıştır. İş yerinde patronun, müdürün, amirin korkusu başa bela olur.
Aklının bir köşesinde çıkacağı anı bekleyen korkuyu bastırabilen bazı yürekli insanlar hak aramaya başlar. İnancını istediği şekilde yaşamak, ana dilini konuşmak istediğini yüksek sesle dillendirir. Ecelin önüne geçemeyen korkuya hakim olmanın sonucu hapse atılmak, işkence görmekle zulüm devam eder.
Tarihin derinliklerinde ise çok konuşanın dili, baş kaldıranın kellesinin kesilmesi ile katli vacip olmuştur.
Gelenin kim olduğu bilinmemesine rağmen gecenin bir saatinde çalınan kapının sesine korkak sesle cevap verilir.
Devlet’ten alınan bir tebligat’ın içeriği korkarak okunur.
Görüldüğü gibi korkunun korkutmanın sonu gelmiyor.
Acaba, Dünya’da dayağın cennetten çıktığına inanan başka bir millet varmı dır?.
İnsanın üzerine sinmiş olan korkudan arınmanın tek yolu aydınlanma ve bilinçlenmeden geçer.
Kadınların durumu erkeklerden daha beter.
Erkek egemenliğinde yaşayan kadınlar inanç, günah, namus kavramları üzerine oturtulmuş korku unsurlarıyla ikinci sınıf insan figürü yaratılmıştır. Kadın ev işi görür, erkeğin soyunu devam ettirecek çocuklar doğurur, tarlada, bağda, bahçede, hayvanların bakımında, evin temizliğinde, çamaşırların yıkanması, kurutulması, ütülenmesi, yemek yapılması, bulaşık yıkanması, çocukların ve yaşlıların bakımı, mübarek gecelerde lokmalar yapıp dağıtılması, kocanın nefsini kör etmesi kadının yapmak zorunda olduğu görevleridir. Vatan için asker doğuracak, gönderdiği askerin yolunu hasretle bekleyecek, şehit oğlu için göz yaşı akıtacak, ömür boyu yasını tutacak kadınlar, analar siz iyi ki varsınız.
“Allah kadını bu işler için yaratmış” diye korkutularak kadının sessiz kalması sağlanmıştır. Sesini çıkartan olursa dayak yemesi gerektiği yine uydurma hadislere dayandırılarak korkutulması sağlanır.
Daha ileri gidenler ise canlarından olmaktadır. “Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” sözü ve düşüncesi cüzdan yerine vicdan taşıyanları ürpertmektedir.
Yada “Kadınlarınızı, kızlarınızı hafifçe dövebilirsiniz” diye fetvalar verenlere sormak gerek. Siz acaba hiç dayak yediniz mi?
Dünya’yı yönetmekle övünen erkekler savaş, kan ve göz yaşından başka geriye ne bırakmışlardır? (…)
Bayramlarda eline kına yakan, düğünlerde oyuna kalkan, ölülerin üstüne ağıtlar yakan, ezilen, itilen, kakılan, cinsel saldırılara uğrayan emekçi kadınlar, kızlar aynı zaman şiirler içinde sevgilidir, yar, yarendir.
Kadınlar romanların ve filmlerin vazgeçilmez baş karakteri yapılarak büyük bir tezat oluşturmaktadır.
Çocuklarımızın annesi olan kadınlarımız, varlığımızı borçlu olduğumuz annelerimize gösterilen sevgi ve saygıyı eşit oranda hak eden Dünya kadınları eksik olmasın yüreğinizde ki sevgi kıvılcımları…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.