- 510 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İftira ve Ölüm
Kardeşime attığım iftira sonucu ölümüne sebep olalı yirmi yedi yıl geçti. O gün Hasan’a attığım iftiraya inanmaları sonucunda ahıra gitmekten men edilmiş ve babamdan okkalı bir tokat yemişti. Yaşının küçük olmasından çok, naif ve kırılgan ruhu nedeniyle kendini hakkıyla savunamadı ve üzüntüden kuşpalazına yakalandı. İlk günlerde nasılsa iyileşir diye önemsemedim ama iyileşmiyordu. Evimizin hizmetçisi Pervin, kardeşim Hasan’ın öleceğini ağlayarak anlatınca çok korktum ve ona her şeyi anlattım. Hasan’la Dadaruh gölün kenarındayken annemin İstanbul’dan getirdiği pırıl pırıl kaşağıyı bulduğumu, hemen atların yanına inip karınlarına sürttüğümü, beceremeyince sinirlenip az ilerideki çeşmeye koştuğumu, kaşağıyı yalağın üstüne koyup oradan bulduğum irice bir taşla tüm gücümle vurup parçaladığımı, sonra da atıp kaçtığımı anlattım. Hasan’ın yanına gitmek ve ondan özür dilemek istediğimi söyledim. Kardeşimin uyuduğunu ve istersem sabahleyin onu görebileceğimi söyledi Pervin. Sabah anlatırım diye avunarak uykuya dalmama rağmen bütün gece rüyamda Hasan’la uğraşıp durdum. Bana “İftiracı! Senin yüzünden oldu!” diye bağırıp duruyordu. Sabahleyin bir hevesle yanına koştuğumda kardeşimin o gece Hakk’ın rahmetine kavuştuğunu öğrendim. Hikâyenin buraya kadar olan kısmını zaten hepiniz biliyordunuz. Ancak bundan sonra ne olduğu hakkında en küçük bir fikriniz bile yok. Şimdi size bunu anlatacağım;
Kardeşimi attığım iftirayı babama hiçbir zaman söylemedim. Çok despot ve katı bir adamdı ve ondan korkuyordum. Ölünceye kadar da korkmaya devam ettim. Zaten Hasan’ın ölümünden sonra babamı çok az görmeye başlamıştım. Gündüz fabrikaya akşam da şehirdeki gazinolara içmeye gidiyordu. Çiftliğe sabaha karşı geliyor ve hepimizi derin uykumuzdan uyandıracak gürültülerle sağa sola çarparak yatağına güçlükle gidiyordu. Günler geçtikçe büsbütün uzaklaşmaya başladık. Bu mesafe yerini zamanla önce soğumaya sonra da nefrete bıraktı. Sinir ve strese artık dayanamayan kalbinin dünyadan ayrıldığı zamana kadar da ondan nefret etmeye devam ettim. O’nu Hasan’ın yanına gömdüler, bu nedenle bir daha hiç ziyaretine de gitmedim.
Zaten ortaokuldan sonra şehirdeki yatılı liseye yazılarak çiftlikten ayrılmıştım ve bizim oralarla ilgili hiçbir şeyi hatırlamak istemiyordum. Ara sıra, kalbimin derinliklerinden gelen yakıcı bir sevgiyle annemi özlüyordum ancak çiftliğe gidip onu görmeyi düşündüğümde; Hasan aklıma geliyor, derhal vazgeçiyordum. Yatılı liseden sonra İstanbul’a tıbbiyeye geldim. Remzi’yle ilk kez tıp fakültesinde tanıştım. Benden biraz farklı biriydi. Her girdiği ortamda kendisini kabul ettirmek gibi bir kabiliyeti vardı. Ancak bunu soğuk suyun içerisine atılan kurbağanın yavaş yavaş kaynatılması gibi hiç hissettirmeden yapıyordu. İnsanı yavaşça zehirleyip etkisi altına alıyor, sonrasında her istediğini ustaca yaptırıyordu. Bu sinsi ve kurnaz tarafını anlayan tek kişi bendim sanırım. Bu yüzden yalnızca bana saygı duyuyor, en özel sırlarını bir tek benimle paylaşıyordu.
Tıp okuduğumuz yıllar boyunca Remzi’yle o pavyon senin bu kulüp benim dolaştık. Sabaha karşı geldiğimiz öğrenci evimizde, babamın ölümünden sonra anneme sinsice sokularak “Fabrikanın yönetiminde size destek olmalıyım” diyen ve zamanla bütün işleri ele alıp iyiden iyiye fabrikamızı sahiplenen hukuk müşavirinin, bana her ay sadaka verircesine gönderdiği harçlıklardan ne kadar kalmış diye sayardık. Sabahlara kadar içip sokaklarda sürttüğümüz gecelerin bazılarında; nefret ettiğim bu adamı iyi bir benzetmek hatta belki de ortadan kaldırmak için arabama binip memlekete doğru yola çıktığımı, bazen uzun memleket yolunun yarısında bazen de daha yolun başında girdiğim bir benzinlikte vazgeçerek geri döndüğümü hatırlıyorum. Okulum bitip işleri ele alana kadar da bu alçak adamın yüzüne alçakça güldüm. Karşılıklı sahte sırıtışlarımızla birbirimizi alttan alıp idare ettik. Gençtim ve bana bol miktarda harçlık gönderdiği sürece babamdan kalan mala mülkü har vurup harman savurmasını, paramızı şurada burada çarçur etmesini önemsemiyordum.
Fakülteden mezun olduktan sonra memlekete döndüm. Okulu bitirdiğim günden bugüne değin bir gün bile doktorluk yapmadım. Zaten benim kalemim bir iş değildi. Tıp fakültesini bir serseri gibi okuduğum yıllarda insanlara öfkem iyice arttığından; onları tedavi etmeyi, şifa vermeyi hiç ama hiç istemiyordum. Sanırım Hasan’a attığım iftira, imalat hatası ruhumu büsbütün sağaltmış, beni saf ve katışıksız bir şekilde kötü ruhlu bir genç yapmıştı. Ve galiba daha çocukken bile içimde bulunan karanlık zamanla büyüyerek ruhumu tamamen kaplamıştı. İnsanları görmeyi, dinlemeyi, onlarla konuşmayı istemiyordum. Onlara karşı olan bu duygularımdan da utanmıyordum. Zira aşağılanmayı, hakir görülmeyi, utancı, rezil olmayı bir kez de olsa tatmış olan bir ruh bir daha hakkıyla utanamaz. İşte bu yüzden yalnızca çocuklar hakkıyla utanabilirler. Çocukluk yıllarımda Hasan’a çok üzülsem de, zamanla onun o zayıf ve hastalıklı ruhuyla bu dünyada yaşamayı hak etmediğini düşünmeye başlamıştım. Ve itiraf etmem gerekirse şair kadar ince bir ruha sahip o çocuğa, o gün attığım iftirayı bugün olsa yine atarım.
Doktorluğu boş verip çiftlikte ve fabrikada aylak aylak oturarak zaman öldürmeye başladığımda, aynen babam gibi; akşamları şehirdeki gazinolara gitmeye başladım. Çiftliğe sabaha karşı geliyor, herkesi uyandıran sarhoş gürültüleriyle yatağıma gidiyordum. Nasılsa erkenden ölürüm düşüncesiyle evlenmeyi ve çocuk sahibi olmayı da düşünmüyordum. Bütün bu bedbaht hayatım, sarhoşluğum, işlerim, güçlerim ve bulanık zihnimin içerisinde, bir aileye yer yoktu. Tıp fakültesinden aldığım yarım yamalak bilgilerle kalp hastalığının ırsi olduğunu, dedemden babama geçen bu illetin bana da geçmiş olabileceğini, genç yaşta kriz geçirerek ölebileceğimi hissediyordum. Yaşadığım düzensiz hayattan ve içtiğim günde iki paket sigaradan dolayı ölümü erkene çektiğimi biliyor, bunda herhangi bir beis de görmüyordum.
Çiftlikte sıkışıp kalmış bir halde zaman öldürürken, bana hizmet etmeye çalışan Pervin’i her gördüğümde; Dadaruh, annem, babam ve zavallı kardeşim Hasan’ı hatırlıyordum. Bana onları hatırlatan çirkin bir anıt gibi etrafımda dolaşıp duruyordu. Bazen o geceyle ilgili konuşmak istiyordum. O’na; o çocuk yüreğimle o gece çok fazla pişmanlık duyduğumu, sabahı beklemeden kardeşimin odasına gidip özür dilemem gerektiğini, ancak bunun kendisi tarafından engellendiğini, işte bu yüzden şimdi onu çiftlikten kovduğumu söylemek, bütün suçu O’nun üzerine atmak istiyordum. Zira “Seni her gördüğümde ailemi ve Hasan’ı hatırlıyorum, bana onları hatırlatarak acı veriyorsun. Bu yüzden seni kovuyorum” diyemeyecek kadar gururluydum.
Bir gün, yine zilzurna sarhoş vaziyette şehirdeki gazinoların birinden gelirken, Pervin’i nasıl kovacağımı düşünmeye başladım. Sonra birdenbire sinirlendim. Bunu nasıl yapacağımı düşünmeme gerek yoktu. Bu işe şiirsel bir anlam yüklemek ve belli ritüellerle tasarlayarak yapmak kadar manasız bir şey olamazdı. O basit bir çalışandı bense patron. Karşısına dikilip “Seni kovuyorum, hemen pılını pırtını toplayıp bu evden git!” diyebilirdim. “Evet yapabilirdim bunu!”. Aklım aldığım alkolün altında iyice puslanmış, bu düşüncelerle meşgulken gözlerimi yakıp geçen bir çift farla donakaldım. Bir saniyeden daha az bir süre sonra bana çarpıp tüm suratımı baştan aşağı parçalayacak ve sol kolumu kopartacak kamyonu gördüğümde kardeşim Hasan’ı düşünmeye başladım. Belki de yanına gidip attığım iftiradan pişman olduğumu söyler, beni affetmesini isterim. Kim bilir?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.