- 524 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YAYLALAR ve ÇOBANLIK
Din ulularımız anlatırlar: “Peygamberlerin yaşamlarında çobanlık günleri önemli bir yer tutar. O büyük insanlar, uzun günlerde, kırlarda- çöllerde, sıcak güneş altında akşamı bekleme sabrını göstererek sabırlı olma alışkanlığı edinirlermiş.”
Şimdi, yaşlılık günlerine istemeyerek de olsa başlayan bizlerin çocukluk, ilk gençlik yılları önce çobanlık yaparak başlardı. İlkbahar ve yaz mevsimleri, çobanlık, daha sonra tırpanla, çayır biçmelerle geçerdi günlerimiz. Eylül başlarında öğretmenler okullarına koşar, işçiler izinleri biter bitmez, çalıştığı kentlere yollanırdı. Okul ve iş yerlerinde olmak, köy yaşamına göre düğün bayramdı.
“Gökte yıldız kadar köylerimiz var. Ama uzak, ama şirin, ama garipsi…” diyor bir şiirinde Külebi. İşte öykümüz böyle uzak ve garipsi bir köyde geçiyor. Köyümüz, Yalnız Çam Sıradağları’nın bir bölümünü oluşturan Sahara Dağı’nın engin ve yüksek düzlüklerini de kapsıyor. Düzlüklerin nihayetinde, derin vadiler uzuyor. Vadilerin yamaçları ormanlarla kaplı. Vadiler, vadide ak köpükleriyle akan çay ve ormanlarımız da köyümüzün kapsam alanında. Güzel yurdumuzun yedi güzel bölgesinde olduğu gibi bölgemiz halkının geçim kaynağı; tarım ve hayvancılık. Hele Doğu Karadeniz Bölgesi’nde hayvancılık ve yaylacılığın en katıksızı yapılır. Sizleri yaylacılığın henüz bozulmaya yüz tutmadığı yıllara götüreceğim.
Köyümdeyiz. Yüksek dağların doruklarına, bu doruklardaki engin düzlüklere çıkalım. Yeşil çimenliklerde yürüyelim. Çimenliklerin içine serpilmiş cins cins çiçeklerini koklayalım. Gözlerimiz renk zevkini tatsın yemyeşil düzlükleri seyrederek. Ciğerlerimiz temiz yayla havasıyla bayram etsin. Aşağılardaki vadi yamaçlarındaki ladin, köknar ve çam ormanları denizini seyredelim. Vadinin diğer yamaçlarındaki dağ gürgenlerini, huşu ağaçlarını da görelim. Yamaçların düzlüklere yakın sonlarında büyüyen bodur makileri de görmeyi unutmayalım. İlkbaharda mor çiçekler açan makileri. Kaya diplerinde açan çiğdemleri, mor menekşelerini görelim çayımızın şırıl şırıl akan su seslerini dinlerken. Dağların doruklarından aşağıları seyredelim. Gökyüzünde geniş çemberler çizerek uçan kartalların hafif hafif süzülerek ladin ağaçlarının tepelerindeki yuvalarına konmalarını görelim. Ta uzaklarda köylerimizi, köy evlerini gözlemleyelim. Uçaklarla gökyüzünün metrelerce yüksekliğinden yerdeki kibrit kutusu boyunda gözüken evlerimizin görüntülerine bakalım ara ara…
Bir öğretmen arkadaşım anlatıyor.”Daha ilkokul yıllarındayım. Köyden, yaylaya göç yeni başlamıştı. Koyunlarımızı gütmek benim sorumluluk alanıma giriyordu. Koyunlarımla ormanların bittiği, vadimizin yamaçlarına ilk kez gidiyorum. Otlaklar daha hiç otlanmamış. Şaşırıyorum bir an, önüm sarı ve mavi çiçeklerin daha çok gözlendiği bir renkli âlemi. Cennet ancak bu kadar güzel olur diyorum içimden.”
Mayıs ayı başlarında köylerden kışla diye adlandırılan birinci yaylaya başlar göçler. Koyun-keçi, sığır-manda, kaz-tavuk ve de çoban köpekleriyle birlikte. Kağnı arabaları yükleri taşır. Yaşamımızın en çilekeş, en ağır işlerini zavallı öküzler çekerdi. Öküzlerin, sefil, kaderlerine razı hallerine hala acırım.
Bütün ailelerin çocukları karnelerini bıraktıkları günün ertesi günü değneklere sarılırlar ta ki sonbaharda okullar açılana dek. Bin dokuz yüz elli, altmış, yetmişli yıllarda köy okulları erkenden, nisan sonlarında tatile girerdi. Biz köy öğretmenleri ve diğer öğretmenlerin-öğrencilerin okulları tatil olduğunda ilk hedefimiz köy olurdu. Yaylada çobanlık, köylerde çapa işi bizi beklerdi. Onun için Artvin köylerinde koyun ve sığır sürülerine çoban olmak için lise diplomasına sahip olmak birinci koşuldu. Çobanlık günlerimizde klasik romanlar üzerine konuşurduk. İlkokulun daha ilk yıllarında okuyordum. Bir çoban ağabeyin Kerime Nadir’in Hıçkırık adlı romanını okuduğunu hala anımsıyorum.
Bir başka arkadaşım anlatıyor o günleri. Öğretmendim. Mayıs ayı başları, okullar yaz tatiline henüz girmiş. Kendimi bir anda iki yüzün üzerinde çoğu annelerinden yeni ayrılmış kuzular ile koçların, erkek-dişi toklulardan oluşan sürünün başında buldum. Dağların yamaçları, güneşli havalarda dağların zirvelerindeki düzlükler sürümün yayım alanları. Kamp yerim ilk yaylaya hayli uzak. Gecelerimi, iki kocaman çoban köpeği ve doğanın insana yalnızlık duygusunu iyice hissettiren sessizliği içinde geçiriyorum. Kampımın önünde yanan ateş bana cesaret veriyor ıssız vadinin derinliklerinde. Bir an aklıma kötü düşünceler geliyor. Bölgemiz, ormanlarının kralı ayı, kampımı ziyaret etse; köpeklerim aç ayıyı sürümden uzaklaştırabilir mi? Neyse ki böylesi olay yaşamadım.
Mayıs ayında havalar genelde güneşli geçmez. Sık sık yağmurlar yağar. Bazen hava sıcaklığı iyice düşer, aniden dolu yağmaya başlar. Sürümle hayli ilerlemişim bir yağmurlu günde. Dağların yücelerine hayli yaklaşmışım. Hava iyice soğudu. Otlaklar ileriye doğru daha gürleşiyor. Çevremde başka sürüler yok. Çeyrek saat içinde çevrem beyaza büründü. Yeşil çimenler, sarı-mor çiçekler gözükmez oldu. Sürünün yönünü kamp yerine taraf döndürdüm hemen. Bu gidişle donacağım neredeyse. Dişlerim iyice takırdamaya başladı. Elbiselerimde kuru iplik kalmadı dersem abartmış olmam. Çam ormanlarına yaklaştım. Akşamleyin köpekleri ve yemeğimi getiren kuzularını güttüğüm arkadaşım imdadıma yetişti. Islanan elbiselerim, soğuk soğuk esen rüzgâr ve iyice soğuyan hava. Bir an düşünüyorum; altmışın üzerindeki öğrenci mevcutlu birleştirilmiş sınıfımda öğretmenlik yapmak böylesi bozuk havalarda çobanlık yapmaya göre düğün bayramdı diyor arkadaşım. Arkadaşımın muhtar çakmağı fazla zorluk çıkarmadı diye, anlatısına devam ediyor. Çamlardan yonttuğumuz çıralı yongaları tutuşturarak bir ateş yaktık. Az da olsa tutuşan çoban ateşinin karşısında olmak adeta cennette olmaya eşdeğerdi. Yanımıza köyümüzün güçlü kuvvetli Hasan Amcası geldi. Sürüsünü bırakmış, ateşi görünce yanımıza koşmuştu. Amcamızın dişleri sanki makineli tüfek, takır takır çalışıyor sürekli. Kırmızı yanaklarda renk beyaza dönüşmüş, parlaklığını kaybeden sadece çakıl gözler fersizce ışıldıyor. Birlikte ısındır kendi eksenimizde döne döne. Islak elbiselerimiz kurusun diye.
Anlatılır böylesi çoban öyküleri, köyümüzde. Yaşlı Selim amcamızın öyküsü. Selim amca koyunlarını güdüyor Sahara Dağı’nın doruklarında, ulu düzlüklerde. Yeşil çimenler hayli boy atmış. Havada atmacalar uçuyor. Börtü böcek bayram ediyor. Selim amca çoban arkadaşına sesleniyor. “Böyle serin, güneşli havalarda çobanlık yapmak düğün bayramdır.” Aradan birkaç saat geçiyor, zaman ilerliyor. Rüzgârın esişi hızlanıyor, gökyüzünü kapkara bulutlar kaplıyor. Başlıyor dolu yağmaya. Dinlenecek ne bir ağaç, ne bir kaya kovuğu yoktur çevrelerinde. Selim amca ve çoban arkadaşı iyice bir ıslanırlar, üşürler. Dolu yağışı sona erer. Soğuk rüzgâr insanın ciğerlerine işliyordur adeta. Selim amca söylenir bu kez: “Çobanlık yapmak köpekliktir böyle bozuk havalı günlerde.”
Çobanlık günleri sürekli kasvetli geçmez ya. Güneşin ısısının tam etkili olduğu çobanların aralarında şakalaştığı, güreşler tuttuğu günler de yaşadık. İlginç bir anımı da ben anlatayım. Mayıs ayı sonları güneş parıl parıl parlıyor gök kubbemizde. Öğretmenliğimin sekizinci yılı. Yayladayım. Koyunları güdüyorum. Koyunlar sağıldı. Gün başladı otlara doğru sürümü salarak. Ak köpükleriyle şarıl şarıl akan derenin kenarından sürümle ilerliyorum. Bir an önce dağların doruklarına, yeşil düzlüklere varmam gerek. Düzlüklerde büyüyen otlar daha verimli kalite süt sağımı için. Koyunlar serbest bırakılırsa hayvanlar kafalarını yukarı kaldırır ağızlarını çimenlere sürmeden yürür ha yürürler, burunlarını vadiden hafif hafif esen yele vererek. Menzilime az kaldı. Geç bir saate yakın bir sürede düzlüklere vardım sürümle. Lise yıllarını yaşayan, dürüstlüğü, güler yüzlülüğüyle çok takdir ettiğim bir genç çoban arkadaşımla buluştuk. Sürülerimiz birbirine karışmadan sohbet koyulaştı. Bir de ne göreyim? Liselim bir tüp buldu. İçi pırıl pırıl beyaz haplarla dolu. Hemen, “ Birisini yutayım mı ağabey dedi?” Aman yapma dememe kalmadan bizimki yutuverdi elindeki hapı. Sen ne yaptın yakışıklım, olur mu hiç zehirlenirsin gibi sözler ettim. O, hala gülüyordu. Daha ilerlere gittik. On dört-on beş yaşlarında sığırtmaç gençlere rastladık, sürülerini güden gençlere. Liseli arkadaşım onları çağırdı yanına. “çok iyi bir ilacım var, bu ilaçtan alan soğuklara dayanıklı oluyor. Yağmurda doluda hiç üşümüyor” diyor. “Bakın birini ben yutuyorum” diye hemen birini yutuveriyor. Diğer gençler de yutuyorlar hapları liselime güvenerek. Benim yapmayın, etmeyin ısrarım geçmiyor. Gölgeler uzuyor, yaylaya dönme vakti. Koyunlar sağılacak. Yayladayız. Acaba genç arkadaşlarıma haplar zarar verdi mi diye endişeleniyorum. Ertesi gün yine buluşuyorum gençlerle. Hepsinin soğuk rüzgârların biraz esmerleştirdiği yanaklarından adeta kan damlıyor, şakalar gırla gidiyor. Demek ki temiz hava, bol süt ürünleriyle beslenen bizlere öyle birer ikişer hap hiç etki yapmıyordu. Çünkü liselim yeni her buluştuğu genç arkadaşa hapı verirken birisini kendisi yutuyordu.
Bu anım daha da ilginç. Bu kez Temmuz, Ağustos aylarında yayladığımız iki bin dört yüz metre rakımlı Sahara düzlüklerinde kurulan yaylalardayız. Güneş bizi gönlümüzce ısıtıyor. Çobanlığa devam. Yanımda daha ilkokul öğrencisi arkadaşım var. Sürümüz kalabalık. Biz gençlerin sadece bir adet futbol topumuz var. Yetmişlerin başı, köylerimizde sağ-sol ayrımı henüz yok. Top oynamaya kuşluk vakti başlıyoruz, ikindiye kadar maç yapıyoruz. Küçük arkadaşıma yayla bakkalından bolca bisküvi alıyorum. O, top oynadığımız düzlüklerin yakınında koyunları güdüyor, bisküvileri yiyerek. Hava ılık, belden yukarı çıplak top oynuyorum bir gün. Akşama doğru başta omuzlarım adeta yanıyor. Gece kabarıyor güneş yanığı vücudum. Yatakta sağa sola köprü kurarak dönüyorum. Sabahı beyaz açıyorum. Ertesi gün önümüzde sürü, açılıyoruz yayla düzlüklerine. Yaylalardan fazla uzaklaşmamışız. Ne göreyim birden? Çimenlerin üzerinde bir ilaç tüpü. Üzerinde penisilinli yara merhemi yazıyor. Akşamleyin yoğurt sürdüğüm güneş yanığı vücuduma bu merhemden sürüyorum. Bu uygulamam iki gün sürüyor. Sanki melekler koymuştu o merhemi çimenlerin üzerine ben bulup güneş yanığı tenimi iyileştireyim diye. Bizim oralarda anlatılır; Hızır, insanlara sıkıştıkları zaman yaşamları süresinde bir ya da iki kez yardım edermiş. Söylence bu.
Böylesi hoş anılar da yaşadık çobanlık günlerimizde. İç göç köyümüzdeki o güzellikleri bitirdi. Şimdilerde yaylalar sönük. Köylerimizde yaşanan güzel bir kültür can çekişiyor. Gençliğimizdeki şakalar şenliklerden oluşan sesler gökyüzünün derinliklerinde yolculuklarına devam ediyordur eminim.
DERİNCE. 25.01.16
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.