HAYATIMIN GERÇEKLERİ 2
Velhasılı…
Benimle birlikte 11-12 kişi de, 2005 yılı 9. ve 10. ayında devlet memurluğuna ilk adımlarını atmışlardı. Kendimi, birinci sınıfa başlayan bir çocuk veya liseden sonra üniversiteye ilk adımını atmış bir genç gibi hissediyordum. Hem geldiğim şehrin, hem atamamın yapıldığı kurumun yabancısıydım, her ikisi de benim için yabancı bir alemdi.
Benim gibi yeni ataması yapılanlar ile tanıştık, herkes yurdun çeşitli illerinden gelmiş, kalacak ev, yurt, otel arıyordu.. Köy ve çocukluk arkadaşımın da aynı şehirde orman mühendisliği son sınıf öğrencisi olması benim için kalacak yer sorununu ortadan kaldırmıştı. Çocukluk arkadaşımın rızasıyla, benim gibi yeni başlayan bir iki arkadaş da bir süre bizde kalmışlardı.
Ancak memurluğa atandığımdan beri, bir bayramda yengemin dediği, ak parti sayesinde memur oldun, bizimkilere de bir iş ayarlayın demesi, içimi kemirip duruyordu. Her ne kadar dini konularda fazla bilgim olmasa da hak ve hukuk, helal lokma konusunda, eğer, gömleğin ilk düğmesini yanlış iliklersem hem vicdan hem de ahiret yolunda baştan kaybetmiş olurdum. Bu nedenle benim gibi yeni başlayan arkadaşların kaç puanla atandıklarını sormuş ve herkesin birbirine çok yakın puanla atandıklarını da öğrenince rahatlamıştım.
Ev arkadaşımın öğrenci olması, memurluğa benim gibi yeni başlayan arkadaşların da bekar olması, üniversiteden sonra araya giren 8-9 aylık süreyi hesaba katmazsam, durumum ve sosyal çevremin üniversitedeki son yılımdan fazla bir farkı yokmuş hissine kapılmama yol açmıştı. Ancak bu hislerden 1-2 ay içinde mecburen sıyrılmıştım.
Yasal olarak hepimiz aday memurduk ve kimi zaman hem idare, hem de eski memurların dilinden aday memurluğumuz düşmüyordu. Demek ki tam olarak memur olamamıştık daha. Yine belli eğitimlerden geçecek ve eğitim sonrası aday memurluk sınavına girecektik. Kazanırsak, memurluğumuz devam edecekti. Sonradan sonraya, işe gelip gittikçe ve bizden daha kıdemli memurlar ile muhabbetimiz artıkça da aday memurluktan, asli memurluğa geçemeyenlerin hemen hemen hiç olmadığını, sınavların genelde formalite olduğunu öğrenmiştik. Yine de çoğumuzun aklında aday memurluk sınavı ve idareciler ile iyi geçinme düşünceleri olduğu kendi aramızdaki muhabbetlerde meydana çıkıyordu. Sınav bitti, herkes 70 ve üzeri notlar almıştı.
Sıra ise devleti ve devletin işleyişini öğrenmeye gelmişti. Yeni yeni kanunlarla, yönetmelikler, genelgelerle tanışıyorduk. Yapmamız gereken işlerin hemen hemen hepsinin ise, yazısal mevzuatta bir karşılığı vardı. İşlerin içine girdikçe aldığımız eğitimler ile yaptığımız işlerin hiç birbirine benzemediği de ortaya çıkıyordu ve devleti ve devletin işleyişine ilk eleştirel düşüncelerimiz de bu şekilde oluşuyordu.
İlk iki yılda öğrendiğim tek şey, devletin bir evrak ve belgeler devleti olduğuydu ve devlet memuruna güvenmiyordu, her şey en ince ayrıntısına kadar yazısal mevzuata dökülmüştü. Normal ve özel hayatınızda 1 saatte yapacağınız işi devlette 1 - 2 günde anca bitirebiliyordunuz. Ve maaş sistemi çok karışıktı. Maaşınızı kendi başınıza hesaplamak deveye hendek atlatmak kadar Zordu. Türlü türlü cetvelleri, katsayıları, cetvellerde bir çok tazminat oranı vardı. Hele hele bir maaş katsayısı vardı ki, 0 (sıfır)’dan sonra altı haneli. İlk başta tüm bu veriler bana kötü bir şaka gibi gelmişti, aslında halen aynı aslında. Kötü bir şaka… devlet personel sistemin maaşları sıfırın ardına bir virgül koyup, virgülün arındaki altı haneli sayılarla dönüyormuş ve dönmeye devam edecekmiş, nereden bilebilirdim ki….
Dgs sınavına hazırlanırken tek amacımız lisans mezunu olmaktı. Bize 2 yıl asla yetmez düşüncesi ile dgs’na çalışmıştık ancak kazanamamıştık, lise arkadaşlarımdan sadece 1 kişi DGS sonrası mühendisliği kazanmıştı. Diğer sosyal ve sözel alanlardan sınava girenlerin bizler ile aynı puanları alıp üniversitelerin lisans bölümlerine yerleştikleri ve devlette de bizlerden bir adım önde olduklarını gördükçe, 28 şubat’ı tezgahlayanlara olan kinim ve öfkem bitmek bilmiyordu, ömrümüzü gençliğimizin ilk başlarında yemişler ve tüketmişlerdi.
Lakin pes edemezdim, yanlış hatırlamıyorsam, 2006 veya 2007 yılında tekrar üniversite sınavına girdim ve açık öğretimden kamu yönetimine kaydımı yaptırmış, bu sayede askerliğimi de tecil ettirmiştim. Hem lisans mezunlarının çoğuna askerlik kısa dönemdi. Uzun dönem askerlik gözümü korkutuyordu, tekrar ailemden para istemek durumunda kalacaktım, çünkü aldığımız maaş ile ancak karnımızı doyurabiliyor ve eğer artarsa da gelecek için para biriktirebiliyorduk. Memurluk atama kağıdım geldiği zamanlarda, hiç unutmuyorum, çalıştığım yerde, postacılıktan emekli olmuş ancak emekli maaşı yetmediği için çalışan ihtiyar bir adam vardı ve o benim memur olduğumu duyunca, bir hayli nasihat etmişti. Para konusunda ise, devlet memuru ne olur, ne ölür, sürünür evladım demişti. Ailemin yardımı ile de 98 model bir araba almıştım. Yemek, kira, giyim kuşam, araba giderleri, cep harçlığı, sigara parası derken de elimizde avucumuzda bekar olmamıza rağmen bir şey kalmıyordu. Asgari ücretlilerin ve tek maaş ile aile geçindirenlerin, aynı zamanda ailemin nasıl ayakta kaldığını düşündükçe de hayretler içinde kalıyordum. Milletimizin ekserisi, çoğunluğu resmen süründürülüyordu.
Ben bunları düşündükçe de, üniversitedeki sol görüşleri arkadaşlarımın yaptığı eylemler ile ve altı ay gibi bir süre de emep partisine üye bir arkadaşla da aynı evde kalmam neticesinde epey bir sorgulamaya girişmiştim devleti.
Atandığım şehre gelmeden haftalar önce, bir kadir gecesi programında bir abim de beni, bulunduğum şehirde cemaatin önde gelenlerinden biriyle tanıştırmıştı ve o muhabbette bana gideceğim yerde, her konuda bana yardımcı olacaklarını söyledikleri bir isim vermişlerdi. Lakin, çocukluk arkadaşımın gittiğim yerde öğrenci olması, onunla aynı evde kalmam, işti güçtü derken verdikleri o ismi çoktan unutmuştum. Telefonla tekrar o ismi aldım ve tanışmaya gittim.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.